Bedenimi hırpalayan uğultunun pençesinde, gecenin karanlığına ve tipiye karşı koymaya çalışarak yürüyorum. Soğuk ne zamandır tek gerçeğim bilmiyorum. Bacaklarım, kendini tekrarlayan hareketlerle ileri atılmaya çalışırken içine gömüldüğü beyazlığın ortasında var olup olmadıklarını kanıtlamak istercesine batıp çıkıyor. Islık çalan rüzgar yüzüme vuruyor, uçuşan kar taneleri derimin altına işliyor. Adam yerine konulmadığımı hissediyorum. Görüşüm bulanık, beyaz örtü her şeyi sarıp sarmalıyor. Emin değilim, artık hiçbir şeyden emin değilim. Ne dışımdaki ne de içimdeki fırtına dinmiyor. Derinlerde bir yerde kapanmayacak bir yara açılıyor.
Ellerimin arasından kaymaya başlayan, geriye ne kaldığını bilmediğim aklımda ulaşmaya çalıştığım binalar, o kara siluetler var. Birden sertleşen rüzgarın elleri omuzlarımdan tutup beni kendine çeviriyor, donuk yüzündeki ürkütücü gülümseme, söylediği ninni ile kandırmaya çalışıyor. Elinden kurtulmaya, o son rüyaya dalmamaya çabalıyorum. Beni öldürecek kadar önemsiyor. O’nu sevmemi, kabullenmemi, artık mücadele etmememi istiyor. Ölüm, donmaya yaklaşan varlığım için öte dünyadan getirdiği hediyelerini önüme sererken. “Uzan buraya… Seni ısıtacağım, uzan ve uyu…” diyor.
Kendini tekrar eden adımlarım ve düşüncelerim dengemi kaybetmemle bölünüyor. Ayağım kayıyor. Bedenim beyaz örtünün içine yüzüstü devriliyor. Aşağıda, karın altında gizlenen büyük bir taşa çarpıyor başım. Yüzüm sebebini anlayamadığım bir şekilde ısınıyor. Dizlerimin dibindeki beyazlığa kızıl damlalar dökülüyor. Açılan yaralardan akan kan bir süreliğine bile olsa yüzümü hissetmemi sağlıyor. Yanaklarımdaki kızıllık küçük ve biçimsiz bir sakal gibi çenemde donup asılı kalıyor. Hep aynı sorular takılıyor aklıma; neredeyim, ne zamandır yürüyorum, kimim? Cümle kuramıyorum, sorular kafamda dolaşan karakalem siluetlerle cevaplanıyor. Tipinin hafiflediği, doğanın çılgınlığı ve çığlığının azaldığı bir anda düşüncelerimi duyuyorum; “Binalara ulaşmalıyım…” Ulumaları duyabiliyorum. Kırmızı gözler, salyalara bulanmış sivri dişler bana doğru yaklaşıyor.
Bedenimi kaldırmaya çalışırken sağımda, karanlığın içinde yükselen korkutucu, rüzgarla oynaşan karın dalgalandırdığı karaltıları fark ediyorum. Düşmeseydim göremeyeceğim, fark etmeden yanından geçip gidebileceğim, kıyısında uyuyup ölebileceğim aradığım siluetler önümde duruyor. Arkalarında ışıldayan projeksiyonlarla hatları keskinleşen binalar hafifleyen tipinin içinde üzerime kapaklanan eski zamanlardan kalmış, artık anlaşılamayan bir dilde yazılmış mezar taşları gibi. Kafamdaki karalamalar bu tekinsiz gölgelerle eşleşiyor. İçerde ne olduğunu biliyorum; kıvranan, dolanan, tıslayarak birbirini ısırmaya çalışan karanlık şeyler. Birbirlerini tepelemek için alt alta üst üste dövüşüyorlar. Kötücül bir kovan gibi uğulduyorlar gözlerimin önünde. Onlara ulaşıp ulaşamayacağım konusunda kararsız kalıyorum. Yavaşlayan kar beklemediğim bir huzurla yağmaya devam ediyor. Kulağımda geride bıraktığım tipiden kalan fısıltılar, anlaşılmaz konuşmalar var. Bunları yaşadığıma inanamıyorum. Hayatımın üstüne beyaz bir uyku çöküyor.
Uyku ve uyanıklığın yer değiştirdiği o anda, binaların çeperlerinden sızan ışığın önünden geçen gölgeler görüyorum. Bana doğru geliyorlar. Vücudumu zorlukla doğrultmaya, yüzümü yaklaşan gölgelere doğru çevirmeye çalışıyorum. Saatlerdir titremekten, kasılmaktan birbirine geçmiş kaslarım hareket etmemi zorlaştırıyor. Bütünlenen, gittikçe küçülen gölge aramızdaki kar örtüsünü yararak hızla yaklaşıyor. Gözlerim ne gördüğünü anlamlandırmaya çalışırken alnımdan akmış, donmuş kan görüşümü engelliyor. Yüzüm acıyor. İsmimi duyuyorum. Sese ulaşmaya için emekliyorum. Bana yaklaşıyor. Yüzümü ona çeviriyorum. Karanlık çöküyor. Perde kapanıyor…
***
Ağustos’un son günleri yaşanırken Behramkale’de, Assos kazı alanında geçirdiğim üç aylık döneminin ardından yüksek lisans sürecimi tamamlamış, ani bir kararla akademik kariyerime devam etmek, uzun süredir ertelediğim kısa dönem askerliğimi yapmak için Ekim’de orduya başvuruda bulunmuştum. Askerlik, yapmak istediğim bilimsel kariyer ve akademik umutlarımın önünde duruyordu. Askerlik şubesine başvurum, birkaç haftada tamamladığım test ve sınavların ardından altı aylık kısa dönem askerliğimi Ankara’da yapacağımı öğrendim. Ailem ve dostlarım başkentte askerlik yapacağım için mutluydu. Tanıdığım herkesin “askerde mantık arama” uyarılarını kulağıma küpe yaptığımı düşünürken, aslında aylarca başka insan görmeden yaptığımız kazı çalışmalarıyla askeriyeyi orantıladığımı, ne büyük bir hata yaptığımı bilmiyordum.
Kasım ayında Ankara’nın göbeğindeki acemi birliğime katıldım. Kısa dönemlere takılan “Poşet” rütbesi, başkentin bitmek bilmeyen askeri denetim ve eğitimleri, insanın içinden geçen bıçak gibi keskin kurak iklim rüzgarları, 150 kişiyle uyumanın çok sesli nevrotik halleri, içimizde büyüyen kaygı. Herkes gibi kendimi sorgulamaya, günler geçmesine rağmen nerede olduğumu algılamaya, alışmaya çabalıyordum. Kimimiz uykusunda konuşuyor, geziyor, küfür ediyordu. Aramızda cinlerin kendisi ile cinsel münasebete girmemesi için yorganı tüm bedenine sarıp kıpırdamadan sırtüstü uyuyanlar, tuvaletini yapmadan önce bir kaç dua okuyup ıkınmadığı zamanlarda eli ile kıçını kapatanlar vardı. Tuvaletin duvarına kendi bokuyla “BOKU YEDİN!” yazan insanlarlaydım. Bu garip dünyanın içinde çok erken gün saymaya başlamıştım. İstanbulluydum, poşettim ve daha da kötüsü Assos’ta fazlasıyla sıcak geçen yazın ve üç ay arazide, güneş altında yaptığım kazı çalışmalarının sonucunda geçmeyen bronzluğum ile askeri kamuflajım garip bir tezat oluşturuyordu. Uzun dönem askerler için bir dalga geçme abidesiydim.
