Kediden farkımız ne? Diye sordu evinden çıkarken.Havadaki yağmurun sinsi ıslaklığı yanağına yapışmıştı ancak hayatı hiç değişmeden devam ediyordu.Yağmurdan çıkarabilir miydi cevapları,cevaplar var mıydı aradığı sorulara,her sorunun cevabı var mıydı hayatta? Yağmur damlasının yanağından boynuna kadarki ilerleyen sürecinde neler değişmişti evrende.Kimler ölmüş,kimler hayatları boyunca düşünmedikleri için tam o an ölmüşlerdi?
Bir adım attı kapının önünde.Bu son adımı olabilir miydi;İlk adımı olmadığı kesin miydi,her şey hayatında bu kadar belirgin miydi gerçekten.Adımlarla mı ilerliyordu hayat yoksa anlardan mı oluşuyordu? En sevdiği şey ileriye bir adım daha mı atmaktı? Adım atmak niye bu kadar önemliydi,kimse adım atmadan yaşayamaz mıydı?
Gri
Ölümü simgeler gri rengi insanlar için.Gri kediler ölümü simgeler.Bir şey ölmeden yenisi doğamazken neden herkes griden kaçar,gri böyle çirkin bir renk midir? Neden insanlar birbirini öldürmek ister kimse ölmek istemezken.
Bir adım daha attı,düşünceleri beyninin çok karmaşık köşelerinden geldiğinden çözümleyemiyordu.Bir süre yürüyüp evin kapısından uzaklaştı.Ne yapacağını biliyordu evden çıkmadan;Adımlarla beraber o da aklından çıktı.Parktaki banka oturmak için çıkmamış mıydı evinden.Her zaman bu kadar zor muydu adım atmak?
Yolda yemek yemek için durduğu büfede tanıştığı garsonla sohbet etmeye başladı.Garsonla ettiği sohbetin herkesle ettiği sohbetten farkı var mıydı? Olmalıydı.En sevdiği içkisini ısmarlamayı düşünürken neden en sevdiği içkisinin o olduğunu da düşünüyordu.İçkiyi sevmek insanı ne yapardı?
Yemeğini yiyip içkisini içtikten sonra çok sevdiği adımlarını atmaya tekrardan başladı.Parka ulaşınca oturacağı banktaki adım atmamanın zevki ona şimdiden haz veriyordu.Yolda giderken gördüğü insanlardan çabucak sıyrılarak geçmeye çalışıyordu.Bütün insanların aynılığı onu banka daha da yaklaştırıyordu.Çünkü gözüne hiçbir şey çarpmıyordu.Ne kadar özgürdü bu insanların arasında.Bunları düşünürken geçiyordu gri taşları.Taş dediğime bakmayın özenle dizilmiş aralarında boşluk bile olmayan yer taşları hepsi.Taş işçilerinin sanatı da bu olsa gerekti.En sevdiği renk gri olabilir miydi bir insanın,ilkbahar başlangıcı beyaz çiçeklerin gri tonu olduğu ona ölümü hatırlattı yine.İlkbaharda da mı ölüm vardı.Çocukluğunu hatırladı.Bahçedeki ilk sevgilisinin grinin içinde yüzdüğü zamanlardaki hiç aklından çıkmayan uzun saçlarını hatırladı.Aklından hiç çıkmayan bu ilkbaharlar için daha çok mu gençti?
Sevgilisiyle oturduğu banklardaki sıcaklığı hatırlamak iyi geldi ona.Bunu düşünürken bir kahveye oturdu.Hissettiği hissi anlatmak elinden gelmiyordu artık.Yaşlı insanların arasında bir genç,yakışıklı oğlan oydu.Niye gri arkadaşlarının yanında gri gri oturmak varken burayı seçmişti? Gri mekan sayısı mı azdı? Resim öğrencisi olmasına rağmen griye böyle alışamaması normal miydi? Yoksa normal olan mi anormaldi.Anormal olan normalleşince ne olacaktı.Normal olan anormal gelmeye başlamayacak mıydı? Ya o da herkes gibi normalse onu diğerinden kim ayıracaktı.Ayrılmak için bir anormalliğin olmasının gerektiği de artık normalleştiğine göre anormallik özel bir şey miydi? Diğerinden ayrılmalı mıydı?
En sevdiği kadın henüz tanımadığı kadındı,ama artık onu bir an önce tanıyıp görmeliydi.Ya da tanıyınca o kadın yok mu olacaktı?
