Fantastik, Aksiyon ve Sinematik türleri kapsamında yazdığım Ruhların Travması bir serinin ilk kitabıdır. Yeni bölümler düzenli olarak eklenecektir.
Bu romanın bazı bölümleri başka blog’larda da mevcut.
http://turkcefantastikromanlar.blogspot.com.tr/
https://www.wattpad.com/user/Spulrium
Keyifli okumalar
Giriş
“Bir elin parmakları iyidir. Öteki el uğursuzluk getirir.” diyordu yaşlı şaman. Zıtlıkların yarattığı dengeyi değil, peydahladıkları karmaşayı, çelişkiyi, çatışmayı sevmezdi aslında. Kıskançlık lanetiyle doğmuş bir kainatın nabzını tutmaktan, kederlerini işitmekten ve onun yaralarını sarmaktan pek yorulmuştu.
Kader üstüne kumar oynamak doğru olmayabilirdi; fakat bu harap meclisin kuralı da buydu. Kaç kehanet yazıldıysa, oynanan oyunlar yüzünden sertçe bozuldu. Yorgun şaman her ne kadar öngördüyse de çokça yanıldı. Ancak bu kez olanlar öngörülmedi, tahminler yürütülmedi. Her şey açıkça, zorlaya zorlaya, yaşlı şamanın üstüne gelmekteydi. O artık inzivada olsa da, travma onu bırakmayacaktı. Ruhların travması…
Spulrium kainatına hoş geldiniz.
Bölüm 1: Soğuk Korku
Korkusu duvarları titretiyordu adeta; tüm şato şamanın duygularını paylaşmaktaydı. Koridoru süratla aşıp karşıdaki koca kapının ardına saklandı. Sırtını soğuk demir kapıya yaslayıp üşüyerek kendine geldi belki bir an; ama hâlâ, dikkatli bir kulak duyabilirdi bu korku dolu kalp atışlarını. Düşünmek, bir plan yapmak ister gibiydi. Peki bu bulanık zihinle hangi planı tasarlayabilirdi ki? Yeşil pullarla kaplı dört parmaklı eline baktı, yumruğunu sıktı ve gevşetti. Titremeseydi buna gerek kalmazdı aslında. “Sakin… Sakin… Sakin… Düşün. Derinlere in, ışık bul, ve onu yakala.” diyordu içinden. Evrendeki en hızlı bineğin süratinden bile daha ötedeydi nefesi. Onu dışarıya vermekte hayli zorlanıyordu; gırtlağındaki bu kalabalık hissi hiç sevmedi. “Daha sakin… Kaçmak yok, bir plan yap, kendini kurtar, evini kurtar.” diye devam etti. Antik ritüeline odaklanması için gözlerini kapaması gerekiyordu. Her daim belindeki kuşakta duran saydam tespihi alıp boncuklarını saymaya başladı şaman. Saydam küreler, sivri tırnaklarına değerken minik sesler çıkartıyor, yaşlı adamın kafasının üzerinde bulunan ufak yelpazeler hızlı ve küçük hareketler yapıyordu. Tikleri başlamış gibiydi.
Korku gerçekten soğuktu. Öyle olmasaydı iki bacağını da hissedebilirdi. Zehir gibi yemyeşil olan pulları tüm bedeninde titrek titrek salınırken, geniş ve kara göz çukurlarına saplanan yılan bakışlı gözleri kapalı kalmakta zorlanıyordu. Antik ritüelin tam ortasında, “düşünürken düşünmek”in garip hissine kapılan yaşlı şaman tek elini ufak boynuzları olan çenesine götürüp sıvazlamaya başladı. Bu karmaşık zihin yapısını çözmek için oturma ihtiyacı hissederek üstündeki gri renkli cüppeyi hafifçe sıyırdı. İpek kumaş kolayca bükülüyor, ancak uzun kuyruğu yüzünden oturmak bir eziyet olabiliyordu.
Zihninde sohbetler de vardı, haykırış dolu kavgalar da. Ara ara kendi ismini duyuyordu bu düşüncelerde; Nakumex… Daha önce de benzer hislere kapılmış ve aklının içindeki başka akılları sezebilmişti. Fakat bu seferki farklıydı. Şaman Nakumex’in zihninde onlarca, belki de yüzlerce davetsiz misafir vardı. Antik ritüeli düşünürken bambaşka tabiatlara ve mantıklara da kapılabilmesinin başka bir açıklaması yoktu. Olamazdı. Ama tüm bu alan ihlallerine karşı yeterli direnci vardı onun. Bundan şüphe etse de vardı.
Ritüel bir içe dönüş, bir seyreltme eylemiydi aslında. Zihninde var olan her bir sayfayı çevirir, gerektiğinde kalemini kullanır ve eğer gerekirse sayfa yırtardı şaman. Konsantrasyon toparlamak, endişe ve telaşı alt etmek, türlü musallatı kovalamak için iyi bir uğraştı. Eski dostu tespih ile düzenli biçimde sayar, dış gerçeklik ile bağlantısını böyle sürdürürdü. Ritüelde kaybolmak kolaydı zaten; lakin amaç kaybetmek değil, bulmaktı daima. Huzuruna dadanan, alanını işgal edip fikrini yağmalayanlar her kimse, ritüele kapılıp onları içsel anlamda kendinden uzak tutabilmesi mümkündü.