Birliğe katıldığımız gün duş olmadığı, hamamın ise arızalı olduğu söylenmişti. Bir haftanın sonunda askerden yükselen kokuyu bastırmak gittikçe zorlaşıyordu. Bunca kişinin dokuz lavabolu bir tuvalette tüm vücudunu temizlemeye çalışmasını ve sırada bekleyenlerin homurtusunu, küfürlerini anlatmak bile istemiyorum. Haftada bir zorlukla tuvalette yıkayıp ertesi gün giymek zorunda olduğumuz, ranza demirlerinde kurutmaya çalıştığımız kamuflajlar, yer ve sahip değiştiren eşyalar, son ekmeği aldığı için “o ekmek benimdi!” diye çorba dolu demir tası ters çevirip birbirine saldırmaya, insanlıktan çıkmaya başlayan mühendisler, mimarlar, öğretmenler, profesyonel meslek sahipleri. O kavgayı unutamıyorum. Arbedenin içinde şaşkınlıkla geri çekildiğimi, odanın köşesinden kargaşayı, mantıksızlığı izlediğimi, bize kahkahalarla gülen Ekrem Uzman Çavuş’u hatırlıyorum. O gün tellerin arkasında düzenli görünen ama kendi içinde hiçbir yere ait olmayan tekinsiz bir dünyada olduğumu fark ettim. Donmuştuk, hayat akmıyor ve dışardaki tüm mantıksızlık, umutsuzluk bedenimizde bulduğu her boşluktan içimize akıyordu. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Panik atak geçiriyordum. Yemekhaneden dışarı çıktığımda arazideki teller gözümde büyüyordu. Onlara doğru gidip buradan dışarı çıkmak istedim. Aynı şeyleri hissediyorduk ama kimsenin bunları konuşmaya niyeti yoktu. Kamuflajımın kirden sertleşmiş kumaşı, garip kokusu beni zehirliyordu.
Olumsuzluklarla baş etmeye çalışıyorduk. Ankara’nın içinde oluşumuz, tellerin arkasından insanları, evleri, yolları görebilmemiz bizi sakinleştiriyordu. Hayatın olduğuna, devam ettiğine dair kanıtlar görmek içimizi rahatlatıyordu. Bazen, boş olduğumuz zamanlarda uygun bir yere oturup onların hareket halindeki hayatlarına bakıyor, nasıl yaşadıklarına, kim olduklarına, nereden nereye gittiklerine dair hikayeler uyduruyorduk. Zaman tellerin dışı ve içinde hayat çok farklı ilerliyordu. Hiçbir yere gitmiyorduk, geride kalmıştık, her an biraz daha kaybolurcasına sessizleşiyorduk. Buna alışmayı umuyorduk. Alışmalıydık.
Bazen düşüncelerim Ankara’nın gri gökyüzünden Assos’un lacivert denizine, Akropol’deki Athena Tapınağı’na, o yükseklikten denize bakan kazı alanına gidiyordu. Sıcak topraktan yükselen buğunun içinde dalgalanan köylü siluetlerini görüyordum. Kazma, kürek, el arabası sesleri cırcır böceklerine karışıyor, bulunan bir mezarın sevinci içine yüzüstü eğilerek bir fırça ve neşterle saatler süren çalışmalara dönüşüyordu. Sıcak, ter, kas ağrıları, tüm o hissiyatlar dokunabileceğim yakınlıktaydı. Güneşin altında sürdürülen sekiz, dokuz saatlik çalışmanın ardından kazı evinde tuttuğum raporlar, buluntu, kemik tasnifi ve keramiklerin yıkanışı. Önümde duran açık, lacivert denizin karaya doğru güçlü bir akıntıyla savruluşu, uzakta, sislerin arasındaki Lesbos adası. Hatırladığım vahşi güzelliklerdeki özgürlüğüm tellerin arkasında izlediğim Ankara’nın ifade yoksunluğunda yeni panik ataklar doğuyordu. Alışmalıydım. Hepimiz başka bir şeye dönüştüğümüzü hissediyorduk. Ne kadar ileri gideceğimizi bilmiyorduk. Kabulleniş, inkar ediş şekillerimiz farklıydı sadece.
İlk ay bitmek üzereydi. Yemin töreni gelip çatmıştı. Ankara merkezde, acemi birliğimde kalacağımı, geriye kalan beş ayımı tanıdığım insanlar, bilindik halleri ve alışılmış mekanlarda geçireceğimi düşünüyordum. Yanılmıştım. Yanılgılarımın toplamı askerliğim olmaya başlamıştı. Tüm tanışıklıklar yok oldu. Kalacak isimlerin arasında yoktum. Yatakhanedeki eşyalarımızı acilen toplamamız ve tören alanında geri dönüp beklememiz istendi. Arkadaşlarım şaşkınlıkla bana bakıyordu. Benim için her şey baştan başlayacaktı. Susuyorlardı. Sarıldık ve veda ettik. Alana döndüğümde göz aşinalığım olan, resmen tanışmadığım birkaç kişiyle bizi yeni birliğimize götürecek aracı beklemeye başladık. Uzakta bir yerde beni bekleyen, içine almak isteyen yeni teller vardı. Kişisel algılamamalıydım. İncelmemeliydim. Çabalıyordum…
İçimden bunları bir dua gibi tekrarlarken yeni birliğimizden gelen eski görünümlü askeri bir kamyon beklediğimiz ambara yaklaştı. Ankara’nın yaklaşık 50 kilometre dışında, Yenikent’teki bir kışlaya götürülüyorduk. İki görevli askerin karşılıklı oturduğu kamyonun arkasından uzaklaşan şehri, tükenen binaları, kaybolan insanları izliyordum. Kışla’ya vardığımızda birliğimizin burası olduğunu düşünmüştük. Uçurum derinleşiyordu. Nizamiyede beklememiz, günde sadece bir defa gelen bir başka askeri kamyonla uzaktaki dağların arasında, 10 kilometre ötedeki birliğimize gideceğimiz söylendi. Arazi keşfedilmemiş bir Dünya’nın bakir ve tehlikeli ağzı gibi önümüzde açılmaktaydı. Kışla birbirinden bağımsız birkaç birlik barındırıyordu. Yirmi dakikalık yolculuğun sonunda sadece iki bina, tamamen karla kaplı bir zemin ve Doğu’yu aratmayacak dağlarla çevrili buz gibi bir hava ile karşıladı bizleri.
Birliğe varır varmaz Yüzbaşı’nın önüne çıkarıldık. Biracı göbeği ve kırlaşmış saçlarıyla tıknaz bir adamdı. Yılmaz Yüzbaşı mesleklerimizi soruyor, yorum yapıyordu. “Arkeologum” dediğimde beni dikkatle süzdü ve gülümseyerek “Güzel! Burada gömülecek çok ölü var mezar kazıcı!” dedi. Kutupların ortasındaki tehlikeli bir bilim tesisini anımsatan, dağların arasında kalmış bu birlik eski bir jandarma top atış nişangahıydı. Geçen ilkbaharda kar örtüsünün kalkması ile yıllar önceden kalmış patlamamış bir top mermisi bulunmuş, askerlere tecrübe olması için haber verilmeden patlatılarak imha edilmişti. O günü anlatan uzun dönemler korkunç gürültüyü, ayılıp bayılanları, paniği unutamamışlardı. Tabi bu emri veren komutan ve astsubayları da.
