Yazıma hemen şu savla başlamam gerekir ki özgür olduğumuz savı tamamen bir
yanılgıdan ibarettir.Fakat şunu da belirtmem gerekir ki (ve belki de özeleştiri de yapmam
gerekir ki) bu savı öne sürerken indirgemeci olduğumu söyleyebilirim ya da tümden
gelimci:öyle ki bir hareket noktasından ilerliyorum ,kırmızı bir gözlükten bakınca her şey
kırmızı görünüyor yemyeşil orman, masmavi gökyüzü her şey kırmızı
görünüyor;insanlar,eşyalar yeryüzünde ki her şey ;her şeyi bu tek noktaya indirgiyorum bu
gözlük sadece nesneleri sınıflandırmam konusunda koşullandırmıyor fakat aynı zamanda
duygu ve düşünce dünyama da etki ediyor:her yerde bu kırmızı
üzülürken,sevinirken,ağlarken,gülerken;üçgenin iç açılarını hesaplarken var oluşumu
sorgularken hangi yönetim sisteminin daha iyi olacağını düşünürken vesaire her yerde…
Evet tek bir nokta;her şeyi bu tek noktaya bağlamaya çalışma;belki de insanoğlunun
yapısı budur,böyle kodlanmıştır;belki de bu bizim lanetimizdir,belki de bu bize verilen bir
armağandır…
Genel insanlık durumunu betimleyen bu tek nokta prensibi ben de biraz abartıya kaçmış
olabilir: Öyle ki determinist bir bakış açısı mı denir ya da Aquinalı Thomas’ın ilk neden
kavramına mı benzer sona varana kadar(ki gerçekten böyle bir son var mı?) hep şeylerin
nedenine nedenin de nedenine bakmaya çalışırım.Böylece her şey bir noktadan çıkan neden
ve sonuçlar silsilesi ;birbirini tetikleyen dinamikler bütünü halini alır.Big bang vari bir
yaklaşımla tam anlam peşinde koşarken, yöntemimin yegane sebebi olan olguların anlamını
bulmaya çalışırken çelişik bir şekilde anlamsızlığı buluyorum Her şeyin bir cevabının olduğu
anlamsızlığı.Her şeyin bu tek nokta olmasının ardından gelen ;şu meşhur cevabın ardından
gelen peki şimdi ne olacak sorusu; yeryüzündeki ve dahi evrendeki tüm bu
hengamenin,koşuşturmanın ,sirkülasyonun cevap bulmasının getirdiği
anlamsızlık;televizyon izler gibi olaylara ve olgulara karşı bütüncül bakmak ve ayrıntıları
önemsememek:ruhu yitiriş;heyecanın bitimi;içte yanan ateşin sönmesi;filozofun laneti.:
tüm bu olanlar o ilk sebebin ya da o bütüncül bakış açısının getirdikleridir. Bizi kamçılayan
,bizi diri tutan şey belki de cevabını bulamadığımız sorulardır.Çocukluğun dünyasının daha
renkli daha keyif verici,daha karmaşık,daha yaşamaya değer olması gibi. Çoğumuz
çocukken bize farklı duygular yaşatan, merak duygumuzu kamçılayan tonlarca soru
sorduran filmleri yetişkinlikte izlediğinde bu filmin pek de bu vasıflara sahip olmadığını
görmüşüzdür. Yetişkinlikte çocukluğun getirdiği duygu yoğunluğu yoktur. Herşey nettir,
mattır;artık şaşırma duygusunun izleri çok silikleşmiştir. Dolabın kapısını açtığında yepyeni
bir dünyaya yepyeni bir serüvene giremeyeceğini biliyorsundur. Tecrübe insanı yontmuştur.