Sessizliğin sesini dinleyerek yoluna devam etmeye başladı.Sessizlik ona suyun sesini,toprağın karmaşasını,tozun uçuşmasını getirmişti.Çok yoğun ama sessiz olan bu ses bir kulağından girip ötekinden çıkarken karşısına tanımadığı,değişik görünümlü bir kadın çıktı.Kadının ona,kendisine bakarken gördüğünü göremiyordu sessizliğin sesini artık duyamadığından.Çimenler arasındaki toprağın unutulmuş kokusunu çekebilir miydi içine tam o anda? Yanından geçen motor ona aradığı cevabı verdi.Bu heyecanla onunla konuşmak istedi.Yağmurun yüzlerce damlasından biri daha düştü yüzüne,artık neler diyip neler diyemeyeceğini düşünemiyordu.Ya karşısındaki insan kendisiyse,ya kusurları sevmediği türdense,ya bunları düşünürken karşısındaki de düşünebiliyorsaydı.Havadaki nemin oluşumundaki nefesleri düşündü,sıcak-soğuk dengesindeki o nemin içindeki sıcak insanlarla soğuk insanların çatışmalarını dinlemeye zaman bulamayıp söze girişti.
-“Merhaba” Dedi ağzından çıkan gri nemle.Bu gri nemin ölürken vereceği son nemli nefesten farkı sadece rengi miydi? Yoksa rengi de mi aynı olacaktı?
-“Merhaba” Cevabını küçümseyen gıpgri bir tavırla alınca verdiği gri “Merhaba” Nefesini dahi geri çekmek istedi içine.
Daha fazla konuşmayacağını anlayıp devam etti yoluna.İçindeki griliğe dönüp bakmaktan bıkmıştı çünkü.”O” olmayanlara göre 3 harflik kelime “O” olanların hayatının içindeydi.Bir adım daha atınca kendiyle konuşmaya başlamıştı:
Çocukluğum geldi aklıma,küçük evdeki su sızan çatıya bakışım,suyun damlalarını sayışım.Küçücük suyun damlasından yüzümü görebilir miydim? Damlaya bakarak olduğum yeri bulabilir miydim? Her şey bu kadar iç içeyken ben de dünya denen damlanın içinde değil miydim? Vücudum damlalardan oluşmuyor muydu? Sanki her damla sızıntısında bir günüm geçiyordu,her günüm bir damla sızıntısına sığdırılabilecekken.
Akşam bizimkiyle aynı kahveye gidip aynı çayı içip aynı tavlayı oynamaya gidiyordum ki yoldaki yağmurun aniden kesildiğini işittim ve hissettim.Mutlu olduğumu hissettim yüzümün kaslarının gerilmesinden.Yüzümün beni bu kadar açığa çıkarmasını sevmediğim durumlardan değildi bu seferki.Annemin katilinin babam olduğunu öğrendiğimdeki,içimdeki mahkeme salonunda beni sorgulayan hakime karşı küçük düşüren de aynı yüzümdeki ince kaslarım olduğu gibi.
Beyni her grileştiğinde yaptığı gibi yağmur sonrası sigarasını çıkarıp yerdeki yağmur damlalarına meydan okurcasına yakmaya çalıştı.
“Bu”
Benim ismim budur;Bizimkiler isimlere inanmadıkları için koymuşlar bu ismi bana “O” Nun yakındaşıyımdır aynı zamanda.Düşünen sıkıcı bir adamdır bu “O”.Bir de eşitliğe inanır şu hayatta eşitlik varmış gibi sanki.Bizde düşünüyoruz ama gerçekleri düşünüyoruz.Küçücük bir yaprağın bir tarafıyla diğer tarafının eşit durduğuna bakıp eşitliği savunacak değiliz.Biz hayvanın hayvanı yediği taraftayız.İnsanın insanı kazıkladığı,kuşların güçsüz yavrularını yuvalarından attığı taraftayız.Sonradan çıktı onun gibi adamlar.Herkes kendisi için nefes almaz mı? Nefesini de başkasına verebilir mi “O” isterse? Aynı anne babanın çocukları olduğumuz halde benzemeyiz birbirimize.Ufakken biz,tavanımızdan küçük küçük damlalar akardı.Hepsinde birbirinin önüne geçme hırsını görürdüm.Onun gördüğü damlayla benimki aynı damla değil mi,göremiyor mu damlalardaki hırsı?
Yaprak
Yemyeşilimin içindeki tonların karışımının canlanması,bu nemli ve yağmurlu havada yanımdaki bembeyaz çiçeğin umursamaz açılışı ilkbaharın işareti değil de nedir? Yağmur damlasının düşerkenki halini izliyorum bazen,bulutlardan sağ orta damarıma konana kadarki değişimini.Bir sağa savruluyor bir sola,dünyayı geziyor,insanları kokluyor,telaşlanıyor,huzur dolup değişiyor da değişiyor ve gelip üstüme konuveriyor.İlk değdiği an ürperirim önce,ağırlığıyla aşağı yukarı itilip rüzgarla yanlara çekilirim.Benim gibi yaşayan çok yapraklar var,her birimize eşit sayıda damla değmez ama yakınmayız da insanlar gibi daha çoğu veya eşitlik diye.Sadece denk geldiği kadardır hakkımız,Tanrının istediği kadar.Durum böyleyken insanlar neden eşitlik veya az çok diyolar,yoksa Tanrıya inanmıyorlar mı?