Dağların arasına sıkışmış arazi güneş ışığından az yararlanabiliyor bu da çok soğuk bir iklim yaratıyordu. Güneş geç doğuyor erken batıyordu. Birlik iki binadan oluşuyordu; koğuşlar ve kantinden oluşan tavanı basık, koyu gri er / erbaş binası ve yüksek tavanlı, daha aydınlık, ana yemek salonun bulunduğu komutanlık binası. Asker yemek zamanlarını bu yüzden çok seviyordu. Yatakhaneden ise bir o kadar nefret ediyordu. Koğuşlar uzun ve dardı. Alçak, karanlık, her türlü kokuyu barındıran bu yer arkalara doğru dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. O en karanlık kısım dedelerin -kıdemli, uzun dönem askerlere böyle deniyordu- olduğu, radyo dinleyip, gizlice soktukları telefonlarıyla konuştukları bizim gibi poşetlere yasak bölgeydi. Arazinin beyaz depresifliği binanın içine sinmişti. Yatakhane penceresinden dışarı bakarken Nisan sonuna kadar buzla kaplı kalan arazide bizi nelerin beklediğini merak ediyordum.
İlk gece ayakkabıların durduğu depoya postallarımızı bırakmak istediğimizde engellenmiş, küfür kafir kapı dışarı edilmiştik. Hali hazırdaki koku artmasın diye postalların yatakhaneye girmesi yasaktı. Koridorda kalakalmıştık. Tam bu esnada kapı aralandı. İçerde nizamiyeden nasıl soktuklarını anlayamadığım bir sürü malzeme ile çiğ köfte yapan birkaç asker ve başlarında bekleyen uzun boylu, iri bir Astsubay gördüm. Öfkeli gözlerinde adımı söyleyecek bir tanışıklık vardı. İnsanların ya da onlardan geriye kalan bakışlarda hep aynı şeyi görüyordum; tel örgülerin içinde dışardaki tüm öfkeler vücut buluyor, patlamaya hazır birer bomba gibi kuytularda bekliyordu.
Acemi birliğinde bize “Poşet” deniyordu. Burada ona bile razıydık. Gün geçtikçe çok daha ağır sözler duyuyor, sıfatlarımız ile orantılı olarak yatakhane girişine yakın, ranzaların açık floresan altında kalan üst katlarında yatabiliyorduk. Birbirine yanaştırılan ranzalar iki kişilik geniş yataklar halini almıştı. Yanımda uyuyan askerin diş gıcırtısı ve tüm günün stresi ile uykuda küfürler savurarak attığı tekmeler uykularımı bölüyordu. Yemekler Ankara merkezdeki kadar kötüydü, kimse metal çorba kaseleriyle kavga etmiyordu. Birlikteki cezalandırmaların ne kadar ağır olduğunu öğrendiğimde bu sessizliğin ve isim konulmayan birikmiş gerilimin sebebin daha iyi anlamıştım. Yemeklerin yetersizliğinden daha kötü bir şey varsa o da kantinin de kötü olmasıydı. Sadece yarım ekmek tost vardı. Sıra size gelip alabilirseniz tabi. Beslenemiyorduk. Biriken karanlık araziden binalara, binalardan tüm eşyalara ve insanlara sirayet ediyordu. Ele geçirilmiştik. Farkındaydım. Direniyordum.
Birliğe gelişimizin altıncı akşamıydı. Kantinin köşesinde bir masanın etrafında toplanmış tellerin dışındaki hayatımızı anlatarak panik ataklarımızı sakinleştirmeye çalışıyorduk. Kantinin girişinde beliren Nöbetçi Çavuş keskin bir sessizliğe sebep oldu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerini bizim masamıza çevirmiş, kalabalığı yararak yanımıza yaklaşmaya başlamıştı bile. Tedirgindik. “Metin sen misin?!” diye sordu. Oturduğum yerde cevap vermek üzereydim ki arkadaşımın dirseği ile kendime geldim. Ayağa kalkıp selam verdim, “Evet Komutanım.” dedim. Yüksek sesle “Recep Astsubay seni görmek istiyor. Beni takip et…” dedi. Göğsündeki isimlikte “Sadullah” yazıyordu, aynı yatakhanedendik.
Sert adımlarla komutanlığın arkasına, binanın yanında askerlerin pek uğramadığı silah doldur boşalt istasyonuna doğru yürüdük. Recep Astsubay’ı ismen tanıyordum. Neden beni görmek istediğini anlamamıştım. Kafamda uçuşan senaryolar, işlemiş olabileceğim kabahatler birbirine girdi. Sonunda duran ve etrafa göz atan Çavuş kimsenin bizi görmediğine kanaat getirince eldivenini çıkarıp elini cebine soktu. Tedirginliğim artıyordu; bunun bir oyun, bir başka aşağılama yöntemi olup olmadığını düşünürken cebindekileri çıkardı ve avucuma bırakmak üzere bana doğru uzattı. Avucumu açtım. Burada, bu tellerin arkasında asla rastlayabileceğimi düşünmediğim sikkelerin yeşile çalan tanışıklığı beni şaşkına çevirmişti. Sadullah Çavuş şüpheli gözlerle bana bakıyor, kendime gelmemi bekliyordu. Etrafı dikkatle süzdü. Elimdeki nesneleri yakından incelemeye başladığımda erken döneme ait olduklarını anladım. Çavuşun bunları nereden bulduğunu düşünürken “Ne diyorsun?” dedi. “Erken dönem, Frig olabilir. Arazi’de mi buldunuz?”. Sadullah Çavuş önce askeri araziye bakıp gözlerini bana çevirdi “Bu seni ilgilendirmez. Bana kazıcı olduğun söylendi”. “Evet, arkeoloğum, fakat uyarmalıyım, bu tip eserlerin kaçak yollarla kazılarak çıkarılması, alınıp satılması…”, eldivensiz eliyle sikkeleri geri aldı ve cebine koyarken “Biliyorum! Seninle tekrar konuşulacak.” dedi ve hızla uzaklaştı. Bir bu eksikti diye düşünürken. “…bana söylendi, seninle konuşulacak…” kelimeleri kafama takıldı. “Kaç kişiler? Komutanlar bu durumu fark ederse neler olur?”
