Buğulu sokak lambalarının aydınlattığı, şehrin göbeğinde bir parkta, yalnız başıma soğuktan donarak öleceğim. Sabah gün ağardığında insanlar ekşi yüzlerle karşılayacak beni ve kaskatı kesilmiş vücudumu. Ellerimi kavuşturmuş, soğuğa karşı gelmeye çalışmış ama hayatındaki her savaştan olduğu gibi bu savaşta da mağlup olmuş vücudumu bulacaklar bir bankta. Kimse yüzüme bakmayacak, bakıp görmeyecek, görüp anlamayacak. Ve muhtemelen en yakın hastanenin morguna götürülüp, kimsesizler mezarlığına gömüleceğim. Devrilmiş mezar taşımı, belki yine, bir umut, yine kimsesiz bir çocuk düzeltecek soğuktan kesilmiş elleriyle. Toprağıma suyu yine o kimsesiz çocuk dökecek. Ve ben bu hayattaki tek varlığımı öldükten sonra, bu dünyadan gittikten sonra bulacağım. Tek varlığım, o olacak, o kimsesiz çocuk. Bu dünya, bu yeryüzü, bu evren bile fark etmeyecek gittiğimi. Yaşanmış, en azından denenmiş, yaşamak istenip de başarılamamış bilmem kaç yıl olacak elde ama hiçbir anı, hiçbir saniye gerçek anlamda yaşanmayacak. Yaşamanın anlamı bu olmayacak. Yaşamak dendiğinde bu gelmeyecek kimsenin aklına. Hayat önümden yavaş adımlarla geçecek ve ben onu göremeyeceğim. Ve artık her şey için çok geç olduğunda hatırlanacağım bir sokak lambası tarafından, belki bir bank, belki de bir sokak köpeği tarafından. Bu dünyaya hiçbir şey bırakmadan gideceğim. Vasiyetimdir, kefenimin cebi olsun. Hayallerimi, umutlarımı, düşlerimi, gülüşlerimi alıp onları da götüreceğim. Size hiçbir şey bırakmayacağım. Sizden bir şey almadım ve bırakmayacağım da. Sizi hiçbir zaman sevmedim, sevmeyeceğim de. Sizi seversem adaletsizlik olur. Sevmeyeceğim.
Hava bugün çok soğuk. Ve bugün kimsesizliğimin yirmi üçüncü senesi. 10 yaşında kaybettiğim ailem yirmi üç sene daha büyüdü, 23 sene! Kimsem kalmadı o günden beri, o yangından beri, kimsem kalmadı. Annem kalmadı, babam kalmadı, 3 yaşındaki kız kardeşim kalmadı, 23 sene önce, bugün. Bu dünyada hiçbir şeyi bilmem, bilmek istemem. Bu dünyanın acımasız olduğunu, yaşadım, oradan bilirim bir tek. Bir de kimsesizliğimi bilirim. Başka da bir şey bilmek istemem. Annemin hayatının zorluğunu bilirim ben, babamın zorunda olduğu için boyun eğdiği patronların sayısını bilirim, bir de kız kardeşimin kaç yaşında olduğunu bilirim ben. Sokakta yaşıyorum belki, belki, evet, kimsesizim ama bilgisiz değilim. Çok şey bilirim ben. Bunları bilmek de öyle kolay iş değildir ha, öyle kitaptan okunmaz bu bilgiler ya da renkli ekranlı, büyük, son model televizyonlarınız vermez bu bilgiyi size. Yaşarsanız eğer, öğrenirsiniz. Keşke cahil kalsaydım. Keşke sizin gibi olsaydım. Keşke bilmeseydim.
Elimde yırtık eldivenlerim, üzerimde yırtık pantolonum, yırtık kazağım, yırtık, korumasım 33 senem. Koca şehrin sokaklarında yürüyorum. Renkli hayatlarınızı seyrediyorum, yorgunum. Kusursuz kıyafetlerinize bakıyorum, kırgınım. Ben bu hayata, bu yeryüzüne, varsa eğer Tanrı’ya kırgınım. Ben yaşamayı seven bir adamdım, neden böyle oldum? Neden yaşam, sevdiğim bu hayat beni bu hale düşürdü? Siz hayata ne verdiniz? Siz neden mutlusunuz? Yoksa sizin aileniz hala yaşıyor mu? Yoksa hala, eve gittiğinizde anneniz mi karşılıyor sizi yemek kokulu elleriyle? Akşam kapı çaldığında mutlu evinizde, gelenin babanız olduğuna adınız kadar emin misiniz hala? Yoksa, kız kardeşiniz karnesini ilk size mi getiriyor sene sonunda gözleri güle güle? Haklısınız. Mutlu olmakta sonsuza kadar haklısınız. Ve Tanrım, sen de bunu biliyorsun ki, ben de sana kırgın olmakta haklıyım.
Hava kararıyor, güneş yavaş yavaş terk ediyor bu şehri, bu ülkeyi, beni. Üşüyorum. Siz dağılıyorsunuz evlerinize. Anneniz açıyor kapıyı, babanız çıkıveriyor çalan kapının ardından, kız kardeşiniz eve geldiğinizi görüp mutlulukla koşuyor üzerinize. Gidin. Ben de gidiyorum, gideceğim. Bir gün tamamen gideceğim bu dünyadan, mutluluğunuzdan, mutsuzluğumdan, kimsesizliğimden.