“Bu”
Akşam oldu,kahveye geldik.Taburelerimizi çekip oturmak üzereydik.Son zamanlarda göremediğim,bana hiç benzemeyen yakındaşıma yani kardeşime nasıl olduğunu sorduğumda düşünceli olduğunu gördüm.Altı üstü bugün nasıl olduğunu sormuştum.Bugün nasılsın sorusu kaç farklı şekilde sorulabilir? Kırmızı gibi kızgın,yeşil gibi uysal,insan gibi her renkten?
3.Şekli tercih ederim genelde,karşımdaki hangi renkteyse o renkten oynayabileyim diye.Tahmin edebileceğiniz gibi benim bu,ismimi söylemiyeyim artık.
Her zamanki “İyilik,senden” Cevabımı aldığımda oyun oynamaya çoktan başlamıştık.Etrafımızdaki yaşlıların bu gençliğe bakışını umursamaksızın kartları ters düz edip oynuyorduk.Oynamaya 21’le başladık.Kartları bir o çekiyordu bir ben.Hayata rastgele geldiğimizi hatırlıyordum her kart çekişimde.Kimimiz 7,kimimiz 3,kimimiz siyah kral kimimiz kırmızı kızdık ve en sonunda hepimizin yapmaya çalıştığı şey aynı doğadan,aynı renkten kahverengi banka oturmak,yani 21’e ulaşmaya çalışmaktı.Kırmızılar geldikçe heyecanlanıp siyahlar geldiğinde hırslanıyorduk.Yenmiştim elbette ki…
Pişpirik
Pişpiriğe geçtiğimizde elimdeki kartları rastgele sallamamdan ve siyahın,kırmızının bir önemi benim ve bu oyun için olmadığından en sevdiğim oyun budur.Rastgelelikten bahsetmişken ben doğada rastgeleliğe inanmam.Pişti yapmak gibi,bir kartın eşi olmalı ki krallar,kızlar yalnız kalmasın değil mi?
Bence zıtlığın resmi ayla güneştir karşı karşıya duran.Ayın güneşe,güneşin aya dönüşmesidir hergün.O ayın altındaki ağacın gölgesinden ne kadar korkarız,ağacın yanındaki beyaz köpek kadar o ağaca alışık mıyız?
Yeterince oyun oynadıktan sonra kalktılar.Aynı evde yaşamalarına rağmen gittikleri yollar farklıydı.Yollar birbiriyle bağlantılı olmasına rağmen sokakların isimleri farklıydı.”Bu” Evin kapısından girerken yağmur yağmamasına rağmen “O” Evin kapısından girerken yağmur başlamıştı.Eve parayı çalışan kardeş yani “Bu” getirirdi.Şemsiyelerini kapı koluna astıktan sonra ıslak,siyah,uzun burunlu ayakkabılarını ayakkabılığa koydular.Uzun paltolarını çıkarıp askılığa astılar.Evleri 2 oda 1 de salondu.Sık yağmur yağan küçük bir kasabada yaşadıkları için pek de güneş görmeyen evleri 2.Kattaydı.Salonlarında köpekleri F.nin küçük kahverengi bir yuvası bulunurdu.
F.
Koskoca salonda neden bir tek ben varım,diğer salonlardaki köpekler kimler? Neden gözlerimiz salondan ötesini görebilecek kadar keskin değiller?
Yalnızlıktan kulübemin tahtasına tırnağım çıkarcasına kazıdığım bu cümlelerden sonra girdi bizimkiler kapıdan.Herkes odasına çekilmeden önceki her zaman duyduğum heyecanı içimde yeniden hissettim;Ya bana dokunurlarsaydı,bu dokunuşlarıyla en içimdeki kanımı biraz daha ısıtıp akışını hızlandırsalardı?
Dışarıyı görmeyi unuturdum belki bir anlığına,diğer köpeklerin kulübelerinin aydınlığıyla benim kulübemin karanlığını birleştirmeyi aklımdan çıkarırdım belki bir an.
Benim tanrılarım “O” İle “Bu” Dur,yani tavuğumu onlar pişirir.Başka bir köpeğin tavuğunu kim pişirir bilmem;Sonuçta herkesin inancı kendine değil mi? Tanrılarımdan kulübemi aydınlatmalarını bekliyorum.Belki beni diğer köpeklerle görüştürürler,belki kulübemi ben hiçbir şey yapmadan büyütürler,anlayacağınız isteklerim çok var çok.Ama bu köpek halimle benim bir şey yapamayacağım belli değil mi? Sonuçta herkesin inancı kendine değil miydi?