Floresan ile kucak kucağa geçen bir başka zorlu gecenin ardından Yılmaz Yüzbaşı içtimada esip gürlüyor, özenle seçtiği, insanlığın ayak basmadığı küfür tamlamalarını üzerimize savuruyordu. Bu cümlelerin aşağılayıcı olması bir yana müthiş yaratıcılığı gülümsemelere, kendimizi sıkarak içimizden attığımız kahkahalara sebep oluyordu. Son cümlesinin ardından “Hazır ol!” diye bağırdı ve bizi karın ve soğuğun ortasında bıraktı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor, uzakta bir yerde bizi gözetlediğine, ilk hareketlenecek, duruşu bozacak kişiyi fena benzeteceğine emindik. Tahmin ettiğimiz olmuştu. Birden ortaya çıkıp hızla üzerimize doğru geldiğinde hepimiz hedefin kendisi olduğunu düşünüyordu. Kapanan gözler, ısırılan dudaklar, titreyen bacaklar. Fakat Yüzbaşı birden durdu ve “Rahat! Hazır ol!! Dikkat!! Birlik görüş ve emirlerinize hazırdır komutanım!” diye bağırdı. Sonunda O’nu görmüştük. Herkesin korktuğu pek çok çatışmaya girmiş, madalya almış bir efsaneydi. Katıldığı son operasyonda ağır yaralanmış bu yüzden Ankara’ya gönderilmişti. Nihat Binbaşı kararlı adımlarla bize doğru yürüyordu. Hakkında hikayeler anlatılan komutan güçlü gövdesiyle karanlık bir gölge gibi yanımıza yaklaştı. Bakışları derinde ve donuktu. Gördüğüm hiçbir askere benzemiyordu. O’nu iki Astsubay takip ediyordu. Zayıf, kemikli yüzü ile İsmail Astsubayı ilk defa orada gördüm. Çiğ köfte partisinden hatırladığım Recep Astsubay Binbaşı’nın diğer yanındaydı. Silahlıkları boştu. O akşam ısrarla sorduğum sorular neticesinde Nihat Binbaşı buraya gelmeden önce Birlik’te büyük olaylar yaşandığını, üst düzey subaylar arasında ayaklanmaya varacak kavgalar, silahlı çatışmalar olduğunu öğrendim. Bu yüzden bazı askerlerin silahlarına el konulmuştu.
O gece çok geç bir saatte, ranzanın üst katında yan yataktaki askerin uykusunda attığı tekmelere rağmen uyumaya çalışırken iki Astsubay hızla yatakhaneye girdi. Yatakhane nöbetçisi tam komut verecekti ki İsmail Astsubay “Kes lan!!” diye bağırdı. Recep Astsubay devam etti; “Kalkın poşetler! Bizi takip edin; kalkın hemen!” dedi. Karanlığın ıslık çaldığı gece kar serpeliyordu. Rüzgarın içinde konteynır parkına doğru ilerliyorduk. Yeni gelen konteynırlardan birinin önünde durduk. Konteynırın içinde sıvı yağ tenekeleri vardı. “Şu kamyona taşınacaklar!” dedi İsmail Astsubay. Kutuların bir kısmı yağ sızdırıyordu. Önce ellerimiz ardından her yerimize yapış yapış oldu. Teneke kutular elimizden kayıyor, taşımakta zorlanıyorduk. Bu soğuk arazide kirlenen kamuflajlarımızı yıkamak, kurutmak tam bir dertti. Kutuların üstüne çıkıp uzanan Recep Astsubay garip bir haz alırcasına gülümseyerek bizi izliyor, giysilerimiz yağan karla beyaza dönüşürken “Çabuk olun Pamuk Prensesler!” diye bağırıyordu.
Çok geç saatlere kadar süren taşıma işi hepimizi yormuştu. Sabah içtimasında Hakan Yüzbaşı’nın sıfat tamlamalarını dinlerken yanına İsmail Astsubay geldi. Karla kaplı arazide koşuya çıkacaktık. İsmail Astsubay yüzümüze bakıp gülüyor bir yandan da birazdan koşacağımız arazide bizi bekleyen tehlikeleri sıralıyordu. Beyaz örtünün içine gizlenmiş taşlardan, çukurlardan, foseptik kuyularından ve hatta baharda ortaya çıkan kayıp dere yatağından bahsetti. Hikaye koşu yaparken kırılan bacaklar, çıkan omuzlar, kan içinde kalan yüzlerle devam ediyordu. En acayip kısmı sona saklamıştı. “Siz askersiniz!” Bizlere baktı “Yani bir kısmınız öyle. Eğer bunlar başınıza gelirse diğerleri koşmaya devam edecek. Durmak yok! Düşenlere gelince; umut edin de arkadaşlarınız düştüğünüz yeri unutmasın, geri dönüp size yardım etsin!” Gözlerimiz uçsuz bucaksız beyazlığı taradı. Ankara’nın içinde bile üzerimize çökmeye başlayan fobiler artık iyice palazlanmıştı. Karanlığımız çığlıklar atarak beynimizi, bedenimizi kemiriyordu. “Koşar adım marş!” komutuyla birlikte yeni korkularımıza ayak atmıştık. Bedenimiz isyan ediyordu, dinlenmek, dinginleşmek istiyorduk. Gözlerimize bakamıyor, baktığımızda orada sadece depresif ruh hallerimizi, dağılmışlığımızı görüyorduk.
O gece yine geldiler. Bu sefer hepimizi değil, sadece beni istiyorlardı. Hışımla, yatakhane kapısını tekmeleyerek içeri girdiler. “Metin Ersan! Sen!” diye bağırdı İsmail Astsubay. Beni tanımasına şaşırmıştım. Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz “Metin Ersan İstanbul; emredin komutanım!” dedim. “Bizi takip et poşet!”. Karanlık koridorlar yat emrini uygularcasına geceye teslim oluyordu. Kantinin yanından geçerken bir kaç uzun dönemin sert bakışları ile karşılaştım. Bir bana bir de Astsubaylara bakıyor, fısıldaşıyorlardı. Gözüm bir kez daha her iki adamın silahlığına takıldı; bu sefer doluydular. Dışarda bekleyen arkası açık askeri araca bindirildim. Arkada tek başımaydım. Aracın içinde bir üçüncü kişi vardı. Arka pencereden baktığında bu kişinin Sadullah Çavuş olduğunu fark ettim. Bir an aklıma sikkeler geldi. Demek “konuşulacak” derken kastedilen buydu. Yalnız değildi. Nereye gittiğim, benden ne isteyebilecekleri konusunda kafamda bazı şeyler şekillenmeye başlamıştı. Üşüyordum. Aracın arkasında bulduğum sert muşambaya sarındım. Buz gibiydi ama en azından rüzgarı kesebilirdi. Allah’tan tipi durmuş, yıldızlar ortaya çıkmıştı. Araç gürültüyle çalıştı. İki bina arkamızda kaldı Birlik’ten ne kadar uzaklaştığımızı bilmiyorum. Sanırım 20–25 dakika kadar yol aldık. Kendimi ısıtmak için olağanüstü bir çaba harcıyor, aklımdan bu rezaleti üstlerine, hatta hepsinin korkulu rüyası Binbaşı’ya iletmek geçiyordu. Araç durduğunda ilerde bir başka aracın bizleri beklediğini gördüm. Astsubaylar ve Çavuş far ışığının içinde bize doğru yürüyen karaltıya selam durdular. Gözlerime inanamıyordum, bu Nihat Binbaşı’ydı. Bana doğru baktı ve rüzgarı yırtan sesi yankılandı; “Sonunda bir arkeolog buluyoruz O’nu da arabanın arkasında açıkta mı getiriyorsunuz?!” İsmail Astsubay “Aşağıya in!” dedi. Binbaşı yanıma yaklaştığında gözlerimin içine baktı. “Metin, ismin Metin değil mi?” “Metin Ersan İst..” “Rahat ol Metin, üşüdün mü?” “Evet komutanım.” “Arabanın içine gir, Sadullah kaloriferi kökle, Metin ısınsın. 15 dakika sonra bize katılırsınız. Sizler benimle gelin.” Sadullah ile araca bindik. Bir süre konuşmadık. Ellerimi, üç kat çorap giydiğim halde ayaklarımı hissetmiyordum. Sadullah çavuş aynadan bana bakıyordu. “Burada olanları fazla anlamlandırmaya çalışma” dedi. “Ben arkeoloğum, bunu yapamam. Etik değil. Benim mesleğimde bunun tanımı vatana ihanet.” Sadullah gülümseyerek bana döndü. “Metin, inan bana floresan altında yatmaktan, Ahmet’in uyurken attığı tekmelerden, açık arazinin çukurlarından daha tehlikeli şeyler var burada. Mantık arama. Bahsettiğin şeyler tellerin dışında olur.” Doğruydu. Artık tellerin içindeydim. Artık ordunun malıydım. İtiraz hakkım yoktu. Bana verilen ısınma süresi dolmuştu. Dört kişi beni izlerken, ben iki aracın farları ile aydınlanan kazılmış çukurun içinde inceleme yapmaya başlamıştım. Bir kaç dakika önceki gerginliğim karşıma çıkan geometrik desenli keramikler, bir kaç sikke ve temel olduğunu düşündüğüm büyük blok taşlarla farklı bir boyuta taşınmıştı. Burada, askeri bir arazinin içinde ortaya çıkarılmamış, bilinmeyen erken dönem bir yerleşimle karşı karşıya olmalıydım. Binbaşı sorgulayan gözlerle konuşmamı bekliyordu. “Erken dönem buluntular, muhtemelen M.Ö 7. Yüzyıla tarihleyebileceğim bir yerleşim. Detaylı incelemek lazım”. “Yarın havanın çok daha iyi olacağı söyleniyor. Gündüz gelmeye ne dersin Metin?” Ne demeliydim? Sıkışmıştım. Başımla onayladım. Birliğe aracın içinde döndüm. O akşam ilk defa ranzanın alt katında yatırıldım. Floresan artık bir başkasına işkence edecekti. Yan yatak boştu.
