Doğduğum günden bu yana üçümüz hep kardeş gibiydik. Mutlu günlerime kadeh kaldırdığımda ikisi de hep benim yanı başımda olurdu. Ergenlik çağımın ateşinde yanmaya başladığım o senelerde bundan üç beş sene sonra ikisinin önce birbirlerine, sonra da bana zarar vereceklerini hissetmeye başlamıştım. Ben, büyüyünce küçülenlerden değildim. Hissediyordum büyümenin külfetli ve meşakkatli yollarda adım başı çaresizlikle dolu olduğunu. Umudumu fani dünya gençliğine teslim ettiğim her an, karamsarlık çöllerinde leylasını aramaktan yine de vazgeçmeyen mecnun gibi hissediyordum. Sonraları anladım, biz üç kardeş olamazdık. Biz hep, ikilemde kaldığım vakit bile ikiye indirgenen doğru kararlar olmalıydık. Korkularım peşim sıra gelirken bir gün ikisinin kavgasına şahit oldum.
“ Onu, çocukluğundan beri ikimizi de bağrına basan onu çürütmek için planlar yapmaya devam edeceksin, öyle mi?”
“Evet! Çünkü onun yalnızca benimle yaşama hakkı var.”
“Tanrı’dan bir buyrukmuş gibi davranma, sen, aslında hiçbir şeysin. Sana verilen değerle insanları değersizleştiriyor, dünyalarına kumdan kaleler inşa etmelerine fırsat doğurabileceklerken onları meşru acılarla baş başa bıraktırıyorsun, artık ikimiz bir arada onunla olamayız, senin gitmen lazım anlamıyor musun?”
“Anlamlar, onlara yüklediğimiz değerle bir anlam kazanırlar. Aslında dünyada iyi sandığımız her şeyin kötü bir tarafı vardır, sen de bunu göremeyecek kadar kör müsün?”
“Laf ebeliği yapma! Demagoji yağmurlarına karşı alerjim var benim…”
“Bak canım, yıllarca aslında birbirimize katlanmak zorunda olan iki yetim çocuk gibiydik. Artık birbirimize katlanmak zorunda olmadığımızı biliyoruz, iyiliğin bir hükmü yoktur. Pembe gözlüklerin her daim geçerliliği yoktur bu hayatta, bu yüzden gidecek biri varsa o da sensin.”
Kavgaları kızışmaya başlayınca dayanamayıp aralarına girdim.
“Hey, hey hey! Size neler oluyor böyle, bu neyin kavgası?”
Başımdaki çaresiz şapkam bağırışlarımla birdenbire yere düşmüştü. Rüzgâr değdirmiştim başıma, umutlarını yiyip tüm gün obez gibi olmayı dileyip zayıflıktan öleceğini hisseden biri gibiydim şimdi.
“Ooo! Hoş geldin, biz de artık yaşantının geri kalan kısmında seninle kimin kanki olacağı konusunda tartışıyorduk. Gerçi durum hep belli de, maksat kalbin kırılmasın; adet yerini bulsun hesabı sana sormuş gibi olalım.”
“Benimle kimin kalacağımı?”
“Evet, tabii! Hayatının dengede olabilmesi için artık birimizden birinin gitmesi gerekiyor. Sen inga dediğinden beri seninle birlikteyiz, hayatının dengesizliğini fark edebiliyorsundur herhalde”
“Yoo, hayatımda güzel şeyler de oldu, oluyor.”
“Öyleyse bundan sonra olamayacak, çünkü her zaman dediğim gibi iyi şeyler sadece senaryosu mutluluk kokan kötü filmlerde olur.”
“Pesimizm! Kes sesini artık, sen, sen ne yaptığını zannediyorsun? Hayata her daim siyah gözlüklerle bakamaz bu kız, neden hayatta her şeyin hep ama hep kötü gideceğine dair onu ikna etmeye çalışıyorsun?”
“Durun, durun bir dakika, optimizm senin benim avukatlığımı yapmana ihtiyacım yok. İkinizi de kendim gibi tanıyorum ve pesimizm’e ne cevap vermem gerektiğini gayet iyi biliyorum. Bak pesimizm, sen ve optimizm’le senelerimi geçirdim. Hayatın iyi yönlerinin kahve falındaki temenniler gibi basit olmadığını ve hayatın kötü yönlerinin film karakterlerindeki kötü adamlar kadar kötü olmadığını öğrendim. Bu yüzden ben, çocukluğumdan beri ikinizi de yanımda taşıyorum; ikinize de kardeşlik ediyorum. Ama eğer siz böyle didişmeye devam ederseniz hayatın kötü yanlarıyla iyi yanları nasıl kardeş olabilir ki?”