Biz köpeklerin zekalarının 4 yaşındaki çocuk Tanrılarla aynı seviyede olduğunu söylerler.İnanmayın.Biz köpekler ne istersek onu yapabilecek güce sahibiz şu dünyada;Bazen “O” Nunla “Bu” Nu ısırıp meydan okuduğum bile olur.Bulunduğum kulübeden,evden çıkabilmeyi düşlüyorum bazen.Bunu arkadaşlarım sahiplerine yalvararak,yalakalık ederek yapabileceklerini sandıklarından bunun için gerçekten çabalamıyorlar.Benim yaptığım ise kahverengi kulübemin tahtalarına kazıdığım yazıları okuyup cevapları bulmaya çalışmak.Bulduğum zaman “O” Nunla “Bu” Beni dışarı çıkarırlar zaten değil mi?
“Bu”
Odaya girdiğimde duyduğum ilk ses tahtaya işlenen bir suç mudur bilinmez gıcırtı sesiydi.Sanki yeni doğan bir bebeğin ilk hayat kuralını öğrendiği o an kadar ilkel bir odaya bu gıcırtının pembe melodisi hiç olmuş muydu? Köpeğimiz F. Tırnağıyla toprak kazmak yerine kulübesine yazı kazıyordu.Kulübesinin rengini kahverengi yaptık ya daha ne istiyordu? Odamıza geçip rahat bir şeyler giydikten sonra salonda oturup bir iki sohbet etmek istedik.Salonda Ben,”O” Ve “F” Vardık.Salonda bir 2’li sofa,bir sandalye,bir kulübe,bir kırmızı kilim,bir de masa vardı.Ben ve yakındaşım sofaya oturduk,”F” Yi de her zamanki gibi sandalyeye oturttuk.(Her daim bizim yerimize sofaya oturmaya çalışmıştır)
F.-Yemekte ne var?
O-Tavuk,ben yaptım.
F.-Benim gibi hayvan olan bir şeyi yiyebileceğimi sanmıyorum.
Bu-Yiyeceksin,onu senin yemen için pişirdik.Yoksa tavuğun evimizde işi ne?
F. Ona verilene daha fazla karşı çıkamadığından tavuğunu yedi ve kalan kemiklerini de kulübesinin altına gömdü.F. Kemiğini toprağın altına “Bu” Ve “O” F. Rahat yaşasın diye F.Nin kulübesinin altını topraktan yaptıkları için gömebiliyordu.Hemen hemen her şeyin kaybolduğu toprakta kemik neden kaybolmuyordu? Sebebi tavuğu pişirip de F.Ye veren ve toprağı da kulübenin altına yine “Bu” Ve “O”Nun koymaları mıydı?
Yemekten sonra çişe çıkması gereken F. Çişini Toprağa yapmayı bildiği halde “Bu” Ve “O” İle aynı tuvaleti kullanmaya başlamıştı.F. bunun adına medenilik diyordu;Yani çişini toprağa değil de tuvalete yapmak,sifonu çekince de giderinin toprağa gitmesi.”Bu” Bu durumdan her zamanki gibi rahatsız oldu.
Bu-Şu F. Nin benimle aynı tuvaleti kullanmasından hoşlanmıyorum doğrusu.Hoşlanmamayı geçtim bir de gülüyorum.Hergün götü boklu gezen F. Gelmiş benim tuvaletime işemeye çalışıyor.
O-Benim onunla bir derdim yok da kızdığım;Verdiğimiz kemiklerle dişlerini bileyip dışardaki tanımadığı diğer köpekleri öldürmeye çalışması.İşin garip yani buna da medenilik diyor.
Bu-Yaprağın iki tarafı hala eşit mi?
O-En iyisi tavuk yedirmemek de kemiğini de ona vermemek mi dersin?
Bu-Kesinlikle!
Bunları duyan F. Hiç aldırmadan dişlerini bilemeye devam ediyordu kemiğiyle,öldüğünde o bilediği dişleri dökülmeyecekmiş gibi.Sonuçta bir köpeğin Tanrısı insandan başka ne olabilirdi,ya insanın Tanrısının bu anlatılan köpeğin Tanrılarından bir farkı olması gerekmez miydi?