Şatonun holü ile Nakumex’in içinde olduğu odayı, yani kütüphaneyi birleştiren koridorun sonundaki kocaman demir yığını, şamanın az önce sırtını yasladığı soğuk kapıydı. Yaklaşan felaket ile onun arasında barikat misali duran bu yapı bile onu kurtarmaya yetmeyecek gibiydi ki, yaşlı ejderha bir hayli korkuyordu. Tespih eşliğinde ritüellere dalma eylemini sonlandırdı çünkü yeteri kadar sakin ve dirençliydi artık. Boncuklu şeyi kuşağına tıkıştırmak isterken önünde yükselen kapının içinden parlak kızıl bir el geçiverdi. El olabildiğince çirkin ve biçimsiz, tırnakları ise upuzundu. İrkilen şaman tespihini yere düşürdü ama nereye düştüğü belli olmayan bu şeyi aramak şu an için büyük bir vakit kaybı olurdu. Tek elini alnına koydu, alnında kan kırmızısı bir hare belirdi. Büyücülüğün heyecanlı dünyasına iyiden iyiye kapılan Nakumex, demir kapıyı ve çevresindeki duvarları önce kanla sıvadı, sonra sıvadığı tüm kanı pıhtılaştırarak kaskatı bir hale getirdi. Bu kan pıhtısından meydana gelen yapı büyülüydü; ve artık hiçbir spiritüel şey onun içinden geçemezdi.
Şamanlık gurur verici bir mertebeydi; evet… Fakat bir “Kan Şamanı”nın yüksek mertebesi ile kıyaslanamazdı. Bir zamanlar, Nakumex’in korkularının merkezinde yatan kan, şimdi onun kaderinin ta kendisiydi mesela. Nadir ve az sayıda olduklarını iyi bilir, kendini şanslı hissederdi. Çünkü savaş döneminde bile kan, nadir olma özelliğini korurdu. Kan büyüleri gizemli ve kıvraktı belki, ama bu ekol pek tercih edilmediğinden, kainatın tüm yaşam enerjisi evrenin belirli şamanlarına kalıvermişti. Şifacı şamanlara…
Tespih o kadar gereksiz bir detaydı ki, geçmişin büyükçe bir bölümüne şahitlik etmiş antik şeyin nereye düştüğünü bulmak yerine kaçış planını uygulamak daha gerekliydi. Kütüphanenin büyük penceresine doğru yürüdü ve sıkışmış olan kulbu hızlıca çevirip pencereyi açtı. Sahibine koşan atlar gibiydi rüzgar; şamanın yüzüne çok sert bir biçimde çarpıverdi. Şiddetli sağanak, gök gürlemeleriyle heybet bulan gecenin karanlığında dahi fark edilebiliyordu. “Bir şey unuttum mu?” diye düşünen şamanın aklına şüphesiz ki tespih gelmişti ama, derinlerde yatan arayışlarının yönelimi o antik şeye doğru değil gibiydi. Pencerenin kenarındaki çalışma masasının üstünde duran yakut işlemeli hançeri gördüğünde arayışı bitivermişti. Onu tek hamlede kaptı, beline yerleştirdi. Tekrar pencereye yöneldi. Sağ ayağını kaldırdı ve yaşlı pervaza dikkatlice çıkmaya çabaladı. Bastığı yerden emin olunca, pencerenin kenarlarına tutunan kollarından ve hâlâ kütüphanenin zeminine basan sol ayağından güç alarak gövdesini kaldırmayı başardı. Artık pervazda dikiliyordu; kuyruğu hariç tüm bedeni dışarıdaydı.
Üstündeki cüppeyi sımsıkı kavrama gereği duyuyordu Nakumex. Fırtınanın gasp etmek istediği ilk şey bu olabilirdi. Fakat ellerini şatonun dıştaki duvarlarına tutunmak için kullanmak zorundaydı; dikkatli olmazsa onu da alıp götürebilirdi. Şatonun dış yapısını tekrar gözden geçirmek ve bir kaçış rotası çizebilmek adına kafasını hafifçe yukarıya kaldırdı. Yağmur damlaları gözlerine çarpıyor, o da her seferinde gözlerini kapatıp açıyordu. Nefes alıp verdiğinde burnundan çıkan sıcak buharların içinde kalıp ısınabilmeyi diledi; ıslandıkça daha çok üşüyecekti çünkü. Yılan gözlerini rahatsız eden, inatçı bir ışık da vardı aslında. Kaynağı göklerdeydi. Omzunun üstünden, hemen arkasında kalan gökyüzüne doğru baktığında, siyah ve kızıl dumanlardan ibaret bir tablo karşıladı onu. Bu bir gün batımı değildi. Sanki gökyüzü yanıyordu veya göklerde olağanüstü bir patlama olmuş da, kızılın en koyusuyla siyahın en karası iç içe geçmişti. Korkusu dondurucu bir soğuk olmaya başladı. “Nasıl bir bozulma bu?” dedi kısık bir sesle.
Tok bir ses duyuldu. Şaman irkilmiş ve kafasını kütüphanenin içine doğru uzatmıştı. Ruhların büyülü yolları boşverip kapıyı kaba kuvvetle kıracaklarını anladı. Yaşlı ejderha acele etmezse, kütüphanesine belki de onlarca yaratık doluşacak ve her şey daha korkunç bir hal alacaktı. Belden yukarısını odanın içine soktu. Tek eliyle pencerenin çerçevesine tutunurken, diğer eliyle de odanın içine bir büyü yapacaktı. Eli havada daireler çizmeye başladı. Gözlerini kapadı. Büyüyü yaparken, bir yılanınki gibi çatallı olan dili dışarı çıkıp duruyordu. Ve kütüphanenin tam ortasında kızıl bir küre meydana gelmeye başladı. Birkaç saniye sonra bu kürenin sıvı olduğu belirginleşti. Ve hemen ardından rengi oturdu; bir kan küresi olduğu netleşti. Yerden en fazla beş ayak yüksekte, havada asılı halde duran bu şey kendi ekseni etrafında çok yavaş bir biçimde dönüyor ve fokurduyordu.
Bedenini hızlı bir şekilde geri çekti; yine tümüyle dışarıdaydı. Önce üzerinde durduğu pervaza, ardından da solundaki diğer pencere pervazlarına bir göz attı. Fırtınanın kırbaç gibi hamleleri dikkat dağıtıyor, şiddetli yağmur görüşü kısıtlıyordu. Konsantre olamıyordu çünkü yapacağı şeyi daha önce hiç denememişti. Solunda bir tane daha pencere pervazı vardı ama birazcık yüksekteydi. Oraya doğru uzanması, belki küçük bir tırmanış yapması, ya da hafifçe zıplaması gerekecekti. “Keşke bunları aynı hizada yapsaymışım.” dedi içinden.
