Kaderi sorgulamanın haram sayıldığı bir devrin, umursamaz ve özgürcü gençlerinin, illegal toplantılar ile mevcut hegemonyayı devirme münakaşaları icra ettiği tarifi edilemez bir fikir cennetinin olduğu açıklanması da zor olmayan fakat acayip olduğu yadsınamaz gerçekliğe sahip, göreceli olarak güzel bir devirde dünyaya gelmişti Orhan Sadık.
Mezopotamyanın kan ve irin kokan kozmopolit bir kentinin, yine aynı oranda türlü iğrenç kokunun burunların direğini sızlattığı ücra sayılacak bir köyde, yedi çocuklu devlet gibi bir ananın tek erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ortadoğu seyahatlerinde ekmeğini kazanan ve çocuklarının bir piç gibi yetişmesine müsaade eden altı köşe şapkası ve patlamaya müsait freni olan ford kamyonuyla, Kuveyt senin Suudi benim diye dolanan, okuma yazmayı köyün imamından öğrenmiş ilgisiz baba idi atası.
Ne zamanki ihtiyacını gidermek üzere boynuna dolamış olduğu eşeğinin ipi, insani ve istemsiz bir sesle irkilince kaçmaya çalışırken, asfalta gelmeden önce kopunca, anladı ne kadar şanslı ve müstesna bir velet olduğunu. O günden sonra kendini şaraba ve köyün en güzel kızlarının şehvet ateşini dindirmeye adayan yağız bir delikanlı olmaya karar verdi. İstanbul veya İzmir gibi daha batıdaki kentlerde doğsa, dünyanın en güzel kızları olmaya aday gençlerin hayalini süsleyen iki metreye yakın boyu, boz saçları ve buğday teniyle oğlan çocuğu oluverirdi. Üç ayda bir eve uğrayan babası, bu hovarda genci bir an önce dizginlemek ve işlerinin başına koymak için öz kardeşinin kızı ile evlendirmeye karar verdi.
Orhan’ın gözü ise daha yükseklerdeydi. Asla gelemeyeceği konumun hayalleri ile yanan yüreği, bir amca kızının mecburiyetiyle sönmüştü. Aklında hep o dünya güzeli genç kızların işvesi, namussuz bir dünyanın çekiciliği kalmıştı. Ne kadar bağlı hissetse de kendini bu dünyaya, elbet bir gün mecburiyetinin simgesi haline gelen aile göreneklerine köle olacağının farkına varmaya başladı: İlk kız çocuğu doğdu! Eve sarhoş geldiği bir akşam dürtülerine yenilip hiç olmak istemeyeceği bir konumda buldu kendini. Aklında hep o genç ve hovarda genç kızların haram nefesinin korkusu kaldı. Fakat Tanrının her daim farklı bir plânı vardı onun için. Her ne kadar haram kılsa da şarabı, kulunun selameti için bunun hayırlara vesile olmasını sağlayacak kadar kudretli bir Tanrı’ydı bu. Ne zaman genç ve liberal bir kızın koynundan kaldırsa başını, sabahında helal olan kadının bedeninde rahatlamış bir vaziyette buldu kendini.
Ayılınca unuttu her şeyi, kendi kanından olan kadının dişlerini kan doldururcasına kanattı. Ana olmasına aldırmadan hayatı zindan etti ona. Çocuklarının kendisine baba demesine bile müsaade etmedi. Bir kimsesiz edasıyla babalarına ismiyle hitap ettiler… Sonraki çocuğu erkek oldu. Bu coğrafya ve en az onun kadar kutsal olan ana için yaşama ve soy devamı sebebiydi fakat Orhan için boşanmaya engel teşkil edecek olumsuz bir gelişmeydi. Sonraki sarhoş gecelerin mamulü ikiz kız çocuğu ve sonraki ender ayık geceninki işe tatlı bir kız çocuğuydu. Yaşlanmasından olsa gerek, o kız çocuğu Orhan’a diğer bütün evlatlarından tatlı geldi. Onu için yaşadı, onu için sigarayı ve viskiyi bıraktı, onun için gerçek bir baba olmaya karar verdi. Bütün sevgisini, diğer evlatlarına gösteremediği bütün sevgiyi bu velete gösterdi… Fakat hâlâ bir erkek çocuğu vardı ve bu çocuğun traktörden düşüp ölme ihtimali, diğer bütün ölüm ihtimalleri arasında yüksek bir noktadaydı…
Tanrı, bu kız çocuğuna göstermiş olduğu sevginin karşılığını, Orhan’a yeni bir erkek çocuk bahşederek gösterdi.
Şimdi, yaş ilerlemiş ve kemale ermişken baba olmalıydı fakat çocuğu aile içinde sağlıklı bir birey yapan ebeveyn faktörü, çocuk doğduğu andan itibaren onu geliştiren en önemli faktördü. Kan görmeye dayanamayan bir evladı yanlış bir evlilik yapıp, sübyanıyla eve döndü, diğer evladı daha da yanlış bir evlilik yapıp ömrü boyunca yüksek ihtimalle mutsuz olacağı bir birlikteliğe girişti. İlk soy devamı ise, kendini savaşa ve her an ölümle burun buruna olmaya adadı.
Orhan ise nispeten ilerlemiş yaşı ile bütün bunlara göğüs germeye ve kırka yaklaşan yaşından sonra tanıdığı Tanrısına dua etmeye adadı ömrünü ve hep bu yanlışlarını babasının ilgisine bağladı. Pişman oldu. Durdu, düşündü; bu halde olmasının en büyük müsebbibi babasından başkası değildi. Hiç kimse Orhan’ın gerçek iki çocuğa sahip olduğu gerçeğini değiştiremezdi.