Belki çocukluğun ve ergenliğin getirdiği depresyon yoktur belki daha mutlusundur çünkü
duyguların daha sadedir. Dünyaya yeni gelenin yaşadığı o tekinsizlik o güvensizlik duygusu
yoktur;ilk şeylerin getirdiği korku, merak hep daha fazlasını öğrenme isteği;hep yeni bir
arayışta bulunma isteği,nesnelere ,duygulara,fikirlere bir anlam bulma çabası,bir yerlere bir
şeylere sürekli sığınma isteği;bir şeyleri değiştirme ,geliştirme yaratma iştahı yoktur. Ve belki
de bu iştah sonucu kendini dünyanın ,evrenin merkezi görme duygusu, etrafındaki tüm
hareketliliğin eninde sonunda kendiyle ilgili olduğu düşüncesi, kendini özel hatta kimi zaman
seçilmiş hissetme duygusu örneğin bir arabanın önüne atlasam da hayatımı kaybetme
m çünkü evrenin benimle ilgili planları var düşüncesi…İşte tecrübe,zaman tüm bu giysileri
yavaş yavaş ,herhangi bir plana uymaksızın, dikkatle ve hakkaniyetli bakıldığında da aslında
arkasında herhangi bir anlam barındırmaksızın üstümüzden çıkarı bizi yalın ,çaresiz
çıplaklığımızla başbaşa bırakır. İroni bu ya yeryüzüne geldiğimizdeki çıplaklık ve bundan
sakınmak için tüm merakımızla, iştahımızla , anlam arayımızla giyindiğimiz tüm bu giysileri
yine yeryüzü doğa, zaman artık her neyse üstümüzden çıkarır ve bu sefer giyinme şansı da
vermez bize ;çıplaklığımızla baş başa kalırız. Kimi bu anlamsızlık ve yorgunlukla yok olup
gider kimi de giyinme ihtiyacı duymaz (ki zaten öyle bir şansı da yoktur) .duygu
yoğunluğunu, anlam arayışını bırakır var olan durumla barışır ,en azından bunun için çabalar
ve buna inanmak ister. netleşir:artık karmaşa yoktur ,bitmek tükenmek bilmeyen sorular
yoktur, her şeyi anlamlandıracak tüm bu matlılığa renk katacak o meşhur anın
gelmeyeceğini bilir,Nietzsche “umut işkenceyi uzatır” derken haklı mıydı bilmiyorum ama bu
kabulleniş çocukluktan beri gelen , güvensizliği, tekinsizliği bitirir. Artık sihirli değneğiyle
gelecek bir peri yoktur ve kişi buna ihtiyacım da yoktur sloganına inanmaya çalışır ve bunun
için çabalar ve belki de bu yüzden mutludur ama çocukluğunu ve gençliğinin ilk yılların her
anımsadığında Cesur Yeni Dünyadaki John’un kurduğu şu cümleyi kurmaktan kaçınamaz:
”Ben mutlu olmak istemiyorum ki”.
Her ne kadar konumla ilgisi olsa da konudan biraz saptığımın farkındayım ve sanırım
bunu daha sonraki yazılarımda da yapacağım . Aslında bilinç akışı tekniğine yakın bir
teknikle içimi dökmek istiyorum ,belki de yazarak kendime bir tür terapi uygulamak
istiyorumdur. Yazarken konunun konuyu açması bilgisayarın başına gelmeden önce aklımda
bulunmayan, daha önce tasarlamadığım fikirlerin yazarken aklıma gelmesi ve bunu yazıya
dökmek hoşuma gidiyor.Dağınıklık içinde tutarlılık ve düzen oturtmaya çalışacağım.Fikirlerin
belli bir tutarlılık ve derdini anlatma ilkesine sadık kalmak koşuluyla ,kurallar tarafından
törpülenmesini, hizaya getirilmesini, istemiyorum, düşüncenin bir ırmak gibi akması
gerektiğine inanıyorum.İndirgemeciliğe ,ilk nedene tekrar değineceğim ve tabi ki özgürlüğe
de.
