OTOGAR HAVASI
Aslına bakarsanız yaklaşık olarak bir haftadır, birkaç gün fire dışında, her gün geldim buraya. Otobüsten indim, havanın sıcak olmasına aldırmadan sanki her adımımda saçlarımın uzunluğuna itiraz ederek girdim o kapıdan. O büyük, o şaşalı kapıdan. Gidişlerin veya upuzak yerlerden dönüşün kapısı. Kalabalık, koşuşturmaca. Durmadan, insanların oradan oraya hareketleri. Girer girmez sizi karşılayan ve aynı zamanda da tanımaya çalışan gözler. Lakin sizin pek de aldırmadan o otomatik kapıdan girmeniz.
Şüphesiz ki tek düşündüğüm şey serinlik olabilirdi. Evet tek düşündüğüm şey kesinlikle serin bir ortama girmemdi. Neden her gün aynı vakitte buraya geldiğimden bi’ haber olan beynim, eminim ki şu an tek olarak serinliği düşünüyordu. Otomatik kapının üstündeki, o saçlarınızı oraya buraya savuran şey… Ah o şey ne güzel bir şeymiş. Saç diplerinize kadar inen serinlik hissi ve bir anda kaybolan bakışlar. Bir anda kaybolan insanları izleme arzusu. Bir anda bir banka oturup tek tek insanların nereye gideceğini veya nereden geldiğini tahmin etme arzusu. Hepsi tam o dakika kısa bir süre de unutuluyordu.
Karşımda bir güvenlik noktası, sırayla dizilmiş şeritli metal koltuklar; hepsinde üçer beşer insanlar, valizler. Yanımda bir şeyler satmakla meşgul olan dükkanlar. Hemen güvenlik noktasının aşağısından inen bir merdiven. Evet, birkaç gündür ben her zaman bu merdivenlerden aşağı indim. Sağa sola bakarak. Bugün de aynısını yapacaktım. Güvenlik noktasını görecek, şeritli koltukları tek tek izleyecek ve o merdivenlerden aşağı inip bir banka oturacaktım. Hemen karşımda otobüsler olacaktı. O şehirden gelmiş ve o şehire gidecek olan otobüsler. Bir birinci nefesine hasret kalmış şoförler ve muavinler.
Evet, tahmininiz üzere otogardayım. Birkaç gündür, sıkıntımın verdiği derin hissiyat ve çevremdeki kişilerin tek tek beni cezalandırması sonucu kendimi her günün aynı vakitlerinde nedense hep buraya girerken buldum. Banka oturdum, gömleğimin cebinde duran tablamdan bir birinci çıkardım. Sıcakta pek de hasret çekmesem de onu ateşledim ve kendimi hiç şüphesiz o koridorun sessiz ve serin havasına bıraktım.
Paravanlardan bir otobüs kalkıyor ve birkaç dakika sonra hiç de yabancı gelmeyen başka bir otobüs yaklaşıyordu. Bense bir bir hepsinin plakalarına bakıyor, inenleri hiç de üşenmeden gözlüyor bana, gözlerime direkt olarak gelen her bakıştan ise aniden kaçıyordum. Kimisi mola vermişti kimisi içinse burası son duraktı. Kimisi evine gidecek , kimisi ise evinden çok uzaktaydı. En azından ben bunları düşünmek, kurmak için bile gelebilirdim sadece buraya. Yeni insanlarla tanışma düşüncesini aklıma getirmemle itiraza kalkışan vücudumun her organı, en azından yeni insanlar görme; onları izleme arzuma itiraz etmiyordu.
Arada bir oturduğum bankı değiştirip tamamıyla farklı bir görüş açısına sahip başka bir yere geçiyordum. Orada farklı yerlerden gelen, en azından bugün için farklı, başka insanlar görüyordum. Hemen arkamda dizlen taksiciler, aynı benim gibi yapıyordu. Tek farkımız ben bana direkt gelen bakışlardan ani bir şekilde kaçıyordum. Onlarsa kaçmıyor, bizzat alıcı gözlerle daha fazla bakıyorlardı. Çünkü ben biliyordum ki, akşam eve ekmek götürecek olan ben değildim. Ben sadece bu koca otogarda, herkesten ayrı; işinden yoksun, bahtsızca bir anda kendini burada bulan bir gençtim. Belki de sadece sıcaktan kaçmak için geliyordum buraya, hissedilen elli altı derece sıcaktan kaçmak için. Belki de cidden tüm organlarım benden habersiz birleşip bir karar almışlardı, en azından yeni insanlar görmeme müsade edeceklerdi. Tek bildiğim ben bütün olanlardan habersizdim.
Bir vakit sonra insanları izlemekten sıkılan gözlerim tamamen otobüslere, araçlara, dükkanlara takılırdı. Dükkanlara giren kişiler bir anda kaybolur, dükkan sahibi bir anda kaybolurdu. Bir içimliğe hasret şöforler kaybolur ve yanlarında muavinlerini de götürürlerdi. Herkes kaybolurdu. Taksiciler bile. Benim ise tek yaptığım bu andan kendime fırsat çıkararak, otobüslere girmem olurdu. Kısa bir süreliğine. Otobüse binerdim, etrafıma bakardım, belki de kaybolan herkesi geri getirme telaşına hiç düşmeden etrafıma bakardım ve bir anda herkes tekrar gelirdi. Herkes olduğu şeye geri dönerdi. Otobüsün içindeki insanlar uyurdu. Camdan baktığım da şöforü ve muavini yine görürdüm ben. O sıra hemen kalkmaz umarım, umuduyla bir koltuğa otururdum. Gitmek, kaybolmak, uzaklara hiç düşünmeden yollanmak hevesindeki düşüncelerim öyle çok belirginleşir ve beni ele geçirmeye başlardı ki ayağı kalkacak gücü maalesef bulamazdım kendimde. Bir anda, bir yanım da öyle ağırlaşır ve beni cidden gitmeye, hiç bilmediğim bir yere gitmeye iterdi ki, inanın insanlar o an tekrar kaybolabilirdi bu gücün, bu derin hissiyatın içinde. Sonra başıma bir “tin” sesi çalınırdı. Başımın her yanında yankılanırdı bu ses. Bir anda doğrulur, düşüncelerimi bir bir tekrar yoklardım. Ağır olan her yerim hafiflerdi. Şimdi de sanki diğer yanım harekete geçiyormuş gibi bir hisse kapılırdım. Galesizce kal diye yalvaran, diğer tarafım. Bana hiç düşünüp tartmadan kal, tam da buraya öyle bir otur ki hiç kalkma diyen diğer yanım.
En sonunda tüm bunlardan sıyrılıp, otobüs tam da kalkmadan inerdim aşağı. Sonra belki de hiç bilmediğim insanlara el sallamışlığım olabilir. Bir cesaretle gözlerinin içine anbean bakmışlığım olabilir. Kayıtsızca, emin olun hiçbir şey beklemeden. Hiçbir hissi karşılıklı yaşama hevesi ya da düşüncesi kurmadan.
Biraz sonra ise hava kararırdı. Işıklara hiç de alışamayan bakışlarım oradan kaçmak niyetini her yerimde hissettirirdi bana. Öyle de yapardım. O üstünde dünyanın en güzel şeyi olan kapıdan geçer ve yol boyunca bir kadına tam da bu çağda nasıl olur da “mektuplaşalım olur mu” diyeceğimi düşünürdüm. Sadece mektuplaşalım.