Keyfine vardığım uykum “Kalk!” komutu ile sona erdi. Ayılmaya çalışıp yatağımı düzeltmeye başlarken Sadullah Çavuş’un elini omuzumda hissettim. “Bu içtima senin için değil asker. Görevlendirildin. İki üç saat daha uyu.” dedi. Ona baktım ve başımla onayladım. Doğru ya; mesleğime ihanet etmeye devam etmeliydim. İki saat sonra dün akşam ki arazi aracıyla yola çıkmıştık. Aldığımız yolu, birlikten ne kadar uzaklaştığımızı tahmin etmeye çalışıyordum. Yön bulma duygum güçlüydü. Kar yağmayan, bulutsuz açık bir gökyüzü bizi karşıladı. Arazide incelemelere başlamadığımda dün akşam zorlukla gördüğüm büyük taş blokların ev temellerine değil daha geniş, bir yolun iki tarafında yer alan basamaklara işaret ettiğini anladım. Araçtaki kürek ve kazmayla donmuş toprağı zorlukla derinleştirdiğimizde yol taşlarına rastlamamız uzun sürmedi. Onları yanlış yönlendirmeliydim. Dün ne yapabileceğimi düşünmüş ve karar vermiştim. Fakat aklımın diğer ucunda rahat bir askerlik için imkan ihtimali yanıp sönüyordu. Tek yapmam gereken kendime ve mesleğime ihanet etmekti. Kafamı çukurdan kaldırıp yolun gittiği yöne baktığımda çok özel bir şey gördüm. Yüz metre kadar ötede adeta bir tapınağın yerleşmesi için yapay olarak oluşturulmuş bir kaç metrelik hafif bir yükselti vardı. Onları böylesi bir şeye yönlendirmek tüm planlarımı alt üst edebilirdi. Kafamı soluma çevirdiğimde Recep Astsubay ile göz göze geldik. “Bir şey mi buldun Pamuk Prenses?” dedi. Yükseltiye doğru ilerlemeye başladı. Nihat Binbaşı yanıma geldi, aynı yöne bakıyordu. “Ne düşündüğünü biliyorum Metin…” “Komutanım ben bunu yapama…” “Metin. Bir şey bulursak satılmasına, yurtdışına çıkışına izin verir miyim sanıyorsun? Sadullah Çavuş ile konuştuk, Diyarbakırlıdır. Çok sağlam, dürüst çocuktur. Dün konuştuklarınızı anlattı. Söylediklerini takdir ediyorum. Bak, ben bu işin başını tutmazsam bunlar tutar. Ben gelmeden önce buraları talan edenler daha büyük tahribatlar verir.” Gözlerine baktım, O’na inanıyordum. Çukurdan çıktım, yükseltiye yürümeye başladım. Uzunluğu yaklaşık 50, genişliği 30 metre kadardı. Çevresini dolaşmaya, bu dikdörtgeni incelemeye, elimdeki kürekle kenarlarını kazmaya çalışarak olası temel kalıntılarını bulmaya çalışıyor, taş sırası arıyordum. Rüzgar alan kenarlarda daha fazla kar birikmişti. İsmail Astsubay yanıma geldi. “Ne yapıyorsun?” dedi. “Bir iz, kalıntı bulmaya çalışıyorum.” “Bu yükseltinin ortasında eski bir siper var. Oraya bakabilirsin.” Bir kaç metrelik zorlu çıkışla tepenin üstündeydim. Bu bölgede kar çok daha azdı. Siperin duvarları çökmüş, daha da derinleşmişti. Zorlukla içine indiğimde fark ettiğim şey tüylerimi diken diken etmişti. Her arkeoloğun bulma hayalini kurduğu o şey karşımda duruyordu. İsmail Astsubay arkamdan geliyordu. O’nu görmemeliydi. Tam bu esnada çukurun diğer ucunda bana bakan Recep Astsubay’ın nefret dolu gözleriyle yüzleştim. Ne düşündüğümü anlamıştı. Artık çok geçti. Birden çukura atladı ve çektiği tabancasının kabzası ile alnıma vurdu. “Seni gidi pislik!” Tanrıça’nın yanına düştüm. İnanamıyordum; çöken siperin içindeki miğferli bir Tanrıça vardı. Binlerce yıldır insan görmemiş boş gözleri bana bakıyordu. İsmail Astsubay sevinç çığlıkları atarken Sadullah Çavuş ve Binbaşı yanımıza geldiler. Kaygıyla bana bakıyorlardı. Sadullah’ın “Mantık arama” cümlesi kulağımda yankılanır, darbe almış alnım zonklarken binlerce yıl savaşta aklı temsil eden Tanrıça Athena’nın yüzünü okşayarak açıyordum.
Siperin dışından yükselen seslerle kendime geldim. İsmail ve Recep Astsubay Binbaşı ile tartışıyor, heykeli bir an önce taşımak istiyorlardı. Gözleri kazanabilecekleri milyonlarla iyice derinleşmiş ve kararmıştı. İsmail Astsubay Amerikalı bağlantısından bahsetmeye başlamıştı ki Recep Astsubay onu susturdu. Sadullah Çavuşun gözlerinde bu harisliğin korkusu vardı. Tam bir şey söylemek isterken onunla göz göze geldik, konuşacağımı anlamıştı, kafasını hayır anlamında salladı. Nihat Binbaşı kendisinden beklenmeyecek sakinlikte konuşmaya başladı. “Kabul, bugün taşıyalım. Ama gündüz gözü olmaz. Gece gelmeliyiz.”
