Hazırlayıp önüme sunmam gereken onlarca soru var gözkapaklarımın ucunda. Bu gece anımsayıp tekrarı yapılmadan bitireceğim hepsini. İçimde bir takım kırgınlıkları yaşayabilmiş olmaktan kaynaklanan bir buruk sevinç dolaşıyor. Sabaha doğru kandırmaya başlayacağım kendimi, onun yerine başka birini düşünerek uyanacağımı hayal edip bu şekilde davranmanın miladını başlatacağım bu gece. Ay, ileride eşsiz bir güzellikte batmaya hazırlanıyor. Kapının o anda birdenbire çalındığını hisseder gibi oluyorum. Aldanmalara güvenmek beni hala, çok tuhaf bir biçimde mutlu ediyor.
Ondan kaçmaya çalışırken, sonradan anladım kendimden kaçmanın aptallık olduğunu. Dengemi arıyordum, kaçışı sonlandıracak çıkmazdan kurtulacağım o umudu. Dengemi nasıl bulacaktım? Aşka sahip olmanın bedeliydi belki de onda esir olmak. Kendi oluşturduğum labirentin faresiydim. Kendime ulaşmak adına verdiğim mücadele de aşkın koridorlarında koşmaktı.
Oradaydım, değişkenliğin hiçbir zaman değişmediği yerde. Ve oradan sürekli değişen bu hayatın kareleri arasında en çok görmek istediğim pozların arasında, istediğim kentlerin, kaçışların sonuncusunda başka şeyler deneyerek ortaya çıkarıyorum. O geceyi, yıllardır olduğu gibi sonsuz boğulmalarla sürüp giden, konuşmaların, dokunuşların hep bir yerde anlamını yitiriverdiği gecelerden birini daha yaşamla, eve döndüğümde hiçbir şey düşünmeyecek kadar sarhoş, yatağa uzanıp kalakalmak için…
Denizin yolumla kesiştiği yerden baktım hayatıma. Issızlığın kalabalık olarak algılandığı bu dalgakıranların yanında hayatımdaki durağanlaşan her şeyi değiştirmek için kendimce karar aldığım günü hala hatırlıyorum. Günün birinde dünyanın ışığını birdenbire değiştiren o rastlantının nedeni yıllar yılı anlayamadığım bir düş yıkımına dönüşmesinden sonra gittim, hep uzağa, herkesin dediği gibi unutmak için. Ne de çok görüntü girdi yaşama, yüzler, köprüler, duvarlar, kuşlar, sokaklar, parklar, kitaplar, bana bütün yaşamım boyu silinemeyecek, o, bir yere ait olamam duygusunu kazıyan sayısız ayrıntı…
Mevsimsiz Sohbet’ten