Güneş hepten gitti, dükkanlarınızın renkli tabelaları söndü, evlerinizin mutlu aydınlığı vuruyor yüzüme. Açık pencerelerinizden perdeleriniz savruluyor sokağa doğru. Ve ben mutluluğunuzu daha da hissediyorum içimde. Bizim perdelerimiz hiç sokağa savrulmadı, içinde mutluluğun ışığı yanarken, bir aile yemeğinde. Kaçmak istiyorum mutluluğunuzdan. Sizden, şehrinizden, hayatınızdan kaçmak istiyorum. Yanınıza gelmek istiyorum anne. Sizi çok özlüyorum. O gün arkadaşlarımla dışarıya çıkmamış olmayı çok diledim anne. İnanıyorsun değil mi bana baba? Biliyorsun değil mi kardeşim seni her şeyden çok sevdiğimi?
Ben hep 10 yaşında kaldım. Hiç büyümedim. Ölümüm de 10 yaşında olacak. Genç öleceğim. Denk gelir de görürseniz mezarımı, şaşıracaksınız. Bu mezar 10 yaşında bir çocuğa mı ait diyeceksiniz. Şaşacaksınız mezarımın büyüklüğüne. Ama şunu unutmayın ben hayalleriyle, umutlarıyla, düşleriyle, gülüşleriyle gömülmüş 10 yaşında bir çocuk olacağım. Mezarım da büyük olacak. O koca karanlıktan korkmuyorum.
Hava gittikçe soğuyor. Şehrin içinde bir parka gidiyorum. Çok üşüyorum. Tamamen yok oldunuz. Biz bize kaldık şehrin karanlık sokaklarında. Bir banka oturuyorum. Parkın soluk ışığı vuruyor üzerime. Bir sokak köpeği geçiyor önümden gözleri dimdik benim üzerimde. Çok kötüyüm, titriyorum. Ailesi yanarak ölen 10 yaşında bir çocuk donarak ölecek belki bu akşam. Yine onlar gibi değilim. Kendimi onlara bir saygısızlık, bir haksızlık yapıyor gibi hissediyorum. Sizin sıcak evleriniz mutsuzluğumu, soğuğu hissetmeyecek. Hayat sizin için hala yaşanılabilir. Ben katlanamıyorum. Ölüm, daha katlanılabilir yaşamımdan ve kesinlikle daha sıcak olacaktır sokağınızın soğuğundan.
Yıldızlar çıkıyor ortaya. Manzaram ölmek için gayet güzel. Ay üzerimde. Karanlık hayatım beyaz ışıklarla sona erecek. Renkli dünyanız sizin olsun, renkli giysileriniz sizin olsun. Ben karanlık havada, karanlık giysilerimle gidiyorum. Üstümü başımı düzeltiyorum. Babamı göreceğim. Annemi, kız kardeşimi göreceğim. Saygısızlık yapmak istemiyorum babama, çeki düzen veriyorum kendime. Hava çok soğuk. Yırtık hayatım korumuyor artık beni soğuktan. Hayat bana olan nefretini sert bir şekilde, yine acımasızca vuruyorum yüzüme. Belki soğuktan, belki bu hayattan, denenmiş bu otuz üç seneden gözlerim yaşarıyor. Ellerimi ovuşturmak ısıtmıyor artık 10 yaşındaki koca bedenimi. Çaresizliğim apaçık ortada. Titriyorum, kollarımı kavuşturuyorum göğsümün hemen altında. Bacaklarımı çekiyorum karnıma bir umut. Yırtık eldivenlerimle siliyorum gözyaşlarımı. Gözlerim kapanıyor yavaş yavaş, uykum geldi belki de diye düşünüyorum, belki ölüyorum, bilmiyorum. Uyuyorum, uyanamıyorum.
Sabah insanlar ekşi yüzlerle karşılıyor beni ve kaskatı vücudumu. Bir bankta yaşamının son savaşını da kaybetmiş bir adam buluyorlar şehrin göbeğindeki parkta. Buğulu sokak lambası yanmıyor artık. Kimse yüzüme bakmıyor, bakıp görmüyor, görüp anlamıyor. Kimsesizler mezarlığına gömüyorlar beni. Şaşırmayın mezarımın büyüklüğüne. O koca karanlıktan korkmuyorum. 10 yaşında terk ediyorum bu dünyayı.
Merhaba baba, merhaba anne, merhaba canım kardeşim. Sizi çok özledim. 10 yaşındaki oğlunuz geldi. Merhaba!
Kimsesiz bir çocuk soğuktan kesilmiş elleriyle toprağımı düzeltiyor, hissediyorum. Tek varlığım. Elindeki suyla toprağımı suluyor yüzünde güzel bir gülümseme. Hayalleri, umutları, düşleri var, hala. Henüz yeni yeni başlıyor verdiği savaşları kaybetmeye. Adı İlyas, 10 yaşında! Mezar taşında büyük kara harflerle adım yazıyor; İlyas Gerenezli, 10 yaşında!