Yepyeni bir gümbürtüyle tekrar irkildi Nakumex; fakat bu gürültüyü öyle veya böyle işiteceğini çok iyi biliyordu. Ruhlar demir kapıyı esnete esnete kırmayı başarmışlardı; dikdörtgen biçimli kilitleri yere pes edercesine düşüverdi. En öndeki kızıl ve iri ruh, sabrı taşmış bir şekilde, süratli göz hareketleriyle odanın içerisinde şamanı aradı. Fakat onu göremedi. Diğer ruhlar da sırayla odaya doluşuyorlardı. Homurdananlar, kıkırtı şeklinde gülenler, ulumaya benzeyen sesler çıkartanlar vardı aralarında. İçinde bulundukları durumun farkında olanlar da oradaydı, olmayanlar da. Sonra havada asılı duran kan küresini fark ettiler. Havada asılı duruyor, ve kendi çevresinde yavaşça, gizemli bir biçimde dönüyor oluşu ruhların çok ilgisini çekmişti. İçlerinden bir tanesi, cesaretine ve merakına yenik düşüp küreye dokunuverdi. Önce çok boğuk bir ses çıktı; ardından küredeki fokurdama bir çeşit infilaka dönüşerek tüm ruhların üzerinde kan lekeleri bıraktı. Küre hızlıca dönmeye başladı. O kadar hızlanmıştı ki, artık küreyi görmek mümkün değildi. Çevresinde bir çeşit hare oluştu ve tüm ruhları içine çekmeye başladı. Ruhlar bir bir, kan küresinin çekim gücüne kapılarak merkeze doğru çekiliyorlardı. Dengesini kaybedip yere düşenler oluyordu. Sivri ellerini zemine geçirip çekimden kurtulmak istediler ama başaramadılar. Kıkırdamalar çığlık oldu. Homurtular çaresiz gürlemelere dönüştü. Hayli korku içindeydiler. Kızıl olan dev ruh ise, gözünü bir saniye bile pencereden ayırmıyordu.
Şaman yüzünü şatonun dıştaki duvarına döndü. Tek elini duvara dayadı. Diğer eliyle de denge sağlıyordu. Uzun ve imkansız bir adım atarak solundaki pervaza çıkamazdı belki ama, mezarşatonun tuğla duvarlarının girinti ve çıkıntılarına ayaklarını koyabilirdi. Öyle de yaptı. Tek ayağını yakınlardaki çıkıntılardan birine yerleştirdi, ve kendini kuvvetlice ittirerek yükseldi. Zıplamıştı. Boştaki eliyle hedefindeki pervaza tutundu. Aradan saniye bile geçmeden öteki eliyle de pervazı kavradı. Ayakları boştaydı; fırtına yüzünden iyice savruluyorlardı. Kendini yukarıya çekmeye çalıştı ve ölüme meydan okuyan bedeniyle bunu başardı. Yaşamının en derin nefeslerinden birini almıştı belki. Dağılan cüppesini sakince, özenle düzeltmek istedi. Sırada daha zor bir deneme vardı. Kafasının tam üzerindeki pervaza çıkmak zorundaydı. Fakat o oldukça yüksekteydi. Hayli kısıtlı kalan konsantrasyonunu bu zor kısımda kullanacaktı.
Yeşil pullarla kaplı ellerini kaldırdı ve onlara baktı. Yaşlanıyordu Nakumex; eskisi kadar iri değildi elleri ve canlı bakamıyordu gözleri. Zihni hep farklı yerlerdeydi. Tecrübeler ve bilginin fazlalığı onu çok açıdan bakmaya, ama tek bir açıdan görebilmeye zorluyor, çürümek bilmemiş ejderha aklı ise artık yavaş yavaş paslanma evresine kapılarını aralıyordu. Eski morali, farkındalığı ve konsantrasyonu yoktu belki; ama yaşamı pahasına vermek zorunda olduğu bu sınavı başarıyla geçmesi gerektiğinin fazlasıyla farkındaydı ki, güçlükle odaklanmasına rağmen ellerinde minik kan topları biriktirebilmeyi başarmıştı. Bu ufak kızıl yuvarlaklar kan damlalarını andırıyor, şamanın ellerinin yörüngesinde dönüyorlardı. Yörüngede kaldıkça büyüyor, dairesel salınım sürdükçe yeni toplar sürüye katılıyor, hatta bazıları rahatsız edici birer fışkırık oluveriyordu. Elleriyle, önünde duran kapalı pencerenin hemen üzerindeki tuğla duvarı, yani az önce gözüne kestirdiği öteki pencerenin hemen altındaki yüzeyi hedef aldı. Havayı adeta tırmalamaya başladı. Kan toplarının tümü birer fışkırık olduğunda, karşısındaki duvarın üzerine eni en fazla on ayak olan, kandan bir şerit çekmeye çabaladı. Bu şerit geniş bir kırmızı halı gibiydi ve iki pervaz arasına dik biçimde yerleştirilmiş izlenimi veriyordu. Yarattığı kanı aşağıdan yukarıya doğru duvara sıvamayı başarmıştı. Hâlâ ellerine bakıyordu aslında. Yaşlılığını umursamaması gerekirdi. Sivri tırnakları kadar olmasa da, konsantrasyonu sivrilmişti şu an; burada pes etmek gereksiz olurdu. O her ne kadar düşünmek istemese de, aşınmış ve soyulmuş tırnakları onu “Bırak artık, öl gitsin.” diyen fısıltıları dinlemeye zorluyordu.