Tedirgindim. Şartlar benim açımdan iyileşmişti ama tellerin içi ve dışındaki sorumluluklarım arasında kalakalmıştım. Gece birliğimize çökerken her zamankinden daha sıkıntılıydım. Kaçak kazı yapan insanların malı bölüşmemek için ölümle neticelenen ortaklıklarını çok duymuştum. Sadullah Çavuş yanıma yaklaşırken gözlerinde her zamankinden daha farklı bir endişe vardı. Akşam Nihat Binbaşı’nın aracında olacaktım. Erken kararan hava her şeyi örttü. Bulutlanan gökyüzü yoğun kar yağışını işaret ediyordu. Binbaşı geldiğinde bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Asker selamımı almadı. Yol boyunca suskun ve düşünceliydi. Siperin bulunduğu alana yaklaşırken birden arabayı durdurdu ve bana doğru döndü; “Gördüğün ya da göreceğin şeylere şahit olmanı istemezdim. Gelmemeni istedim ama özellikle İsmail gelmende ısrarcı oldu.” Konuşmaya devam ederken bir yandan da silahlarını kontrol etmeye başlamıştı. “Bu akşam bir aksilik olursa hızla uzaklaş. Bu çeteyi çökertmek için buradayım. Sadullah haricinde kimseye güvenme. Kimseyi ya da herhangi bir emri bekleme. Anladın mı beni? Bunlar bu akşam duyacağın son emirler.” Aklımdan bir sürü şey geçti ama konuşamadım. Başımla onayladıktan sonra son virajı dönüp alana vardık. Astsubaylar ellerindeki kürek ve kazmalarla bizi bekliyorlardı. Hava bozuyordu. Tipi başlamak üzereydi. Yüzlerine baktım, tekinsiz gözlerinde dolaşan bir gölge, söylenmemiş ama her an eyleme dönüşebilecek şeyler vardı. Binbaşı beni göstererek “Metin arabada kalsın, nöbetçilik yapar” dedi. İsmail Astsubay itiraz etti ve küreği tutmam için bana doğru attı. “Bu poşet bizimleyken kazma sallayacak, toprak atacak, heykeli taşıyacak ben değilim herhalde! Şunun şurasında milyon dolarlık adamlarız!” Sözlerini her zaman ki pis gülümsemesi ile süsledi. Binbaşı belli etmemeye çalışsa da gözleriyle onları tartıyordu. Gerilimi hissedebiliyordum. Rüzgarın keskin sesi içinde bata çıka Savaş Tanrıçası’na doğru yürümeye başladık. Bir şeylerin havada çoğalarak yaklaştığını, üzerimize çökmek üzere olduğu çok açıktı. Athena aklımdan çıkmıyordu. Kafamdaki düşünceler benden ona akıyordu.
Yakılan arazi fenerleri ışık uzaktan görünmesin diye siperin içine yönlendirilmişti. Çukura indiğimde Athena ile tekrar yüz yüze geldim. Binbaşı tüm dikkatiyle bana doğru bakıyordu. O sahneyi unutamayacağım. İlk silah patladığında Athena’nın yüzüne sıçrayan kanla dehşete düştüm. Birileri vurulmuş olmalıydı. Bağrışlar, birbirini takip eden silah sesleri ve Astsubay Recep’in sipere düşen ölü bedeni… Merminin gözünü parçalayarak açtığı delikten hızla akan kan sipere yayılmaya başlamıştı. Athena ve Recep’in kanlı yüzüne serpilen kar garip bir tezat oluşturuyordu. Hırsı tükenmiş, huzurluydu artık. Aynen yağ tenekelerinin üzerinde uzanıp bizlere anlattığı Pamuk Prenses gibi. Ölümün ona yakıştığını düşündüm. Postallarım kar ve kanın karışımı ile yapış yapıştı olmuştu. Kımıldayamıyor, gözlerim Athena’ya ve cansız yatan bedene bakıyordu. Tanrıça’ya adanmış bir kurban gibi yığılıp kalmıştı kendi kanı içinde…
Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor, kim ya da nerede olduğumu hatırlamıyordum. Garip bir şekilde öne arkaya gidip geliyor, kafamın içindeki kargaşa ile uğraşıyordum. Ta ki silah sesleri uzaklaşarak tükenene, Binbaşı’nın eli yakamdan tutup beni yukarı doğru çekmeye çalışana kadar. Oynayan dudaklarını görüyor ama O’nu duymuyordum. Karların üzerinde yatıyordum. İlk tokat geldiğinde yüzüme vuran karı, ikinci tokatta rüzgarı, ancak üçüncüsünde Binbaşının sesini algılayabildim. Göğsünde kurşun geçirmez yelek vardı. “Kendine gel Metin!” “Komutanım? Ben…” gözlerim karnında ve sağ bacağındaki kızıllığa ilişti. Kan kaybediyordu. “İsmail?” diyebildim. “Kaçtı ama vurduğuma eminim.” “Araçlardan birini aldıysa zamanında ulaşamayız komutanım.” “İkisini de çalışmaz halde. Saldırganlaşabileceklerini tahmin etmiştim.” Kurşun geçirmez yeleğin göğüs kısmına üç mermi isabet etmişti. Nihat komutan zorlukla nefes alıyordu. “Kötü durumdasınız komutanım, kaburganız kırılmış olabilir.” Bakışlarını bana çevirdi. “Daha kötülerini de gördüm. İkimizi de öldürmeyi planlamışlar. Bir kez daha bu kadar ileri gidebileceklerini düşünemedim. Eğer ben başaramaz ve İsmail seni bulursa…” Öksürmeye ve her öksürükte göğsünü tutmaya başladı. Çok acı çekiyordu. “Kendinizi yormayın, sizi güvenli bir yere götürmeliyim.” “Bunu al” dedi silahını bana uzatarak. “Bunu al…” Fenerlerden birini aldım ama binbaşı “Açık hedef oluruz Metin, İsmail pusuya yatmış olabilir.” Binbaşı’ya destek olmaya, ilerlemeye çalışırken her yerimin kan içinde olduğunu fark ettim. Bir an duraksadık ve arabaların ışığında önümüzde uzanan karla kaplı alanda bize ait olmayan kan izlerini gördük. İsmail Astsubay ağır yaralı olmalıydı. “İzi takip etmeliyiz. Tetikte ol…” Yürümeye başladık.
Nihat Binbaşı her dakika daha da ağırlaşıyor, cümleleri mırıltılara dönüşüyordu. Şiddetinin arttıran tipi görüş alanımızı engellerken takip ettiğimiz kan izlerini de örtmeye başlamıştı. Tam bu esnada birkaç yüz metre ilerimizden bir silah sesi duyuldu. Kendimi ve Binbaşıyı hızla yere bıraktım. Zorlukla “Parlaklık… gördün m… ya da vızıltı… duy… mu?” dedi. Duymamıştım. “Hayır.” “Bize ateş etmemiş… belki bir kurt…” Bayılmıştı. Bir süre beklemek akıllıca geliyordu ama Nihat Binbaşı’nın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Kaldırmaya çalıştım ama mümkün görünmüyordu. Tokat sırası bendeydi. İlk tokatla uyandı. “Üzgünüm, Metin…” “Komutanım uyanık kalmalısınız! Ha gayret!”