Sabah evden çıkar çıkmaz yazın geldiğini hissettim.İğnesiyle can acıtabilen arının balıyla tat veren arıyla aynı arı olduğunu düşündüm.Yağmurlu bir günün ardından yeni,tertemiz,tazelenmiş bir havaya uyandıktan sonra insanların farkedemediği ama benim onlarda gördüğüm yüzlerinin renk değişimlerini,ağızlarının yarım ay şeklinde yukarıya doğru açılışlarıyla yarattıkları atmosferi içime çektim.İşe giderken yerde duran çöpleri atan insanların duygularını anlamaya çalıştım.Bir sigara izmaritinden kaç farklı duyguyu anlayabilirsiniz? Çeyreğine kadarı ruj olmuş sigarayı içen kadının siyah,uzun pantosunun size kışın hissettirdiklerini o yaz gününde de sadece aklınızda kalan belirsiz o hayal çizgileriyle hissedebilir misiniz? Veya her gece 2’de çöpçünün çöpü kamyona atarkenki hüznünü o an yerde sonuncusu kalan ve artık atmak istemediği o çöpten anlayabilir misiniz,çöpçü oradan geçerken hemen üst kattaki evde sevişen insanlar size de doğayı hatırlatır mı tekrardan? Tam o an!
İşime giderken bir yandan bu düşüncelerle kavurulurken bir yandan da yakındaşımın uyanıp uyanmadığını düşünüyordum,altı üstü resim yapıyordu işte ama yine de onu okula gönderiyordum.İşe geldiğimde her zamanki ciddi tavrımı tekrardan takınmam gerektiğinden yüzümdeki gülümsemeyi iş çıkışım için bir kenara sakladım.Askerlik şubesinde fotokopi çekerim ben.Sanat manat uğraşamam.Gerektiğinde fotokopiyi çekip aylığımı alırım.Yakında yanımdaki askerler bile sanatçılığını ilan edeceklerken bir de ben çıkmak istemiyorum başa…
“O”
Abim hergün işinden eve yorgun geldiğinde,yüzünde aslında içinde olan ama olmadığını sandığı ve olmamasını istediği acıma duygusunun alevlendiğini görürüm.Sanırım asker görmek bana anımsatanın aynısını anımsatıyor ona da;Ölüm,savaş.Zaten birilerinin birilerini korumasından çıkan savaşı yine birilerinin birilerini koruyarak bitireceğini düşünen insanlar.Sigara içmeyi içtiğimiz sigaranın markasını değiştirerek bırakabilir miyiz?
Sanata gelince herkes “O”Nun ve “Bu”Nun çocuğu gibi sahipsiz olabilecek kadar özgürleştiğinde bir gün,o gün yaptığımız resimlerin anlamlarını tartışabilliriz gerçekten,kendilerini savunmayacak bilince sahip insanların resimlerini o gün daha sanatsal çizebiliriz.O gün,herkesin kendini savunmayı bıraktığı gün,savunmamamın değerine bugün kendimizi savunmadan önce karşımızdaki insanı anlayıp karşımızdaki insan tarafından anlaşıldığımızda kavuşabiliriz.Bir sınır olmalı herkesin bilincinde,o sınıra ulaştığında insan bir anda hatırlamalı insanlığın eski vahşi savaş günlerini;Bu sınıra,öfkelenince,sinirlenince ulaşıldığında durup düşünmeli insan:Savunmaya olan ihtiyacı bu sınırı koyarak aşmadık mı zamanında demeli;Bu sınırı koyduktan sonra ne gerek dünyanın sınırlarına…
Derken rüyadan uyandım.Gözlerim ilk yakındaşımı aradı sonra F.Ye baktım.F. yatmaya devam ediyordu.Yakındaşım çoktan çıkıp gitmiş olmalıydı.Bugün yapacağım havai fişek çalışmamı yatmadan önce yarım bıraktığım yerden düşünmeye tekrar başladım.
Gökyüzünde tam o patladığı an,ortasındaki o bütün çizgilerin toplandığı topu nasıl çizebilirim? Çizgileri kağıdımın dışına taşırırsam olduklarından daha uzun görünürler mi yoksa kısacık çizgiyi elimi titrete titrete çizip havai fişek patladıktan yarım saniye sonraki halinden çizgilerin uzunluğunu gösterebilir miyim size;Patladıktan sonra hazırlıksız yakalanıp korkan insanların kalplerinin renginde çizmeliyim onu,havai fişeğe bakan,karınca kadar çocuğun elindeki balondan yansıyan masmavi,lekeli ayın renginde çizersem güneş darılır mı bana? Güneşin ıslattığı çiçeklerdeki parlaklık kamaştırmasın sonra ayın gözünü? Sabah çimenlere batırdığım fırçama akşam aya daldırıp renk veririm,aya daldırırken temkinli olmalıyım ki ayın çukurdan lekelerini yerlerinden oynatıp ona bakan aşıkların aralarındaki uyumu bozmayayım,ayın gördüğü aynada saçını tarayan genç ve güzel kızın hevesini kırmayayım.