Evet, indirgemeci olduğumu söylemiştim, bunu söylerken başka bir şansım daha var
mı bunu da bilmiyorum. Youtube’da izlediğim bir Celal Şengör videosunda tümevarım ve
tümdengelimle ilgili bir konuşma yapıdığında bilginin tümevarımla değil tümdengelimle daha
doğru bilinebileceği insan yapısının buna uygun olduğu gibi bir şey söylenmişti. Konuyu fazla
uzatmadan benim için indirgemeciliğin belli bir bakış açısı savunmak, bir aksiyom ileri
sürmek ve ele aldığım konuyu bu bakış açısı ekseninde değerlendirmek ;doğru mu yanlış mı
var mı yok mu sorunsallarını buna göre belirlemek olduğunu söyleyebeilirim. Peki benim öne
sürdüğüm bakış açısı ne? Bir olguyu ele alırken, tartışırken neye göre bu konu hakkında bir
fikir oluşturmalıyım? Hemen şunu belirtmem gerekir ki ontoloji bir çok kişi gibi benim de ilgimi
çeken bir alandır ve yine bir çoğu gibi ben de bir konuyu hadi pratik hayatta olmasa bile(ki
bazen belki de çoğu zaman pratik hayatta da böyle düşünürüm) bile düşünsel hayatta
,metafizikte ,bir olguyu ele alıp tartışırken ontolojinin cazibesine kapıldığımı söyleyebilirim.
Öyle ki herhangi bir konunun incelenmesi ve sonrasında anlaşılması için yukarıda da
bahsettiğim gibi ilk neden kuralına inanırım daha doğrusu bu ben de güdüsel bir tepki olarak
ortaya çıkar. Bir konuyu nedenlerinden ve o nedenlerin de nedenlerinden ve nihai olarak ilk
noktadan bağımsız bir şekilde ele almak konunun yeteri kadar sorgulanmaması yüzeysel bir
çözüme varılması ve araya duyguların da girerek insani bir hata ve sonucun çıkması
anlamına gelir. Bir insan olarak kişinin duygularından, arzularından azade bir şekilde salt
aklın rehberliğinde bir sonuca varabileceğine inanmasam da ve çoğu filozofun öne sürdüğü
gibi aklın tutku ve arzuları dizginleyip onlara karşı hükümranlığını ilan ettiği şeklinde olan
savın tam aksine arzu ve tutkuların aklı bir araç olarak kullanıp onu kendi istek ve emelleri
doğrultusunda kullandığına inansam da normatif bir yöntem önerirsen bu ne olurdu
cevabının sorusuna verebileceğim yanıt bu olurdu; çünkü şu ana kadar aklın dışında
olgulara yaklaşımımızda doyurucu bir açıklama yapabilecek bir nesnenin bulunduğunu
görmedim. Sezgi, dürtü, itki gibi ertmenler belki çok önemlidir ve bazı insanları diğerlerine
karşı daha avntajlı duruma sokabilir fakat bu etmenlerin ve bunların ortaya çıkardığı
sonuçların oluşmasında başvurulan yegane mekanizma akıldır. Öyle ki sezgi akıl olmadan
aklın getirdiği birikim, şeyler arasındaki ilişki bu şeylere aklın yaptığı analiz olmadan çıplak
kalır ,tıpkı ağacı olmadan bir elmanın yetişemeyeceği gibi ,elma bir form olarak tadını,
şeklini, ağırlığını ve bunların bilgisini belki içinde taşır fakat bunları yaşama döndürebilmek
için ağacın varlığına, kudretine ihtiyaç duyar.Sezgi de ancak aklın verdiği birikimle doğru
noktayı hedefleyebilir, beklediği fırsatı elde edebilir ve meyve verebilir. Ve daha da önemlisi
sezgi anından sonra da ihtiyaç duyulacak yegane şey yine akıldır ancak bu nesneyle sezilen
tartışılabilir ,diğer nesnelerle ilişkisi saptanabilir ,doyurucu ve bütüncül bir sonuca varılabilir.