Gecenin karanlığı ve beyaz ölüm etrafımızı sarmıştı. Bunca çabaya rağmen siperden fazla uzaklaşamamıştık. Her adım daha da zordu. Mantığın Athena’sını ve yaşananların mantıksızlığını düşünürken bir an toprağın ve karın ayağımın altından kaydığını hissettim. Zorlukla kendimi sırt üstü attım. Bu sayede sert düşüşten kurtulmuştuk. Burası altı boş bir buz tabakasıydı. Düştüğümüz çukur içinde su bulunan bir dere yatağıydı. Evet, İsmail Astsubay’ın bahsettiği dere yatağıydı burası. Tam bunları düşünürken ilerde yatan, kıpırdamayan bedeni fark ettim. Hızla silahımı çektim. Benim bir silahım vardı! Elim titriyordu. Binbaşı acıyla inliyordu. Nerede olduğunun farkında değildi. İsmail Astsubay’a doğru yaklaşmaya başladım. Ayağım uzağa düşmüş silahına takıldı. Duyduğumuz silah sesi atılan yanlış bir adım, kırılan buz ve sert düşüş neticesinde olmuş olmalıydı. Bedenini çevirdiğimde gözlerinin açık, boynunun kan içinde olduğunu gördüm. Nabzına bakmak için elimi uzattığımda sol eli yakama yapıştı ve tiz bir çığlık atarak gözlerimin içine baktı. Elimdeki silah İsmail Astsubay’ın göğsüne dayalıydı. Tetiğe dokunmamla birlikte tüm bedenim sarsıldı. Güçlü bir kıvılcım İsmail’in yüzünü, geriye kalan ne varsa onu aydınlattı. Havadaki barut kokusunu ve kurşunun bedenini, organlarını yırtarak buzlu toprağa saplanışını hissettim. Kulaklarım çınlıyordu. Yakamı tutan eli serbest kalıp yanına düştü. Onu vurmuştum. İlk çatışmada atardamarının yakınına isabet eden kurşun hızla kan kaybettirmesine sebep olmuştu. Belki de sadece yardım istiyordu. Ama ben O’nu vurmuştum. O’nu ben vurdum! Elimde titreyen silahla donuk toprağın, tipinin, çukurun içinde ne yapacağımı düşünüyordum. Binbaşı hüzünlü ve canı çekilmeye başlamış gözleriyle bana bakıyordu. Bu sefer beni kendime getiren bir kurt ulumasıydı. Yakınlarda bir yerlerde olduklarını hissedebiliyordum. Kırmızı iki gözün çukurun kenarından bana baktığını, o karanlıkta tükürüklenmiş ağzını, içindeki sivri, parlak dişleri gördüm. Bu sefer tereddüt etmedim. İki el ateş ettim. Çukurun içindeki yemeği istiyorlardı. Kan kokusunu almış olmalıydılar. Bir kan çukurundan diğerine sürükleniyordum. Onlar İsmail’i yerken uzaklaşabildiğimiz kadar uzaklaşmalıydık. Buradan çıkmalıydık.
Tek amacım hayatta kalmaktı. Tüm gücümle Binbaşı’yı taşımak için altına girdim. Çukurdan çıkmaya çabalarken Nihat Binbaşı ışığı gittikçe sönen gözlerini bana doğru kaldırdı ve kendini yere bıraktı. “Bırak asker…” “Asla komutanım.” “Metin?… ölüyorum, bırak…” Emire uymak istemiyordum. Kırmızıya bulanmış bedenim, yüzüm çaresizce kasılıyor, kaslarım bu yükü taşımaya yetmiyordu. Birkaç dakika sonra yüzümde kandan başka bir sıcaklığın, göz yaşlarımın ayırdına varabildim. Kucaklamaya çabaladığım beden daha da ağırlaşmıştı. Ölüm Binbaşı’nın üzerine tüm ağırlığıyla çöktü. “Athena ve Baykuş…” dedim, kendimi bile tedirgin eden, kendimden geldiğine emin olmadığım garip bir ses tonuyla. “Kahramanlara yol gösteren miğferli Athena…” Bir süre sonra tükendiğimi, kimsenin yardıma gelmediğini, ıssızlığın ortasında yavaş yavaş öldüğümü fark ettim. O ölmüştü. Ölü bir adamı taşıyordum. Siperden çok uzaklaşamadığımı, o siperde yatan şeyi, Tanrıça’yı hatırladım. Gözlerim kurtulmak için gitmem gereken muhtemel yöne bakarken içimden bir ses bunu bitirmem gerektiğini söylüyor, geldiğim tarafı işaret ediyordu. Kararlılıkla ayağa kalktım. Düşünceler kafamın içinde koşturuyor ölüm, hayal, hayat ve gerçek birbirine karışıyordu. İşte o an sağ yanımdan geçen kar kadar beyaz bir kuş, bir Baykuş ağzındaki yılanla önüme indi. “Athena ve Baykuş…” Ağzında kıvranan şeyi unutan kuş kafasını imkansız, 180 derecelik bir dönüşle bana çevirdi. Gözlerinde bu vahşi tabiata ait korkutucu bir ateş vardı. Beyazlığın üzerinde yılanı parçalayarak yemeye başladı. Kan beyazlığa yayıldı. Gülmeye başlamıştım. Anlamıştım. “Anladım…” dedim. Hızla geriye, sipere doğru koşmaya başladım. Batıp çıkıyor, zorlanıyordum. Gözlerimdeki yaşlar donuyor göz kapaklarıma batıyordu. “Seni bulacaklar. Yeni ve kanlı bir döngü başlayacak! Kimseye güvenemem, ben arkeoloğum, ben O’nu vurdum.” diye sayıklıyordum. Orada işaretli bir siper vardı. Bir gün o siper yeniden kazılacaktı.
Açık kalan, sipere bakan fenerlerden ikisi hala yanıyordu. Zorlukla sipere girdim. Kar Recep Astsubay’ın cesedini örtmeye başlamıştı. Fenerlerden biri titreyerek söndü. Athena’nın yüzünü açtım. Birbirimize bakıyorduk. Hayallerime bakıyordum. Ayaklarımın altında donan kan havuzu çıtırdıyor, hala sıvı haldeki kızıllıklar kırılan buzun içinden dışarı sızıyordu. Sınırı geçmiştim, donuyordum. Varlık, yokluk, bilinen, bilinmezlik… Donmuş toprakta filizlenmiş şekilsiz bir taşı kanayan ellerim, tırnaklarımla yerinden çıkardım. “Benden istediğin bu mu?” dedim. Sonra gözlerimi tipi kusan gökyüzüne çevirdim “Benden istediği bu mu!?” diye çığlık attım. Ve elimdeki taşla Athena’nın kanlı başına çığlıklar, kahkahalar atarak, anlamsız kelimeler mırıldanarak sert darbeler indirmeye başladım. İkinci vuruşumda kırılan elmacık kemiklerini, burnundan boşalan süt beyaz kanı görüyordum. Kafa biçimsizleşiyor, kristalize et istediğim kıvamda parçalara ayrılıyordu. Artık bir yüzü yoktu. Siperdeki Tanrıça’nın kanı ve benimki birleşmişti, sevdiğimi, hayalimi öldürmüştüm. Gerçek miydi tüm bunlar? Elimi Athena’nın cesedine koydum. Kopmuş, kızıllaşmış burnunu yerden alıp yüzüme sürdüm. Ağlıyordum. Gülüyordum. Donduğum için hayal gördüğümü umut ettim. Assos’u, dikenli telleri, iki binayı, kazıdan çıkarılan bir elinde baykuş tutan Athena figürinini hatırladım. Bitmişti. Bitmiştim… Silahımı karla yıkayıp Recep Astsubay’ın iç cebine bıraktım. Böyle istemişti. Son fener de söndü. Heykel parçaları ile siperden çıktım ve aklımdaki tek şeye, iki karanlık siluete doğru ilerlerken parçalanmış yüzü farklı bölgelere bırakmaya başladım. Bedenimi hırpalayan uğultunun pençesinde, gecenin karanlığına ve tipiye karşı koymaya çalışarak yürüyordum.
