Bugünlerde bir garip merak sardı benliğimi. Günün hareketliliği nerede başlıyor acaba? İlk olarak duraklar dikkatimi çekti. Toplu taşıma durakları. Kendi işimi yaptığımdan çok erken saatte dışarı çıkmam. Dolayısıyla duraklardaki hareketliliği fark edemem. Bu sabah erken çıkmaya karar verdim. Manzara ürpertici olduğu kadar renkliydi de.
Genç bir anne yeni okula başlamış olan çocuğunun elinden tutup çekiştiriyor. Geç kalmıştır okula. Servisi kaçırdığı için annesi götürmek zorunda kalmıştır. Çanta annenin elinde, çocuk hala uyukluyor,anne söyleniyor; “ben biliyordum bunları yaşayacağımı. Ne olurdu sanki o arabayı alsaydı. Şimdi bu sıkıntıyı çekmezdim. Neymiş efendim anasını umreye yollayacakmış da hele araba kalsınmış da…” Anlıyorsunuz ki çocuğun geç kalmasının faturası eşine ve kaynanasına kesilmiş. İki durak vardır okul ile evi arasında ama geç kaldığı için dolmuşa binmek zorundadırlar..
Beri taraftan eteklerini çırpa çırpa, çantasını kolunun altına sıkıştırmış iki teyze geliyor. Sıradaki araca yetişmek gayretindeler. Bir yandan da birbirlerine laf yetiştiryorlar. Siz o kadar lafı sabah sabah nerden buluyorsunuz diyesi geliyor insanın. Merakımdan teyzeler ile birlikte biniyorum araca. Oturacak yer bakınırken teyzelerden birinin telefonu çalıyor. Telefonu çantadan bulmak maksadıyla bütün müziğini bize dinletiyor; “medineye varamadım…” Bir yandan da yanındakine bu müziği oğlunun yüklediğinden, kendisinin ne kadar sevdiğinden, dinlemekten usanmadığından bahsediyor. Müzik bitmek üzereyken buluyor telefonu; açışı bir başka zaten; “ha!” Hemen arkasından araca yeni bindiği, kiminle bindiği, kaçıncı durakta olduğu, evde kimi bıraktığı bilgilerini öğrenmiş oluyoruz; bağırarak konuştuğu için. Telefonu kapatır kapatmaz da karşısında oturan daha doğrusu uyuklayan amcaya ayrıca bilgi veriyor; “bacımın torunu bademcik ameliyatı olacak. Korkuyormuş. Bademcik önemli bir şey değilmiş. Doktor ameliyatın kolay olduğunu dediydi. Biz de yanında olmak için gidyoruz.” Son cümlesinden hastanenin ilgili kısmının epeyce kalabalık olacağını anlıyoruz.
Merak edip hastanın yaşını sormak istiyorum, ne soracağımı anlamış gibi “yirmi beş yaşında” diye konuşmadan susturuyor beni. Amca da şifalar dileyerek uyuklamasına kaldığı yerden devam ediyor.
Beri taraftan bir delikanlı güya kulaklıkla müzik dinleyecek kulaklık son ses. Ağzındaki sakızı evire çevire çiğniyor, küçük küçük balonlar yapıyor ve etrafa fütursuzca bakınıyor. Bir taraftan da başıyla müziğe ritm tutuyor. Kendisi ile birlikte tüm araçtakiler dinliyor müziği aslında. Hele o pantolonun hali, insanın hayrına pantolununu yukarı çekesi geliyor. Yavrum sen öğrenci misin, başka bir şey mi? Okula mı gidiyorsun başka bir yere mi belli değil. Hastası olan teyze tövbeler çekerek başını sağa sola sallıyor. Hemen yanındakine ahlak dersi vermeden edemiyor; “bacım kıyamet yakın. Başımıza taş yağacak. Şu gençliğin hali içler acısı. Bunların ana babaları yok mu?” diye söylenirken genç kendisinden bahsedildiğini anlıyor, ilk durakta iniyor.
Takım elbiseli bir beyefendi elinde telefonundan günün haberlerini kontrol ediyor. Arasıra başını kaldırıp nereye geldiğimizi kontrol ediyor. Dış dünya ile irtibatı kesik.
Öğretmen olduğu kıyafetinden ve elindeki dosyalardan belli olan bir hanımefendi kahvaltı etmeden çıkmış olmalı ki hızlı hızlı elindeki simidi bitirmeye çalışıyor. Ara sıra meyve suyundan yudumluyor. Gözleri hep camda. Aracın içerisi ile irtibatsız. Şimdi bu öğretmenin öğrencilerine kahvaltı etmeden evden çıkmamaları konusunda hatırlatmalar yaptığını düşlüyorum. Ne kadar etkili olur acaba? Kendisinin biraz daha uyumak istediği gözlerinin şişliğinden belli. Nasıl kahvaltı yapsın. Ya çocuklar? Düşünmekten vazgeçiyorum.
Bu sabah telaşının dönüş versiyonu ise bence evlere şenlik… Hele de akşam oluyorsa. Yine koşa koşa durağa ve de sıradaki araca binmeye yetişme çabaları. Çocuğunu okuldan almış bir başka annenin feryadı. (Sabahki çocuk servisle döndü çünkü.) Teyzelerin gün boyu yaptıklarının raporu. Yaşlı amcanın bu defa günün yorgunluğundan uyuklaması. Kulaklıklı gencin dağılmış üstüne başına rağmen değişmeyen müziği. Öğlen yemeği bile yiyememiş öğretmenin evine aldığı ekmeğin ucunu tırtıklaması.
Şartlar mı böyle gerektiriyor, gerçekten hep böyle miydi bilemiyorum. Sadece toplum olarak yavaş ilerlediğimizi, bencil olduğumuzu, kendimizden başkasını kaale almadığımızı, bilinme isteğimizi, dediğimizi yaptırtma isteğimizin yoğunluğunu gördüm. Ne kadar az okuduğumuz, taklit ettiklerimiz, özendiklerimiz, tarzımız ile belli olurken yenilenmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu farkettim.
Bu halden başta kendimi sorumlu tuttum ve işimi bitirir bitirmez kitaplarımın arasındaki dünyama gömüldüm. Onlarsız yaşamanın telaşlı fakat boş telaşlı, kaygılı fakat kendine kaygılı, sıradan ve bayağı olduğunu bir kere daha anladım. Küçümsemek değil ama böyle olmamak için azmettim.