Aya bakan siyah gözlü atla,siyah gözlü adamın gözünde yansıyan ay lekelerinin aynı büyüklükte olduklarını ilk gördüğümde 11 yaşımdaydım,kocaman atın yanında küçücük kalan bir insanla bir atın gözlerinin büyüklüğünün aynı olmasına çok şaşırmıştım.İki gözle görünen her saniye bir anken,her anın bir saniye olmamasıyla,yeşil yaprağın iki tarafının uyumu birbiriyle çelişmez miydi? Yeşil yaprağın üstünde gezinen böceğin ayağıyla yaprağın arasındaki ince çizgiye hayatımızdaki en ince anı sıkıştırabilir miydik? Yaprak üzerindeki böceğin attığı her bir dev adımla birlikte biz de oturduğumuz yerden kahverengi banka bir küçük adım daha yaklaşabilir miydik kulübeye kazınan yazıları düşünerek? Ve bu son geldiğim noktada son kararımın yaprağın üzerinde rastgele yürüyen bir böcek çizmek olduğunu farkettim.Böceğin gözlerini yoldan geçen bir arabanın rastgele ezdiği böceklerin ezilen “rastgele” Gözlerinin ezilemeyeceği kadar keskin yapacağım.
Saat hemen hemen 9 olmuştu.Artık çıkmalıydım,uyandım,3 yıllık tarağımı saçımda gezdirdim.Hergün sağa doğru taradığım saçlarımı bugün sola doğru taradım,her gün soldan sağa doğru karıştırdığım kahvemi bugün sağdan sola doğru karıştırdım bugünüm hergünümden farklı geçsin diye.Hergün farklı şeyler yaşamamıza rağmen neden hepsi birbirinin aynısı gibi gelir?
Kahvemi karıştırırken bardağın içinde oluşan,bardak için dev,bizim için küçük olan hortumu gördüğümde bardağın içine girip hortumun gittiği yöne doğru dans ederek savrulmak istedim.Karıştırdığım kaşığın ucuna çıkıp kahvenin içine atlamak,tekrar tekrar “Kahverengi” Kahvenin hortumunun küçücük halkasında uçmak istedim…
Tuvalimi,fırçamı dosyamın içine koyup evden çıktım.Yarınki sergiye kadar çalışmamı tamamlamak için bütün gün tuvalimin yüzüne renk üzerine renk sürecektim.Farklı renklerden daha da farklı renkler elde edecektim.Kıskaçları uyumlu akreplerin,ay lekeli yılanların,bank kahverengisi sandalyelerin ve insan duygularıyla dolu renklerin kendi içlerinde bu kadar çeşiti varken insanlar da kendi içlerinde en az bunlar kadar çeşitli olmalıydı,değil mi? Durum böyleyken bir kişi başka bir karakterden,renkten başka bir kişiye nasıl olur da umursamazca bir şeyler tavsiye edebilir veya o kişiyi yadırgayabilir;Beyaz,gökkuşağından ne anlasın?
Okula geldim,her zaman yaptığım gibi bahçenin en güzel köşesine tuvalimi yerleştirip çalışmaya başladım.
“Bu”
İşten çıktığımda gördüğüm bütün asker üniformalarını unutmaya çalışarak sakladığım gülümsememi tekrar ağzıma taktım.Yanımdan geçen insanların gerçek somurtmaları mı daha doğruydu,suratıma takındığım yapay gülümseme mi bilmiyordum.Yukarıdan baktığımızda birbirlerine çarpmadan yürümeye çalışan karıncalar gibi yürümeye başladık yine sokaklarda hep beraber.Hayatımda bir daha belki de hiç görmeyeceğim insanlarla yollarda yürürken onlara bu kadar değer vermemin sebebinin o insanlara gösterdiğim bencilliğimden kaynaklı hoşgörü mü yoksa yine bencilliğimden kaynaklanan toplum korkusu mu olduğunu düşündüm.Ayrıca ben eğer “Bu” isem benim ağırlığım daha çok basmalıydı her taşa,onlar bana yol vermeliydi ben omzumu sinsi yılanlar gibi kıvırıp duracağıma.Bunları düşünüp yürürken bugün karnımı her zaman gittiğim büfeden değil de sokaktaki patates satıcısından doyurmaya karar verdim.Simsiyah petrolün utanıp da beyaza döndüğü plastikten kabımın içinde duran patateslerimin sıcaklığı elime de geçti.Patateslerimi kemirerek eve geldiğimde saat epey geç olduğundan herkes rüya denen kuyunun dibini boylamıştı bile.