***
İki siluetin arasından sıyrılan miğferli bir kadın, yüzü bozuk bir Tanrıça, Baykuşlu genç bir ucube yaklaşıyor. İntikamını almak istiyor. Soğuk şeytanlar donan bedenimin üzerinde dans ederken o kadın bana sesleniyor. Tetiği çeken kolum çok titriyor. Vücudumun derinliklerine iğneler batıyor. Elleri her yerimde. Ölüme alışırmışçasına ısınıyorum. Rüyalara üzerime çullanıyor. İsmail ve Recep Astsubay kanlı yüzleriyle bana gülüyor.
Kalk komutu verildiğinde şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Hangi kabusumun içindeydim; floresan, uykusuzluk, aşağılayan bakışlar, mesleğime ihanet, çektiğim tetik, kanlı yüzleri gözlerimin önünde bana gülen iki Astsubay, kurtlar, kar, Athena, mantıksızlığın ortasında ters dönmüş mantığım? “Bu sefer benden ne istiyorsun!” diyerek yataktan fırladım. Uzun dönemlerin yatakları arasındayım. Sabah olduğunu, yatakhanenin önceden hiç görmediğim en dip kısmında, rahat bir yatakta uzandığımı fark ettim. Birden Sadullah’ın gözleri ile karşılaştım. Eliyle dudaklarını imleyerek “Sus” diyordu. Askerler içtima için dışarı çıktıklarında yanıma yaklaştı “Binbaşı bu gün için sana yatak izni vermişti, yatakhane nöbetçisiyim. Dinlen. Sonra konuşuruz.” “Sadullah!” dedim. “Sadullah hepsi öldü, hepsi!…” Arkasını dönmeden “Dinlen. Ve kimseyle dün gece hakkında konuşma.” diye fısıldadı. Bilincimi kaybetmeden önce beni bulan gölgenin o olduğunu anlamıştım. Dönüşümüzü beklemiş, geciktiğimizi görünce en kötü ihtimalin gerçekleştiğini düşünerek yolu gözlemişti.
Akşama doğru Birlik’te alarm verildi. İki Astsubay ve Binbaşı’nın kaybı büyük olaydı. Aramaya giderlerken donuk gözlerimle yatakhanenin penceresinden tipide ilerlemeye çalışan araçlara bakıyordum. Kurtlar onları tüketmiş, geriye pek bir şey bırakmamış, akşamki tipi de son kalan izleri örtmüş olmalıydı. Araçlar siperin yakınında kaldığı için uzun aramalar sonunda sadece Recep Astsubay’ın cesedine ulaşılabildi. Buluntulardan ya da heykel parçalarından bahseden yoktu. Tipi dere yatağını yeniden kapatmış olmalıydı. Bahara kadar ortaya çıkmayacaktı. En az dört ay…
Askeri soruşturma yapıldı. Kimse bana soru sormadı. Sadullah Çavuş tüm askeri hayatıma, yaşamıma bir set çekmiş, beni korumaya çalışıyordu. Her gece gözlerimi kapıyor, o iki binadan, donmuş araziden, tellerin arasındaki dünyadan uzaklaşıyordum. Assos’ta, Athena Tapınağı’nın devrik sütunlardan oluşan bitki örtüsünün içindeydim. Kazı alanının ortasında rapor tutuyor güneş ve lacivert denizin devinimini izliyordum. Ama gözlerimde onlar yoktu, donmuş, asla ısınamayan bir gölge içime yapışmıştı. Elindeki su matarası ile tapınağın kırık sütunlarından birine yaklaşıp üzerine oturdum. Batan güneşe bakarken, yanımda oturan parçalanmış yüzlü Athena’ya “Üzgünüm…” diyordum. Dipsiz gözleri, parçalanmış yüzü ve miğferinden sızan kanla bana bakıyordu. Ona bakamıyordum. Omzundaki Baykuş başını 180 derece çevirip bana bakıyordu. Gözlerinde tanıdık bir şeyler vardı. Haftalardır her rüyada, her köşede, baktığım her boş duvarda kırılmış yüzünü gördüm. Sanki o siperden hiç çıkamamış, ruhum orada Athena ile kalmış gibi hissediyordum…
Bir ay sonra bir gece vakti Sadullah Çavuş kantine girdi. Uzun süredir konuşmamıştık. Sessizdim. Aynı masada oturuyordum ama artık pek poşet arkadaşım yoktu. Durumum, uzun dönemlerle birlikte yatakhanenin karanlık ucunda uyumam yüzünden yanıma yaklaşmıyor, daha fazla sorun istemiyorlardı. Sadullah yanıma oturdu “Metin? Beni dinle. Metin? Binbaşı bize bir mektup bırakmış. Eşi iletti. İki Astsubay hakkında tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla şikayet düzenlemiş. Bu ilk seferleri değildi Metin. Beni duyuyor musun? Eski ayaklanma dedikodularını duymuşsundur. Bilmediğin, kimsenin konuşmak istemediği şey iki kişinin o sırada öldürülmüş olması. Bir Astsubay ve Yüzbaşı infaz edildi. Biz eski dönemler yaşananları çok iyi biliyoruz. Failleri bulunamadı. Öldürülen Yüzbaşı’nın çekmecesinde sikkeler çıkınca şüphelenilmiş. Anlıyor musun beni? Nihat Binbaşı ihtimalleri biliyormuş ve özellikle buraya tayin edilmiş. Metin?? Senin yerin artık bizim yanımız, uzun dönemler sana bakacak. O seni kendine emanet görüyordu, mesleğine bağlılığını takdir ediyordu. Günlerdir konuştuğunu gören yok. Herkes senden korkuyor. Şimdi benim emanetimsin.” Tetiği çeken parmağım, elim, kolum titriyordu. Kulağımda o çınlama vardı. Başımı 180 derece çevirip Sadullah’a baktım. Korkuyla geri çekildi. Gözlerimde gördüğü şey her neyse daha fazla buna katlanamadı. İçimdeki o boşluktan, çökmüş siperden kaçarcasına bakışlarını koridora çevirdi. Hızla kalkıp askerleri yararak uzaklaştı. Bense tekrar camdan dışarı bakmaya, Tanrıça’nın Baykuş’u olarak esir alındığım siperde söyleyeceği şeyleri beklemeye başlamıştım.
Fabilog / http://fabilog.com/siperdeki-tanrica-murat-dural/