Ellerini bir anda indirdi Nakumex. Şimşeklerle rekabet edebilecek bir hızla tırnaklarını göğsüne batırıverdi. Kendini parçalamaya başladı. Neredeyse kalbine ulaşacaktı. Çok kan akıyordu. Akan kan yere dökülmek yerine havada asılı kalıyor, ardından şamanın etrafında dönmeye başlıyordu. Çevresinde binlerce kan damlasıyla gecenin ortasında anlamsız bir görüntü oluşturan Nakumex, gözlerini kapadığı anda kan damlalarına bir çağrı yaptı. Artık o, kandan meydana gelen bir kozaydı. Titriyordu ara ara. Üstünden kesif demir kokulu, kanlı balçıklar akıyordu. İçine bilinçli girilmiş olsa bile, sanki bünyesindekini tutsak etmişçesine sıkıydı. Böylesine korkunç bir kozaya, kainatın en suratsız haşeresi bile giremezdi. Minik çıtırtılar duyuldu önce; sonra çatırtılar… Koza tam tepeden ikiye ayrılarak içindeki kızıl sıvıyı yere boşaltıverdi. Bir kan birikintisi… Şamanın duvara sıvadığı şeride doğru yavaşça akıyordu bu birikinti; ve hemen ardından birleştiler. Bir bombe, bir şişlik vardı mesela; şeridin üzerinde hareket ediyor, yukarı doğru tırmanıyordu. Yaşlı ejderha bombe şeklini alma meselesini pek sevmezdi ama bu onun tabiatında vardı aslında.
İki pervaz arasını tırmandıktan sonra yavaş yavaş eski formuna kavuşuyor, şişlik uzuyor, kolları ve bacakları belirginleşiyordu. Eski haline döndüğünde üstünde bir damla bile kan lekesi kalmamıştı. Artık ayaklarının altında kalan kandan şerit, fırtınayla savrulan vahşi yağmurun darbeleriyle havaya karışmaktaydı. Şimdi tam karşısında, kulenin en üst katında yer alan gözlem evinin penceresi duruyordu. Aşağıya son bir kez baktı. Ruhların sesleri boğuk boğuk geliyordu. Çıldırmışlardı; ve kan küresi onları hala oyalıyor, deli ediyordu. Hatta bu sinir bozucu küreye büyülerle saldırmaya çalışanlar da vardı; çıkan sert seslerden, yansıyan parıltılardan belliydi. Şaman tebessüm etti; kafasını hafifçe aşağıya eğerek “Bu küreyi siz çabucak harcayın diye eğitmedim; daha çok uğraşın!” diye bağırdı. Korku belki de dondurucu bir soğuktu. Yoksa Nakumex ona meydan okuma ihtiyacı hisseder miydi?
Gözlem evi… Pencerenin hemen ardında şamanın gerek duyduğu yer duruyordu ve dirseğini kullanarak camı birkaç darbede parçaladı. Altın renkli dev teleskop odanın tam ortasında yükseliyor, ucu, kulenin tepesindeki iris biçimli zarif yarıktan dışarı fırlıyordu. Fakat bu büyük tenekeyle işi yoktu. Çevresinde bulunan mumları toplamaya başladı şaman; bulduğunu kucağına atıyordu. Hepsini yere bıraktı, ardından onları altıgen biçiminde dizmeye başladı. Duvarlarda asılı olan meşaleleri mumları yakmak için kullanacaktı. Altıgen alanın içine girip dizlerinin üstüne çökmüştü. Gözlerini kapadı. Ellerini dizlerine koydu. Kafasını yukarıya kaldırdı. Şeklin içini cüppesinden süzülen kanla doldurmaya başladı. Üstü lekelenmiyordu. Akan kan altıgen biçimi oluşturan mumların belirlediği sınırı asla geçmiyor, tam dibinde duruyordu. Yaşlı ejderhanın gölgesi kayboluyordu adeta. Aslında odadaki her şeyin gölgesi kayboluyordu. Gözleri kapalı bir biçimde, birkaç dakika önce kütüphaneden telaşla aldığı hançeri belinden çıkardı. Uzun tırnaklarını hançerin üzerindeki yakut işlemelerde gezdiriyordu. Her bir girintiyi, çıkıntıyı, sertliği ya da yumuşaklığı hissedebiliyordu. O kadar yoğunlaşmıştı ki şaman, topraktan geldiği günleri, bir nesne, bir mücevher, bir yakut olabildiği zamanları hatırlamaya başlıyordu. Gözlerini bir anda açtı. Tek olan göz bebeği iki tane olmuştu. Titrektiler. Ama tam karşıya kızgın bakıyorlardı. Ve hançeri duraksamadan, canını sakınmadan, tekrar düşünmeden kalbine sapladı. Birkaç saniye boyunca kalbinde saplı hançerle öylece durdu. Gözleri hâlâ açıktı. Canı yanmış gibi görünmüyordu. Kırık camdan giren rüzgar mumları ve meşaleleri söndürmüştü. İçerisi zifiri karanlığa gömüldü. Kapkaranlık odada hayat yoktu belki. Bir canın varlığına şahit olmak, bir olgunun kanıtının izini sürmek imkansızdı. Ufacık bir ışıktı tüm bu anlamsızlığı sonlandıran. Git gide büyüyor, yoğunlaşıyor, şekil alıyordu. Büyüdükçe, onu meydana getiren her bir nokta belirginleşiyor; noktalar yan yana gelerek bir bedenin, bir suretin elçiliğini yapıyordu.
Şaman alışkın olduğu bir şey gerçekleştirmişti: ruh formuna girmek. Bu yolla birçok ruhla tanışmış, birçok gizemli şeyi çözmüş, bir çok sırra erişmişti. Ama bu sefer amacı başkaydı. Yerden yükseliyordu. Teleskopun özgürlükle buluştuğu o zarif yarıktan geçerek şatoyu terk etti. Hiçbir zaman ayrı kalmayı sevmediği, ve bünyesinde bir sürü iyi huylu ruhu barındıran mezarşatosu çok çok aşağılarda kalmıştı. Yaşlı adam göklerde süzülürken ardına, şatoya doğru baktı. Bu şatoyu kendisi yapmıştı. Görkemli bir kapı, kapının yanlarından tıpkı bir kanat gibi açılan surlar, içinde envayi çeşit egzotik bitki bulunan bir bahçe, ve hepsinin ortasında, adeta tüm bu yapılara hükmeden bir kule… Ve tabii, bahçeye paralel konuşlandırılmış büyük bir mezarlık… Mezarlıklarından dolayı buraya mezarşato denirdi esasen. Oraya bakıverdi ister istemez. Ruh dostlarını merak ediyordu. Uçarak, kaçarak, onlara ihanet mi etmişti? Evini kurtarmak isterken onu bir kez daha görememe riskini almak şart mıydı? Bu ruhlara sonsuz sohbet, alaka, ve huzur sözü vermemiş miydi Nakumex?