“O”
Bugün sergi günü.Büyük,bembeyaz duvarlı odanın içinde,odaya göre orantılı avizelerdeki küçük taşların tuvalimi aydınlattığı köşemdeyim.Serginin konusu sürrealizm olduğu için her bir resim ayrı bir zeka ürünü olmalı.Denizde yüzen rüzgarların dalgalarla bir anda kavgaya tutuşup yön değiştirdiği resim,kumda bıraktıkları adımları kendilerinin tarihe mal ettikleri ancak rüzgar bir çırpıda sildiği için,saçlarını yolamayıp da üstünde durduğu yaprağı kemiren böceğimin resmi,Salvador Dali’nin çölde eriyen saatini çamurdan odasına asan bedevi resmi,yan yatırılıp baştan aşağı yarısı kesilmiş damacanayı okyanus gibi gösterip içinde gemi yüzdüren çocuk resmi ve daha neler neler…
Bulunduğumuz odaya bağlı upuzun ince bir koridorda yan yana duran resimlerin arasında bir tanesi vardı ki ona baktığımda göz lensimin parlamasını içimde hisettim;Resimde,yalnız başına oturan bir çocuğun sağında solunda duran latin harflerini gördüm.Bu binlerce,on binlerce küçük harfi rengarenk yapan sanatçı bu resimde ne düşünmüş olabilirdi? Kendini sözlerle ifade edemeyen kapısı kapalı bir çocuğun harflerle konuşmaya çalışması geldi aklıma.Çocuğun insanlarla konuşurken konuştuğu insanların aklından geçen bencil,egoist düşüncelerini artık anlamak istemediği için onlara kağıtlarla,kitaplarla,yazılarla cevap vermek istiyordu.Yanına gidip onunla tanıştıktan sonra ona ilk cümlem:
-Resminden anladığım kadarıyla içine kapanık birisin doğru mu? Oldu.Aramızda gerginlik parlamasın diye gülümsediysem de çocuğun kaşlarıyla gözlerinin aynı anda düştüğünü gördüm.
Oturan Dev
Çocukluğumdan beri resimlerle,çizimlerle ilgileniyorum.Eve gittiğimde elime aldığım ilk kağıda karakalem karikatürler, “Ağzı olan ama beyni olmayan” , “Beyni olan ama ağzı olmayan” Kafalar çizerim.Her ay katıldığım sergiye bu sefer 2 hafta önce çizdiğim resmimle katıldım.Resim beni anlatıyordu,resmimi anlayan insanların az olmasına rağmen.Sergide,köşemde oturup sanatıma bakmaya gelenlerin resmime(yani bana) tepkilerini merak ediyordum ki yanıma bıyıklı,mavi gözlü,spor ayakkabılı,kot pantolonlu biri geldi ve bana sizin de bildiğiniz o sıkıcı soruyu sordu…
Ne cevap vermeliyim hala bu soruya,içime kapanıksam niye içime kapanığım diye sormuyor da,beni “Olan” Ağzıyla yargılıyor;Ne cevap vermem gerekir bu soruya “İçine kapanık” Cümlesindeki “İç” Kelimesinin derinliğini algılayamıyor da “Olan” Ağzıyla bana bu soruyu soruyor.
“Olmayan” Ağzımla susmayı tercih ettim.
“Bu”
Kapıdan girdiğimde karşıma bir oda bir de o odaya bağlı upuzun bir koridor çıktı.Ressamlar tablolarının yanlarında oturup gelenlere gülümsüyor,soranlara resimlerini anlatıyordu.Gözlerim “O” Yu arıyordu.Odada duran büyük avizenin aynısından koridorda da belirli aralıklarla vardı.Zamanında bir çok insanı şatafatlarıyla,yücelikleriyle korkutmuş kralların avizeleri kadar parlaktılar her birinin arı kovanı şeklindeki taşları.Üstünde yürüdüğüm kırmızı halının kenarlarındaki ince,upuzun siyah çizgilerinin hemen yanında bastığım her adımımın izi çıkıyordu.Koridorun sonuna geldiğimde “O” Yu biriyle konuşurken gördüm.İkisinin de yüzleri asık ve anlamaz tavırlarla birbirlerine bakıyorlardı.Oturan,yüzü asık çocuğun harflerle dolu anlamsız,saçma resmini gördüm de umursamadan “O” İle konuşmaya başladım.
Engel
Önceden aklımızdan çıkamayan hayallerimiz zaman geçtikçe neden aklımızın içinde kaybolur?
Biz değiştiğimiz için hayallerimiz de mi değişir,yoksa bizi değiştiren,hayallerimize ulaşırken izlediğimiz yoldaki engeller midir?
Engelli koşusundaki atlar gibi her engeli aştığımızda daha yüksek,zor bir engel çıkacaksa karşımıza engelleri aşmaya niye hala bu kadar çabalıyoruz?