Pesimizm, kuaföre annesinin zoruyla götürülüp saçının kesilmesine mani olamayan bir çocuk gibiydi şimdi. Karamsarlık gözlüklerimin siyahı lekelenmişti, ben onu bile temizleme ve beyaza yakıştırma niyetindeydim. Optimizm’in optik okuyucu gibi olmadığını biliyordum, biz hangi şıkkı işaretlersek o, her zaman onu seçmeyebiliyordu. Cazibeli ve tılsımlı yanları vardı; bazen bize iyinin kendi özünde saklı olduğunu ve bizim iyiye bakış açımızla alakalı olmadığını fark ettirmeye çalışıyordu.
“Güneşli günler daima yaşar pesimizm. Güneşli günler hep vardır, güneş batsa bile gökyüzünün karanlığında yaşar; sabah yeniden doğabilmek için. Hayat her daim kötü senaryolardan ibaret değil ve yaşamda her daim kötü insanlar yaşamak için can atan değil. Kötülerin de ölmek için silahları vardır, onlar da dünyanın kötülüklerinin kendilerinden daha iyi olmalarını istemedikleri için kendilerini öldürürler. Bence hep karanlığı göstermeye çalışma insanlara, bırak, aydınlığın hep aydınlık olduğuna inansınlar.”
Optimizm kılıcını kuşanmış gibiydi Pesimizm’e karşı. İyimserliğin kötümserliği yenebilmek için hep iyi planları vardı.
“Seni duymuyorum, seni duymuyorum!” Bu kadar sene seninle birlikte bu kızcağıza yakın olmaya çalıştığım yeter. Artık sadece ben onunla kalacağım.”
“Pekâlâ, sakin olun. Bakın, isterseniz şöyle yapalım. Yazı- tura atalım mı?”
“Benim böyle çocukça oyunlara karnım tok. Hile yaparsınız siz.”
Pesimizm, kendisi de başta olmak üzere herkesin ve her şeyin kötümserlik ateşiyle yandığı kanaatindeydi. Güvenmiyordu. Tıpkı biz insanlar gibi o da güven sorunu yaşıyordu. Zaten kötülüğü yaşatan hep güvensizlik değil miydi? Birinin bize verdiği sözü tutmayacağına dair olan güven duvarlı inancımız o kişinin bize hep yanlış yapacağını hissettiriyordu. Bu durumda devreye giren pesimizm oluyordu.
“Hayır, ben hile olacağına inanmıyorum. İnsanların hilekârlıkları savunma kalkanlarıdır. Tuzağa düşmemek için tuzağa düşürmeye çalışırlar. Eğer sen araya girmezsen ben arkadaşımın bize hile yapmayacağına inanıyorum.”
Optimizm ise bütün iyimserliğiyle yine beni savunuyordu.
“Tamam, tamam! Yazı- turadan vazgeçtim. Peki, bakalım sizin bir öneriniz var mı?”
Topu onlara atarak iyi bir şey yaptığımı düşünüyordum. Hâlbuki iyimserlik ile kötümserliğin kafa kafaya verdikleri yerde sonuç ya iyi, ya da hep kötüdür. Riskin namuslu sandığı en büyük namussuzluk da budur zaten. Ben bunları düşünürken onlar birbirlerine sinsi sinsi bakıyorlardı. Aslında bana kalırsa ikisi de birbirine kaynaşmıştı bunca yıldır, sanki kendilerinden birbirlerini doğurmuşlardı. İyi de biliyordu yaşamda kötünün olması gerektiğini; kötü de biliyordu yaşamda iyinin olması gerektiğini… Peki, bunca yıldır birbirlerini çektiler de şimdiki bu savaşları neydi?
Pesimizm daha fazla dayanamayarak çantasındaki bıçağı çıkarıp Optimizm’e saplamak için hamle yaptı. Optimizm hiç kıpırmadan bıçağa ve pesimizm’e bakıyordu.
“Bu bıçak bana saplanırsa iyi yaşar, kötü ölür bu yüzden korkmuyorum. Çünkü kötü’nün iyi’yi öldürmek için hamle yaptığı yerde aslında yaşayan kötü değil; hep iyidir. Şimdi, dene istersen.”
Pesimizm elinde bıçakla bir bana, bir de Optimizm’e bakıyordu.
“Evet, haklısın. Bu bıçağı sana saplamamam gerek. Kime saplayacağımı da çok iyi biliyorum!”
Hedefini seçtiği için sinsilikler diyarından alkış tufanı alan biri gibi sinsi sinsi bana bakıyordu.
“Yoo, pesimizm bunu yapmayı düşünmüyorsun, öyle değil mi? Bak, bakın, konuşup anlaşabiliriz. Lütfen kendinize gelin. Sen beni öldürünce eline ne geçecek?”
“Biz birbirimizi yok etmeye çalışırsak iyi ve kötü kavramları birden yok olur. Ama ben seni öldürürsem bir insan ölür, bin insan kötümserlikle var olur.”