Artık uzaydaydı. Evinden çok uzaklarda, ait olduğu gerçeklikten çok ötedeydi. Pek tedirgindi; ama yolunu kaybetmezdi. Hızlıca salınıyor, kaybolmuş gibi görünmüyor; gezegenleri, toz bulutlarını, güneşleri görebiliyordu. Epey yol kat etmişti. Onun gözünden uzay, çok hızlı geçip gidiyordu. Yüksek hızda ilerlerken bir anda durdu. Çok dikkatli bakan birinin bile gözünden kolaylıkla kaçabilecek bir cisim vardı karşısında. Cismi eline aldı. Sırtını şamana dönmüş, ısınmaya çabalayan bir yaratık gibi görünürdü. Rengi, kabuğu çok renkli böcekler gibiydi. Noktalardan meydana gelen parıltılı bedenini bu küçük nesnenin içine aktarmaya başladı. Yaşlı şaman bir sürahiden bardağa aktarılan su gibi, kabuğa akıyordu. Şaman bitip tükenene kadar, aktı.
Kuros… Kabuksu yaratığın adı buydu. Dışarıdan bakıldığında bir tırnak kadar bile olmayan, ama içine girildiğinde rahatça kaybolunabilen devasa bir hol… Daha önce buraya gelmişti yaşlı ejderha. Ama sadece gezmek, tanımak, anlamak için gelmişti. Holde ilerlemeye başladı. Ayakları ıslanıyor, her adımı su sesleri çıkartıyordu. Devasa sütunlar bu muazzam holün bacaklarıydı. Onun ihtişamlı omurgası… Gövdelerinde altından işaretler vardı. Toplamda oniki adet işaret bir araya gelerek bir şekil oluşturuyordu. Şaman bu oniki rakamını bilirdi ama şekli hiçbir zaman çözememişti. Ne var ki, bu gizemi, işaretlerin sahibine de hiç sormamıştı. Düşüncelere dalmaması, dikkatını bu karmaşık yapılı hole vermesi gerektiğini iyi biliyordu. Tam karşısına çıkan girintiye doğru eğildi. Bir mağaranın oyuklarına benzer bu girintinin çapı en fazla dört ayaktı; içine sığmak ve içinden geçebilmek için hayli ciddi bir çaba göstermişti. Önünü göremese bile, sürünmeye devam edip yere çakılacağı anı beklemeliydi; bunu biliyordu zaten. Nitekim çakıldı.
Çakılmanın yarattığı sarsıntının gözlerinde meydana getirdiği parıltı bembeyaz, odayı aydınlatan alevler ise masmaviydi. Ayağa kalkıp gri cüppesini özenle düzeltti. Tam karşısında oniki adet çanak duruyordu; altısı sağda, altısı solda… İçinden, “Bir elin parmakları iyidir. Öteki el uğursuzluk getirir.” diyordu. Sırf bu yüzden sağdakilere yöneldi. Çanakların kapaklarını yavaşça açtı. İlk çanaktan ateş kırmızısı, ikincisinden buz mavisi, üçüncüsünden ışık sarısı, dördüncüsünden metal grisi, beşincisinden bitki yeşili, ve altıncısından da illüzyon beyazı küpler yükseldi. Şaman her bir küpü avcuna alıp parçaladı; ve küplerin içindeki toza benzeyen özler havaya karışmaya başladı. Tozların havadaki dansı, yarattıkları zarif kıvrımlar şamanın tebessüm etmesine sebep olmuştu. Dansı dikkatle izleyen Nakumex, önce deprem oluyor sandı. Arkasına baktı. Sonra sağa ve sola… Hiçbir şey sallanmıyordu; sallanan tek şey kendisiydi. İçinde bir his vardı. Uyuştuğunu hissediyordu. Yere yığıldı. Hâlâ sallanıyordu. Tekrar korkmaya başladı. Korku soğuk değildi; kendisi donuyordu artık. Gözlerini kapattı. Ve yavaşça ufalmaya, giderek küçülmeye başladı. Gözden kaybolana dek, azalmaya devam etti. En keskin gözün sabrı taşana kadar küçüldü. Sonrasında, kayboldu yaşlı ejderha.
* * *
Ateş, Buz, Işık, Metal, Bitki, ve İllüzyon… Uyanmışlardı. Onlara “Semboller” de denebilirdi. Yüce Tanrı, her şeyin yaratıcısı Arkeus, onları bir çeşit gardiyan ilan etmişti. Ve gardiyanların anahtarı evrendeki pek az şamana verilmişti. O şamanlardan biri yaşlı Nakumex’ti. Ve şimdi, şamanın seçtiği bu semboller ilk görevlerine çıkıyorlardı.