Önceden yüksek,zor engelleri aşmış olan atlar yarışa yeni başlamış taylardan daha mı üstündür,daha zor engeli aşan atın hayatı daha kolaylaşacaksa özgürlüğümüzü zor engellerle sınırlandırmıyor muyuz? Engellerin olmadığı “Koşulsuz” Mutluluğa ulaşabileceğimiz bir yaşam şansımız varsa da,doğdumuz anda önümüze zaten çizilmiş olan engelleri kaldırmadan ona nasıl ulaşabiliriz?
Engelleri aştığımız kadar gelişmenin bir diğer anlamı da mutsuz olduğumuz kadar mutlu olmak değil midir,ne yani mutlu olmak için mutsuz mu olmalıyız doğduğumuz andan itibaren?
Ya hiç kimseye hırsın doğal ve olması gereken bir şey yalanı söylenmeseydi,hala birilerinin birilerine koyduğu engeller olur muydu?
Arabadaki Yeni Doğan Engellinin Hırsı
Bir arabada tek bir kişinin öfkesi,siniri bile arabadaki diğer insanları etkileyebiliyor olduğu halde,dünyanın yarısı birbirlerine bu kadar öfkeli ve sinirliyken biz burada nasıl oturup da mutlu olmayı bekleyebiliyoruz? Yeni doğanlara neden hala önceden çizilen sınırları aşabilmesi için hırsı öğretiyoruz? Başkalarını eze eze artık en yüksek engele yani ölüme geldiğimizde onu da aşabilir miyiz?
Arabanın arka koltuğunda oturup hala günde 16 saat köle olarak çalışan kişiden,arabanın ön koltuğunda yeni doğana hırslı olmasını biz öğrettiğimiz halde,suçlu olan o kölenin sahibi mi yoksa hala ön koltukta oturup “Suçsuz suçsuz” Biralarımızı yudumlayan biz miyiz?
Arabanın içindeki ön koltukta oturan kişiler başkalarını değiştirmeden önce kendilerini değiştirmeye çalışırlarsa bir gün eğer,birbirlerinin aynısı olan gri insanlardan,kahverenginin tonlarındaki apayrı insanlara dönüşüp yolda yürürken birbirimizin gözüne çarpabiliriz.
Sergideki Şeffaf Kelebek
Sergide tuvalimi koridorun tam girişine koydum.Resmimde mutluluğu çizmeye çalıştım.
Mutluluk bazen bir müziğin içinde,bazen sevdiğimiz kişide,bazen yediğimiz yemekte,her zaman kendi içimizdedir.Herkesin mutluluğu kendi içindeyken neden herkesin mutluluğu herkesin içinde değildir? Bir kişi doğduğunda dünya çapında mutlu olsak da öldüğünde dünya çapında yas tutsak ya? O zaman yas kalır mı? Arabadaki herkes mutlu olduğu zaman ne derdi kalır hangi insanın?
Konu sürrealizm olduğu için uçuk düşünüyorum ama ben de kendi ütopik resmimde bunu anlatmaya çalıştım işte.Bunların yani mutluluğun resmini çizebilmeye çalıştım da uzun,kocaman,yemyeşil bir ağacın altında oturup kitap okuyan bir genç çizebildim.Düşüncelerim kadar sürrealist olmasa da resmimi soranlara durdurup anlatmaya başlamak istiyorum:
Hapisteki adamın penceresinin paslı parmaklıklarına konan geniş kanatlı kelebeklerden yaptım ağacımın etrafına;Yeni doğan çocuğunu eline alan babanın nefes alıp verişiyle uçuyorlar.Gökte her kanat çırpışında renk değiştirip bulundukları ortamın rengine girdikleri için görünmez olan kelebeklerin olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum.O kadar güzellermiş ki!
Bu kelebekler gibi içlerindeki güzelliği göremedeğimiz şeffaf insanlar vardır,her ortamın rengine girebilip içten gülümseyen insanlar.
O insanları bir orman olarak düşünürsek eğer,onların konuşarak anlatabildikleri ormanın içindeki yüzlerce ağacın arasından tek bir ağaçtır.Biz de onu bu ağaçla yargılayıp,ona bu ağaçla güveniriz.Bu yüzden de bir yanlış hareketinde ona karşı güvenimiz kırılıverir;Bilmeyiz ki o ormanda kökleri birbirine bağlı yüzlerce farklı ağaç vardır.Onun ağaçlarınıın arasından bu tek ağacı kestiğimizde onu üzebileceğimizi sanarız.
Ve herkesin içinde,altında kitap okuyan gencin bulunduğu kocaman,upuzun bir can ağacı vardır.Bu ağacın dalını bile kırarsak bütün ormanı yok edebiliriz istemeden.
Soranlara işte bunları anlatmayı düşünüyorum;Anlatayım ki can ağaçlarımızı kesmeye çalışmak yerine onlardan bir orman kuralım.