“Hayat bu, hayat,” der İvan Gonçarov, Oblomov adlı kitabında; “kimi ölür, kimi doğar, kimi evlenir. Biz de boyuna yaşlanıyoruz.”
Hayat öyle bir hızla akıyor ki, sanki bir tren istasyonunda otururken önümden hızlıca geçen, durduramadığım, gürültülü bir treni izliyormuşum hissine kapılıyorum. Olana ve olacak olana müdahale edemediğim, bazen anı yakaladığım, bazen de gözden kaybettiğim kara bir tren sanki bütün hayatım. Bu düşünce bana acı verse de İvan Gonçarov benimle aynı fikirde değil; çünkü paragraf şu şekilde devam ediyor: “Değil yıllar, günler bile birbirine benzemiyor. Ne iştir bu. Keşke bugün tıpkı dün gibi, dün de tıpkı yarın olsa, ne güzel olurdu… İnsan düşündükçe kötü oluyor…”
Ben hayatımın böylesine hızlı ve manasız geçmesinden sızlanırken, sakinlikten yana olanlar da var tabii. Kendi yolunda, heyecansız, dümdüz giden mutlu bir hayatın hayalini kuranlar azımsanacak sayıda değil gibi geliyor bana. İvan Gonçarov, daha doğrusu başkarakter Oblomov da bu hareketlilikten hoşlanmayanlardan. Diyor ki: “…ben uykulu ve uyuşuk huzura alışmışım; fırtınalara tahammülüm yok.” Ben ise fırtınaya kafa tutan, yükselen dalgaların beni ne kadar yükseğe çıkarabileceğini görmek için boğulma riskini göze alanlardan olmak isterdim.
Diğer taraftan, fırtınaya karşı durmak, her zaman mantıklı çözümler sunmuyor insana. Bazen sabretmek, olacak olanın zamanını kenara çekilip beklemek gerekiyor. Bir anda değil, yavaş yavaş ama sağlam olmalı çünkü ne olacaksa. Gonçarov, “Ağır ağır yanan bir ateş, ne kadar şairane olursa olsun şiddetli bir yangından daha iyidir.” diyerek çok daha güzel açıklıyor durumu.
Aşk da böyle değil midir mesela? Ne kadar aceleye gelmezse o denli sağlam olmaz mı temelleri? Bence, başlamadan önce ağır ağır pişmelidir bir aşk. Ama bunu nasıl ayarlar insanoğlu? Nasıl yavaşlatır olacak olanı? İvan Gonçarov, “Aşk bir ruh kangreni” diyor, “o kadar çabuk ilerliyor ki.” O yerine göre muazzam, yerine göre de yüreğimizi avucuna alıp acımadan sıkan duygu, bir anda sarar ruhumuzu. Biz fark etmeden tüm benliğimizi ve mantığımızı ele geçirir.
Eğer karşılığı varsa mükemmel hissettiren bu duygu, karşılıksız olduğunda bir işkence halini alır. Yine de her iki durumda da bir taraf daha fazla sever. Gonçarov şöyle açıklamış: “Aşk komedyasında veya tragedyasında iki oyuncu vardır; hemen her zaman biri ezer, biri ezilir.” Sevilen tarafın her zaman ezeceği fikri, bana fazla karamsar görünüyor. Belki de ben bu konuda daha iyimser olmak istiyorum.
Durum böyleyken, âşık olma riskini almak, mantık çerçevesinden geçemiyor benim gözümde. Ama aşk da mantık çerçevesinden geçmeye ihtiyaç duymuyor zaten. Düşünün; ne zaman âşık olmaya karar vererek âşık olduk ki? Ya da âşık olmayı reddettiğimizde geçebildik mi önüne? Olacak olan, bize hiçbir şey sormadan oluyor işte. “…kalbinde gizliden gizliye beliren duyguları boğsa bile hayal gücünün kanatlarını koparamazdı.” diyor Gonçarov. Belki de insan kendini, kendi hayalleriyle zincirliyor.
Toparlayacak olursak, beni derinden etkileyen cümleleri, içinden cımbızla çektiğim bu harikulade kitap, bana yeni bir pencere açarak hayat ve aşk hakkındaki düşüncelerimi tekrar gözden geçirmeme sebep oldu. Eminim ki, okuyan herkese de bir şekilde dokunmuştur. Son bir alıntıyla bitirmek istiyorum bu yazıyı;
“Elveda meleğim, çabuk uçup gidin; yanlışlıkla kötü bir dala konduğunu görerek ürken bir kuş gibi çevik, neşeli ve hafif, uçup gidin…”