Her biri, doğadaki bir gücü, ve bir ruh halini temsil ediyordu. Mesafeli Ateş, asabi Buz, sıcakkanlı Işık, haylaz Metal, bıkkın Bitki, ve temkinli İllüzyon; altısı birden, Nakumex’in mezarşatosuna, şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Bölüm 2: Rüyadan Kabusa
Semboller birbirlerini ilk kez böylesine net ve renkli görüyorlardı. Fakat sanki, yıllardır tanışıyormuş gibi birbirlerine aşinaydılar. Şaman Nakumex’i, ve hatta evrendeki diğer ayrıcalıklı şamanların tümünü tanıyor, ve neye benzediklerini biliyorlardı. Karşılarında duran şatonun kime ait olduğunu, içinde neler barındığını, Nakumex’in ruhlarını, her şeyi… Çünkü şamanlar, sembollerle, gizemli rüyalar aracılığıyla sohbetler etmişlerdi bir vakitler. Bu rüyalar aynı zamanda sembolleri de tanıştıran şeydi. Yıllarca süren rüyalar…
Sessizdiler; fakat düşünüyor ve hislerini inceliyorlardı. Evreni, gezegenleri, canlıları, nesneleri, hiç bu kadar derinden hissetmemişlerdi. Ve içlerindeki ses, “Kainatta bir gariplik var.” diyordu. Konuşmak o an için çok zordu. Zihinlerinden kelimeler geçiyordu belki; ama hiçbirisi cesaret edip cümle kuramamıştı. Çünkü unuttukları cümlelerdi bunlar. Konuşmaya gayret ediyorlardı. Bu kıvranıştan hoşlanmayan Ateş, yanındaki beş dostuna baktı ve ilk cümleyi kurmayı başardı.
“Ne olduğuna dair tahmin yürütecek olan var mı?”
“Bence korsanlar…” dedi Işık, ince sesiyle.
Metal ileri atıldı.
“Ben bu bölgede deniz göremedim. Korsanlar?”
“Her ne ise gidip kafalarını kıralım!” diye haykırdı asabi Buz.
İllüzyon temkinliydi.
“Sesinizi alçaltın; düşman yakınlarda olabilir.”
Tahminleri gereksiz bulan Bitki,
“Neden tahmin etmekle uğraşıyoruz ki? Şatoya girelim ve görelim.” dedi bıkkın bir ses tonuyla.
Gün ağarmaya başlamıştı; ortalıkta gri renkli ve sinsi bir sis takımı geziniyordu. Bu puslu havadan yalnızca İllüzyon hoşnuttu mesela. Kalanı etrafına bakıyor, sisleri umursamayan tavırlar takınıyordu. Altısı birden şatonun surlarını birleştiren kapıya doğru yöneldiler. Bu giriş kapısıydı ve ardındaki yapılara oranla hayli büyüktü. Kapının sağından ve solundan uzanan surlar düzgün bir daire çiziyor, içindeki her şeyi sarmalıyordu. Sembollerin bulunduğu bölgeden iç kısımdaki kulenin üst katları görünüyordu sadece. Bir çeşit cansızlık, ölüm ilhamı alıyor gibiydi Işık. Suratını ekşitmişti. İçeri girmek istemiyordu belki. Fakat aralarında sabırsız olanlar da vardı; mesela İllüzyon,
“Kapıyı çalmak gibi bir nezakete girmeyeceyiz öyle değil mi?” demişti.
Buz hemen bir fikir attı ortaya.
“Bakın, ben kapıyı donduruyorum sonra Metal okkalı bir darbeyle kapıyı tuzla buz
ediyor; tamam?”
“Hayır!” diyerek fısıltılı ama hafif şiddetli bir tepki gösterdi İllüzyon. “Resmen ‘Biz geldik!’ demiş oluruz. Gizlice girersek içerdeki düşmanların haberi olmaz. Bırakın içeriye sızayım ve kapıyı içerden sessizce açayım?”
İllüzyonu dikkate almayan Buz, masmavi bir ışınla kapıyı dondurmaya başladı. Bunu gören İllüzyon “Her neyse…” dercesine bir ifade takındı ve geriye doğru birkaç adım attı; aradan çekilmiş gibiydi. Kapı donduktan sonra, beş sembolün arasından bir metal yığını hızlıca geçiverdi. Bu Metal’di. Geriden gelerek hız almış ve kollarını birer örse dönüştürmüştü. Şatonun donuk kapısına muazzam bir şekilde çarparak onu tuzla buz etti. Koca kapıyı meydana getiren tüm parçalar Metal’in darbesine dayanamayıp parçalanıyor, dört bir yanında uçuşuyordu. Şatonun girişinde hiç kimse yoktu. Ne bir karşılayan, ne de “Merhaba!” diyen… Sütunlar yerlerde, demir parmaklıklarla çevrilen ve içinde birçok kıymetli bitki bulunan bahçe resmen yanıp kül olmuştu. Seramik vazolar kırılmış, aydınlatma kuleleri devrilmiş, mezarlıktaki mermer tabutlar zarar görmüştü. Hayat belirtisi yoktu. Ama kule taraflarından sesler geliyordu. Cam şişenin içine tıkıştırılmış bir meydan muharebesi gibi, boğuk ve sıkışık yankılar vardı. Ayrıca kulenin üstünde parlak kızıl bir bulut takımı gözlemlediler. Kulede bir şeyler oluyordu; ve ortalıkta sorgulayabilecekleri bir ejderha falan göremediler. Şamanın yaşamı konusunda ciddi endişeleri vardı artık.
Kulenin girişi molozlarla kapanmıştı. Bunlar uzun yapının yanındaki iki ejderha heykeline ait parçalardı. Devrilmiş, çatlamış, yer yer ufalanmış vaziyetleri, heykellerin geri kalan parçalarından ihtişam da koparmış gibiydi. Çevreye göz gezdirdiler; farklı girişler aradılar. Lakin kuleye başka bir yerden giremezlerdi. Metal, kapıyı örten molozları tek tek kaldırıp kenara atmaya başladı. Birkaç kayayı kaldırıp bıraktıktan sonra,
“Bunları tek tek kenara koymak istersem asırlar geçer. Millet yeni bir çağa adım atar. Gereksiz… Herkes yardım etsin de şu yığını süpürelim; iş çabuk bitsin.” dedi.
