attila ilhan’ ın ruhuna…
sokak upuzun bir şiir gibi duruyor önümde. şu anda sokak lambasına sırtımı dayamış, yarım saat önce evimde sardığım sigaralardan birini içiyorum. içime çektiğim dumanı sokak lambasına doğru üflediğimde nefesim soğuk havaya karışıyor. böyle zamanlarda sigara dumanı sarı sokak lambasının ışığı altında gözüme pek güzel gözükür. onun daha ne kadar yükseğe çıkacağının telaşına kapılmayı, gecenin bu saatinde -ki saatin kaç olduğunu da bilmiyorum- beni sokağa vuran şeyin ağırlığını unutmayı seviyorum. bu saatte sokakta pek fazla kişi yok. aslında sağ tarafımda duran şu en meşhur fast-food zincirlerinin birinde masaları düzeltmekle meşgul adamı saymazsak benden başka tek bir kişi bile yok. dediğim gibi, saatin kaç olduğunu bilmiyorum ama, bana öyle geliyor ki, bu saatte uyumayan salt birkaç kişiyiz. ama onların sokağa çıkacak halleri, soğuğu yüzleriyle karşılayıp, ellerini dudaklarıyla ısıtacak halleri yok. önümde uzamış sokağa biraz daha yaklaşmak ve aklımda en garip düşüncelerle kendimi yavaş yavaş göl kıyısına atmak istiyorum. az önce evimde, en az dışarısı kadar soğuk odamda üstümde üç kat kazakla oturmuş, sert koyu kahvemi yudumlar ve bir sait faik öyküsü okurken birden neyin telaşına düşüp kendimi sokağa attığıma dair en ufak bir fikir bile yok aklımda. aslında böyle boş boş gezinmeyi, yalnızlığımı bana durup durup hatırlatan soğuğu yemeyi hiç de sevmem. doğrusu, şu anda bu durumumdan çok rahatsızım ama, başka bir alternatifim de yok. her neyse, göle biraz daha yaklaşıyorum. şimdi, çift taraflı otobanın en uç noktasında durmuş, sıra sıra geçen yük tankerlerini, şehirlerarası otobüsleri, otomobilleri ve nadir motosikleteri izliyorum. otobanın karşısındaki benzincide çalışan birkaç adam daha görünce hayrete düştüm doğrusu. hayır, benzincinin bu saatte açık olmasına elbette şaşırmadım. beni şaşırtan şey onların orada olduklarını düşünmeden, sokakta tek kişinin ben olduğum düşüncesine kendimi kaptırmış olmam. benzincinin hemen yanında neredeyse hiç kapanmayan bir lokanta var. aslında oraya gidip dünyada yediğim en güzel köftelerden birisini mideme indirmek istiyorum ama, içeriye girip göreceğim insan kalabalıklığı beni bundan vazgeçiriyor. yani basit bir köftenin beni kendime biraz daha düşman edebilecek olma olasılığı iyice midemi kaldırdı. yok, kendime daha fazla yüklenmeyeceğim, en azından burada, otoban kenarında, yük kamyonları, şehirlerarası otobüs sesleri arasında kendime bunu yapmacağım. şimdi karşıya, yani yolun tam ortasına geçmem lazım. bekle, şu kamyon bi’ geçsin, arkasındaki otomobil de geçsin, onun arkasındaki de geçsin… evet, şimdi koş, koş yolun ortasına! şimdi de sağ tarafındakileri sıraya koy, evet, bu geçsin, geçsin, geçsin, arkasında araba var mı, var, bekle, bekle, bekle, bekle… şimdi, geç, geç, geç!..
geçemedi… tam o kendini hayrete düşüren benzinciye birkaç adım kalmışken kendini bir anda fren sesleri ve gözü kör eden otomobil farlarının içinde buldu. neler olduğu apaçık ortadaydı. üç yıldır neredeyse her gün geçtiği bu yolda böyle bir şey yaşayacağı ve onca zaman böyle bir son için yaşadığı düşüncesi onu neredeyse deliye döndürdü. ama, öyle bir durumda deliye ya da başka bir şeye dönüşmesinin pek de önemi yoktu. aklından saliselik anda öyle şeyler geçirdi ki, ne olurdu evinden çıkmasa? hem, öykünün sonunu da okumamıştı. peki ya, yüzü nasıl görünüyordu şimdi? on beş yaşındayken burnu kırılmıştı, o günden beri yüzüne bir şey olacak diye ödü kopardı. ya, bütün bunlar saçma bir rüyaysa? yani, şu anda evinde, yatağında yatıyorsa?.. hayır, bu gerçek bir an. belki de, hayattaki en gerçek anlardan birisi. bunu kabullendi. bunun gerçekliğin ve yaşanmışlığın sahici bir kanıtı olduğuna kendini inandırdı. acaba bunu yaşayan herkes kendisi gibi aklından bu düşünceleri geçirir miydi? garip bir an. yaşarken ve bunun sona vardığı anlarda bile kendine soruları vardı. bunun bile keyfini çıkarmayı becerememişti.