(Parmak Uçlarını Kazıtan Kadın şarkısının (ağıdının) etkisiyle, gerçekler doğrultusunda yazılmış bir öyküdür.)
Küçük kırmızı termosundaki taze ama sıcaklığını yitirmiş kahveyi gördü. Kafasını kaldırdı, bir dikişte bitirdi. Sivri köşeli kahverengi masasına tutunarak ayağa kalktı. Odasındaki pencereden koşarcasına koridora dalan güneş ışıkları, duvarda yürüyen kadın gölgesi oluşturdu. Bir an durdu, ayaklarına baktı. Bob Marley söylerken nasıl dans ettiklerini hatırladı. Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Bir şeyler yemek için kalkmıştı ; vazgeçti. Başı dönüyordu. Odasına geri gitti. Sandalyeye düşer gibi bıraktı kendini. Belki de 1000. kez, duvardaki eski gazete manşetlerini inceledi. Hem öfke, hem yeisle bakıyordu 17 Ağustos başlıklı haberlere. Ömrünü milat gibi bölen lanet gün. On ye di a ğus tos. Ne kolaydı söylemesi! Hiçbir manşet, hiçbir şiir, hiçbir ağıt anlatamazdı içindekini. 45 saniyede sığınacak nesi varsa gömülüp gitmişti. Yıllarca okyanusun ortasına bırakılmış bir kağıt gemiydi. Battı, çıktı ama parçalanmadı. Bir başına ağladı, uyudu, büyüdü ve ağladı. Herkes gibi tutunacak dal arıyor, boğuluyor, çırpınıyordu. Sonunda “Evim!” diyeceği insanı buldu. En azından o öyle sanıyordu. Adam ardındaki yıkıma bakmadan gittiği gün, yanıldığını anladı. Ömrü boyunca tek başına savaşmaktan yorulmuştu. Kollarını kavradı, başı yarı istemsiz öne düştü. Sessizce ağlamaya başladı. Ardından yağmur gibi hiddetlendi gözyaşları. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, durdu, parmak uçlarıyla gözlerinin altındaki kırmızı-mor torbalara dokundu. Hışımla yanaklarını çizdi sonra. Tırnakları kan dolmuştu. Yerinen fırlayıp etrafına hızla bakındı. Masadaki bardaklar, kalemler ve sayfalar yere düşme yarışına girdi. Odası birkaç dakikada tüyler ürpertici bir yere dönüşmüştü. Öfkesi enerjisini tüketti, bitkin düştü. Saçlarını elleriyle arkaya itti. Gözleri buğulanıyordu. Etraf sıcak gelmeye başladı. Hareketleri yavaşladı. Az önce çığlık çığlığa bağıran kadından eser kalmamıştı. Masanın yanına çöktü. Yerde kıvrılıp dizlerini karnına çekti, gözlerini yumdu. Son uykusundan bir önceki uykuydu bu.
…
Uyandı. Ortasında yattığı harabe, odası olamazdı. Olmamalıydı. Eskiye kıyasla oldukça sakindi. Saat 16’ya gelirken yüzünü yıkadı, sigarasını içti. Yol parasını hazırladı, giyindi ve evden ayrıldı. Taksiye binip mekanın adını söyledi. Taksim’de işlek bir barda çalışıyordu. Artık çalışmayacaktı. Bara geldiğinde mutlu maskesini taktı, hiçbir şeyi yokmuş gibi çalıştı. O geceki mesaisini doldurduktan sonra, patronun şaşkın bakışları huzurunda istifasını bırakıp çıktı. Çıktığında saat geceyarısını geçiyordu. Araba sahipleri, metropol insanları uyuduğundan geceleri yollar kedi köpeğe kalırdı. Aralarından hızlıca geçip 1.50’de evine geldi. Dinlediği son şarkının Hople Leaves olmasına karar verdi. Dinlerken son sigarasını yaktı. Fazla oyalanmadan son’lar zincirini kıracak, son kez ölecekti. Bilgisayarını açtı. Eski dostu Güney’e bir soru yazdı. “En son sevgiyle dokunduğu, okşadığı yüzün izlerini parmak uçlarından dahi silmek istiyordu. Kazıtsa parmak uçlarını, silebilir miydi o izleri?” Cevabını kendisi bulacak, kimseye söyle(ye)meden öylece gidecekti. Tabii ya, en temiz silgi olmalıydı ölüm. Saat 2.50’ydi. “Gözlerinde korlu saklayan dolaptan” zehrini çıkardı, kaşıkta ısıttı. Hayatının aksine intiharı nizamiydi, dans eder gibi. Eroini ocaktan aldı, usulca enjekte etti. Parmak uçlarından soğumaya başladı vücudu. Ne kadar canlıysa saçları, o kadar ölüydü cesedi. Soğuktu, bembeyazdı, buz gibiydi. Parmak Uçlarını Kazıtan Kadın, şehrini öksüz bırakıp gitti.
ZEYNEP ÜSTÜN