Ateş, avuçlarının arasında eriyik bir top yaratmaya başladı. Sımsıcak lav topları fokurdayarak büyüyordu. Işık’ın çevresinde parlak sarı bir hare belirdi. Harenin demetleri hem göz alıcı, hem de zarifti. İllüzyon kendinden iki tane daha kopyaladı. Kopyaların esasından hiçbir farkı yoktu. Bitki, molozların hemen altından kökler çıkartmaya başladı. Kalın, odunsu, dikenli ve sarmaşık hareketleri yapan kökler molozları sarmalıyordu. Buz, yığının tam tepesine inecek bir buz kütlesi tasarlamaktaydı. Heykelin artıklarının üzerinde havada asılı duran dev bir buz kristali vardı artık. Ve son olarak Metal, o meşhur metalik çekicini eline aldı. Çekicin iki tarafında da tokmak vardı, saf gümüştü. Metal’in kafa hareketiyle birlikte, hepsi aynı anda, molozların üzerine tasarladıkları saldırıyı yapmaya başladılar. Ateş’in eriyik topu, uçan bir lav kayası gibiydi ve kocamandı. Işık’ın çevresindeki hare çapını hızla genişleterek molozları patlatmaya doğru gidiyordu. İllüzyon’un iki kopyası yığına doğru koşacak ve az sonra infilak edecekti. Bitki’nin yerden çıkan asit dolu kökleri molozları çatlamaya zorluyordu. Buz’un tasarladığı buz kütlesi yığının üzerine süratli bir şekilde iniverdi. Ve Metal’in büyük çekici, geride kalan artıkları bir süpürge gibi sağa sola savurdu. Artık moloz diye bir şey yoktu; sadece yoğun ve görüşü kısıtlayan bir toz sahası mevcuttu.
“DİKKAT EDİN!” diye bir haykırış duyuldu. Bu ses en arkadaki Işık’a aitti. Herkes dikkat kesilmişti. Ve tozların arasından kızıl renkli, parlak, tırnakları olan kocaman bir el çıkıverdi. Bu el önce uzadı, sonra en önde duran Metal’i yakalayıp soldaki sütuna geçirdi. Sütun ortadan kırıldı; ve üstteki parçası doğruca İllüzyon’un üzerine doğru devriliyordu. Devrilişi takip eden Ateş çok seri bir biçimde bedenini lava dönüştürmüştü; devrilen sütunun içinden bir fırıldak gibi geçti. Sıcak lav yüzünden delinen ve de aniden eriyen sütunun nerdeyse tamamı duman olmuştu. İllüzyon korkudan kapadığı gözlerini açtı. Endişeli bakışları devrilmekte olan sütunu aradı bir an, ama onu bulamadı. Gururu zedelenmiş gibi hissediyordu. Çok kızgındı.
“Tuzak! TUZAAAK!” diye bağırdı Buz.
Tozlar yavaşça ortadan kalkıyor; bu elin nasıl bir bedene ait olduğu da artık tamamen görünüyordu. Bu bir ruhtu; kapının ardında değildi; gövdesini dışarı çıkartmıştı. Altı sembolü de hızlıca süzdü ve iğrenç ağzını sonuna kadar açarak, hem böğürdü hem de çığlık attı. Pek vahşiydi. Sütuna çakılmanın yarattığı şoku henüz atlatan Metal, gruba katılabilmek için ayağa kalkıp hızlıca geriledi. Artık hepsi bir arada hazır bir şekilde duruyorlardı.
İllüzyon sabırsızdı, ve de öfkeli… Deminki utancın rövanşını almak istiyordu. Ruhun üstüne zıpladı. Sırtına tırmandı. Ellerini havaya kaldırıp bir sürü hançer yarattı. Hepsini ruhun sırtına sapladı. Hançerler yüksek bir hızda, saplandıkları yerde bir fırıldak gibi dönmeye başladılar. Çelikler döndükçe ruhun sırtı oyuluyor, bu ona çok acı veriyordu. Çift sesli narası tekrar duyuldu. Acıdan elleri havaya kalkan kızıl yaratık birini sırtına uzatıp İllüzyon’u oradan almak istedi ama İllüzyon kendini demateryalize ettiğinden el içinden geçti. Sonra ruh da bir büyü yaparak demateryalize oldu. Bir süre görünmez kaldı.
Yaratığa fiziksel şeylerle zarar vermek mümkün değildi artık. Semboller gerilmeye başladılar. Fakat İllüzyon henüz ısınmıştı ve her saldırıya, her kurnazlığa hazırdı. Ruh kendini tekrar gösterdi. Ellerini birleştirdi, boğuk sesler çıkıyordu. Çevrede yansıyan ışık hüzmeleri bir bir bükülmeye, bozulmaya başladı. Zihinlerine saldıracaktı. Bunu anlayan İllüzyon sembollerin tümünü demateryalize edip görünmez yaptı; yerlerine kendine benzeyen kopyalar koydu. Artık altı tane İllüzyon vardı. Ruh ellerini ayırdıktan sonra saydam bir şok dalgası yayıldı. Çarelerden biri tüm kopyaları psişik bir kalkanla korumak olacaktı. Küre biçimli bu kalkanlara çarpan şok dalgası etrafa rastgele dağılmaya başladı. Saldırı savuşturulmuştu.
İllüzyon kopyaların arasına karışması gerektiğini düşünüyordu. Bu sayede kendi varlığını gizleyebilir, kızıl yaratığın aklını bulandırabilirdi. Ne de olsa kopyaların gerçek bir ömrü yoktu. Birbirinin aynısı olan altı İllüzyon’a bakan ruh için esas düşmanı bulmak imkansızdı mesela. Herhangi birini hedef aldı, avcundan saydam toplar çıkartmaya başladı. Hızlıca ve art arda ilerleyen bu toplar kopyalardan birine isabet edip onu yok etti. Yok olan kopya bir duman eşliğinde gözden kayboluyordu. Ruh elini tekrar kaldırınca gerçek İllüzyon harekete geçti; ruhun hemen önüne bir ayna koydu ve ruhun elinden çıkan saydam toplar aynaya çarpıp geri sekmeye başladı. Yaratığı kendi silahıyla vurmaya, onu bir şekilde bezdirmeye çabalıyordu. Rakibinin zihinsel güçler anlamında hayli beceriksiz olduğunu gören İllüzyon sol koluna odaklanıp onu güçlendirdi. Kol çoğalıverdi; dört tane oldu. Ardından ruha bir bakış attı. Yerinden sıçrayıp sırtına tekrar tırmandı. Dört koluyla kafasını kavradı. Debelendiler. Odaklanma eşiğini atlatan İllüzyon için, kızıl yaratığın zihnine girmek artık hiç de zor değildi.