Duyduklarıma inanamıyordum. Biz üçümüz ben doğduğumdan beri kardeş gibiydik. Kardeş düşman olur muydu hiç? Habil ile Kabil’i hatırlayıp acı dolu gülümsememi takındım.
“Durun, lütfen anlaşabiliriz. Yine üçümüz bir arada olabiliriz. Sakin olun, Pesimizm bırak elinden şu bıçağı, lütfen!”
Ben ona doğru adım atınca birdenbire ne yapacağını şaşırıp bıçağı elinden düşürdü, yerden almak için hamlemi yaparken ben; optimizm benden önce davrandı ve bıçağı alıp pesimizm’e hiç düşünmeden sapladı. Pesimizm kanlar içinde yere yığılmıştı ve bu olanlardan sonra ben gözlerime inanamıyordum.
“Optimizm ne yaptın sen?”
“Ben müdahale etmeseydim o seni öldürecekti”
“Ama sen her şeyin her daim iyi olduğunu, çözüm odaklı olmamı ve yanlış kararlar ile yanlış hamleler yapmamam gerektiğini söylerdin. Katil oldun, pesimizm’i öldürdün! Dünyada artık iyiliğin var olabileceğini düşünüyor musun şimdi? Sen de onun gibi kötü oldun.”
Optimizm, elindeki bıçağı yere atıp yere çöktü.
“Belki de işte hep bu yüzden biz sen doğduğundan beri üç kardeş gibiydik. İyimserlikle dolu olduğumuz anda dahi yaşamda kötü şeyler olmaya devam eder. Biz kendi hayatımızın büyüsüne dalar, kendi pembe gözlüklerimizi düzeltme ihtiyacı hisseder ve bu yüzden giden canlara, yaşanan kayıplara, savaşlara, ölümlere; düşmanlıklara aldırış etmeyiz. Dünyanın neresinden hayatına ne şekilde bakarsan o şekilde yaşarsın deriz. Aslında hayır, siz iyi şeyler düşündüğünüzde ve optimistliğinize sevgi enjekte ettiğinizde yine de yaşamda kötü şeyler olmaya devam eder. Evet, belki de biz bu yüzden sen doğduğundan beri üçümüz hep kardeş gibiydik. Şimdi pesimizm öldü; dünyada kötü şeylerin olmayacağını iddia edebilir misin? Şu fırtınada karda donan çocukların olmadığını ve mendil satıp evlerine ekmek götürmek için çabaladıkları anlarda ellerinin soğukluğunu hissedemezlerken sen yine de her şeyin hep iyi olduğunu söyleyebilir misin? Optimist’in bardağın dolu tarafını görmekteki tek amacı yaşamın, aslında iyi ve kötüyle her daim yaşanılır olduğunu kanıtlamasıdır. Optimist’in bile kötüyle baş edebileceğini sandığı yanılgıları vardır. Oysaki dünyanın penceresinden insanlığa baktığında iyiyle kötü zaten hep iç içe olandır. Ben şimdi pesimizm’i öldürürken aslında optimizm’i de öldürdüm. Yarın güneş yeniden doğduğunda biz başkalarının inancında yaşamasak da iyilik ve kötülük yine de bir arada olacaktır.”
Optimizm sözlerini bitirdikten sonra kanlar içinde olan pesimizm’e baktım. Derhal polis çağırmalıydım. Optimizm’i kaderine razı gelebileceği yere; hapishaneye atmalılardı.
Ben polisi arıyorken optimizm bıçağın kör tarafıyla bileğini kesmişti ve pesimizm’in yanına öylece yığılmıştı. Şaşkın gözlerle ikisine birden bakıyordum. Yarın güneş bana yine doğacaktı; hayatımda güzel şeyler yine olacaktı, yalnız, beni üzecek olan gerçeklere de bağışıklık kazanmalıydım. Aslında ikisi de sadece bizim inancımızla var olandı; hayatı güzel kılabilecek olan tek şey hayatın her daim yaşanılır olduğuna dair olan inancımızdı. İyisi ve kötüsüyle… İkisi de aslında hiç olmayan mıydı?
Şimdi ben ne olacaktım? Optimist ve işine gelince de pesimist olup kendine acıyan mı?
Evet, sorun her daim biz insanoğlundaydı. Biz, işimize geleni bahane olarak satın alır; fiyatı pahalıysa birilerinden borç alır ama yine de alırdık. Bizim işimiz bahaneydi, bahane tüccarlığıydı. Pesimizm ve Optimizm ise satın aldığımız bahanelerimizin suçsuz öksüz ve yetim çocuklarıydı. Her şey yine biz insanoğlundaydı. İkiyüzlülükten, fırsatçılıktan, yalan dolanlardan vazgeçip fırsat eşitliğinden, dost çığırtkanlığına; dürüstlükten samimiyete yol almayı seçtiğimizde bile iyilikle kötülük aslında hep bir olandı…
Dilara AKSOY