Yoksa çoğu sezgisi güçlü ve bu konuda diğerlerinden avantajlı olan kişilerin eğitilmeden,
akılla ilişikleştirilmeden; birikim sahibi olmadan yeteneklerinin heba olduğu görülecektir.
Peki nedir bu akıl ,her şeyden önce hak verirsiniz ki burada somut, insan yapımı bir
çıktılar toplamını, yani insan aklı ışığında tarihten günümüze kadar yapılan keşifler, icatlar
üretilen fikirler veya tüm büyük beyinlerin ,deha ve filozofların ürettikleri, fikir,yaklaşım, yorum
kısacası tüm yaratılarını, kastetmiyorum. Daha doğrusu kastetmemek zorundayım, benim
kastettiğim kavram soyut bir kavram olmak zorunda, çünkü insan aklı arzu ve tutkularının
etkisinde olduğu için ,herhangi bir olguyu ele alırken yetkin,hakkaniyetli, doğru bir tavır
takınması, doğru bir açıklama yapması çok zordur. Akıl kavramını ele alırken sınırlı
yapısıyla, önyargılarıyla, yaşantı ve tecrübenin getirdiği flulukla insan aklını ele alamam.
Eğer ele aldığım konuyu mükemmel bir şekilde irdelemek, tarafsız bir şekilde gözlemek ,
yanlışsız bir sonuçla nihayetlendirmek istiyorsam ele almak istiyorsam kullanacağım akıl
kusurlu, hatalarla örülü bir obje değil tam aksine mutlak doğru, mutlak kudretli, yanlışsız,
eksiksiz , mükemmel bir obje olmalı. Bu akıl Platon’un idealar dünyasında anlattığı bir idea
olmalı, akıl ideası olmalı. Öyle ki evrendeki karmaşık görünen bu yoğun bilgi, sonsuz
görünen bu cevher akıl ideasınınn bir tezahürü olmalı. Öyleki bu akıl kavramına herhangi bir
toz kondurulmamalı ,yanlışlanamamalı, evrende herhangi bir fikir çürütüldüğünde bu fikrin o
ideaya ait olmadığı anlaşılabilmeli. Ve öyle ki yukarıda bahsetmeme rağmen bu akıl ideası
objeleştirilmemeli, çünkü insanlar tarafından objeleleştirilebile her kavram kudretinden
kaybeder, eksik olmaya mahkumdur. Onun hakkında tatmin edici bir açıklama yapılamamalı,
sınırlı birikimimizle ancak tahminlerde bulunabilmeliyiz. Durağan olmalı,bir ruhu ,bir varlığı
olmamalı ;bu varlık somut bir madde olmayabileceği gibi, soyut bir fikirde olmamalı .Öyle
olmalı ki yer yüzünün tüm dehaları birleştiğinde dahi ve ona bir vücut giydirmeye çalıştığında
ve tam ona en yakın sanıldığı anda dahi kastedilenin o olmadığı anlaşılabilmeli. Bu bir ön
kabul olmalı . Hiç bir gözün göremeyeceği ,hiçbir düşüncenin tasavvur edemeyeceği bir şey
olmalı .Kestirilemez, öngürülemez, bulunamaz… Bundan milyon yıllar sonra bile ,en gelişkin
zamanlarda bile onun bulunamayacağı anlaşılabilmeli. Dediğim gibi bir varlığı olmamalı ,bir
hiç olmalı .Evrendeki en büyük bilginin, en büyük yöntemin, en büyük analizin sürekli
ulaşmak istediği ama ulaşamayacağını kabul ettiği ,ama buna rağmen ulaşmaya
çalışmaktan da asla vazgeçmeyeceği bir koşul olmalı. O hiçlik ne kadar da büyüktür:
bulunamaz, ulaşılamaz ,yok edilemez, tüm gücünü zaten hiçliğinden alan o dokunulamaz, o hiçbir sey olmayan şey…