Sonbaharın birlikte getirdiği ne varsa, bir rüzgar gibi, savrulan bir yaprak gibi sürükleniyordu genç kadın, nereye gittiğini bilmeden. Hüzün kokan sokaklar arasında, sahipsiz bir şemsiye gibi dalgalanıyordu yağmurla. Fakat görünmezlik ciğerine işlemişti sanki. Onca insanın, onca yalnızlığın ve onca kimsesizliğin arasında fark edilmiyordu. Siyah saçları gri gökyüzünü süslüyordu. Gökkuşağını bekleyen çocuklar kadar masumdu oysaki. Yağmurun varlığından anlamsız bir keyif duyuyordu. Tırabzanlarda kendiyle yüzleşen onca insanın arasından, daha önce birçok kez ölmüş yaşlı bir şair misali usulca geçiyordu. Siyah saçlı genç kadının kanadı kırıktı. Fakat bilmezdi kimseler. Kanadı kırık kuşlar, rüyalarında daha yüksekten uçardı.
Uyandığında güneş yeni doğuyordu belki de. Bu saatte uyanan diğer herkes gibi, sadece yaşamaya programlanmış bir robotun telaşına kapıldı. Üşüdüğü halde camı kapatmalı mıydı gerçekten? Yoksa sanki hiç çıkmamış gibi geri mi girmeliydi hala sıcak olan yatağına? Cevaplamadığı onlarca soru gibi, bu soruyu da çaresiz bırakarak olduğu yerde durdu. Zamanın geçmesini beklermiş gibi, sanki zaman hiç geçmeyecekmiş gibi baktı etrafına. Beklenen dakikaları yavaş yavaş öldürdü. Güneş vurmaya başladığındaysa cama, sanki hiç yaşanmamış bir anı gibi, bu sabahı da arkasında bırakarak yağmuru dinledi yatağından. Yastığa günlerdir ilk kez başını koyan bir madenciydi sanki. Siyahlar içinde, güneş kendini yok edene kadar uyudu. Kimden bahsettiğini bilmeden, belki de adressiz bir mektup yazarmış gibi, birkaç söz söyledi içinden. “Bir sabah,’’ dedi.