Ölen kadınlar gördüm. Kimi sarışın, kimi esmer, hepsinin gözlerine kan oturmuş. Bazılarının vücudu tam, bazılarının anca kimliğini teşhis edecek kadar. Bir ezan onlarca ölüye karşılık geldi. Tek bir ezan hem kadın hem çocuk hem adamı aldı koruması altına. Bir evden kaç cenaze çıkabilir en fazla? 2,3,4,…,10,11,12 cenaze çıkar mı bir evden? Evlerin kimi eski kimi orta halde. Eşyalar farklı, mahalleler farklı, ortak nokta ise bir daha anne yemeklerinin kokusu duyulmayacak o evlerde. Buram buram enfes, annelerin pamuk ellerinden yapılmış bazen tuzu az bazen tuzu çok ama her koşulda lezzetli yemekler. Komşular kalanları birbirine emanet edecek, telkin edecekler dillerinden geldiğince ölüm evini, biraz şanslılarsa helva kavuracaklar tadı kalmamış ağızlara.
Ölen çocuklar gördüm. Oyuncakları yandığından kendileri de yanmış. Korktukları her hallerinden belli olan bir ifadeyle geçmişler ışığın diğer tarafına. Henüz dişleri yeni çıkanda, dişleri dökülen de aynı toprağın altında, oyuncakları olmadan. En çok oyun oynamak istedikleri zamanda, bağıra bağıra şarkı sözlerini atarak söyleyecekleri zamanda dua seslerinin içine kondular. Yaşayacakları kötü günleri dünyaya, iyi günlerini yanlarına alıp uğurladılar kendilerini. Şimdi annelerin yüreği, babaların elleri boş kaldı…
Ölen adamlar gördüm. Eve giderken aldıkları ekmek yere düşmüş, koluyla beraber. Elleri de nasır tutmuş üstelik, arka mahallenin oraya savrulup kaybolmadan önce. Karnının zil çaldığı belli ama en son ne zaman yemek yediği meçhul. Keşke koparabilseydi ekmeğin ucundan. Gerçi o zaman evdeki onca boğaza yetmezdi belki… Ölmek, kuralıydı bu hayatın. Ama kimse evine ekmek götürürken, işe giderken, evlenirken, karısı doğum yaparken, anne babasıyla “keyifle” sohbet ederken ölmek için gelmemiştir dünyaya.
Kimilerine göre ölmekte zor yaşamakta kimilerine göre ölmekte kolay yaşamakta…
Oysa zor olan insanlık… Tabi bunca ölüm karşısında hala kaldıysa…