“Nesin sen! Çabuk konuş!” diyerek baskıcı sorguya başlamıştı İllüzyon.
“Huzur, huz… Huzur, rrr, ver, bizze…” diyerek yanıtladı yorgun ruh. Çok zor konuşuyordu.
“Yaşlı şamanın şatosunda ne arıyorsun! AMACIN NE?”
“Ama, amacımızzz k… kaalmadı…”
“Amacımız mı? Senden başkaları da mı var? Konuş!”
“Bana, huz, huzurr verr…”
“Huzurunu ne kaçırdı yahu konuşsana!”
“Huzz… Urrr…”
İllüzyon bu durumdan hiçbir şey anlamadı. Tırmandığı yerden inip sorguyu bitirdi. Ruhun bir derdi var gibiydi ama çözememişti. Görünmez dostlarını geri getirdi. Kızıl ruh ise korkuyla dolu bir şekilde havalandı; kaçıyor, mezarşatodan uzaklaşıyordu. Altısı birden ardından baktılar ve şaşkınlık içindeydiler. Yepyeni bir mücadele beklentisi içindeydiler çünkü.
“Onunla konuştum.” dedi İllüzyon. “Bana ‘Huzur ver.’ deyip durdu ama huzurunu neyin kaçırdığını bir türlü söylemedi. Çoğul ekleriyle konuştu; burada yalnız değil. Şatonun içinde buna benzeyen şeylerden birkaç tane daha olabilir. Hatta burayı bir ruh ordusu bile istila etmiş olabilir. Ne yapalım?”
Ateş biraz düşündü.
“Şaman kulenin içinde mi bilmiyorum ama, bu ruh ordusuyla savaşırsak bir felaket olabilir. Ayrıca bir tanesi bile altımıza yetebilecek güçte; bunu gördüm. Belki bize bir şey olmaz ama şamanın bu savaştan sağ kurtulup kurtulamayacağı konusunda endişelerim var. Savaşmak onu tehlikeye atmak da demek…”
Bitki söze girdi.
“Unutmayın ki bu bir mezarşato… Ve burada ruhların olması çok doğal… Eğer ruha burada ne aradıklarını sorduysan, hayli gereksiz bir sorgu olmuş.”
“Evet! EVET! Bunlar şamanın ruhları! O YAŞLI BUNAK BİZE TUZAK MI HAZIRLADI YOKSA!” diye haykırdı asabi Buz. “Onun kellesini donduracağım!” derken yumruğunu sıkıyordu.
“Sakin…” diyerek karşıladı Ateş. “Tuzak olabilir de, olmayabilir de. Şamanla konuşmadan bunu anlayamayız. Benim bir fikrim var. İllüzyon devasa bir korku fırtınası salacak ve tüm ruhların zihinlerini korku ile dolduracak. Onları buradan uzaklaştıracağız. Bunu kaçmak veya caymak gibi düşünmeyin. Şamanı korumak için bu yola başvurmak doğru olabilir. İkna olmayan var mı?”
* * *
İllüzyon hazırdı. Önce yere çömeldi; sonra bağdaş kurdu. Gözlerini kapattı. Dudaklarını hafifçe büzdü. Dudaklarının arasından beyaz dumanlar çıkmaya başladı. Dumanlar giderek çoğalıyor ve bir çeşit yapı oluşturmaya başlıyorlardı. Bu bir Korku Sarmalı’ydı. Tıpkı bir totem gibi tavana doğru uzanıyor ve tepesindeki kuru kafa hızlıca bir sağa, bir sola hareket ediyordu. Tamamlandığı zaman etrafa bembeyaz parıltılar saçmaya da başlamıştı. İllüzyon gözlerini açıp fısıltılı bir ses çıkardı; “Bö…” Aynı sesin binlerce kez korkuncunu, ve binlerce kez kalınını Korku Sarmalı da tekrar etmişti. Çok güçlü bir “Bö!” sesi yankılandı. Ve ses dalgaları şamanın kulesini tümüyle sarmaya başladı.
Kulenin üst katlarından tıkırtılar geliyordu. Bir şeyler hareketlenmiş, canlanmış gibiydi sanki. Tıkırtılar arttı. Sarsıntılar yüzünden tavandaki tozlar kalkıp yere süzülüyordu. Sonra korkuyla dolu haykırışlar yükseldi. Altı sembolün de henüz göremediği ama yukarlarda olan ruhlar İllüzyon’un korku büyüsüne kapılmış ve telaş içinde kaçışıyorlardı. Altılı, seslerin sona ereceği zamanı kolluyordu.
Işık da bir büyü yapacaktı. Avuçlarını birbirlerine bakacak şekilde tutuyor, ve ikisinin arasında bir ışık topu yaratıyordu. Bu top gözetlemek için vardı. Işık’ın emriyle kulenin üst katlarına doğru hızlıca uçmaya başladı. Merdivenleri aşıyor, her odaya göz gezdiriyordu. Işık da onun gördüklerini görebiliyordu. İlk katta kimse yoktu. Ama ikinci katta hareketli parıltılar gözlemledi. Mavi, sarı, yeşil ve kızıl… Parıltılı ruhların renkleri buydu. Kızıl olanlar çok büyüktü. Mavi olanlar ağır ve garip hareket ediyorlardı. Yeşil olanlar çok süratliydi. Sarı olanların ise sayısı çoktu ve diğerlerine oranla daha küçüktüler. Işık gördüğü her şeyi Ateş’e bildiriyordu. Ateş ise düşünüyor, kendince taktikler kurguluyordu zihninde.
Korku Sarmalı’nın yarattığı muazzam korkudan bu şekilde kurtulamayacaklarını anlayan, ve ortalıkta amaçsızca koşuşan ruhlar, en sonunda kendilerini demateryalize ederek kuleyi terk etmeye başladılar. Duvarların içinden geçiyor, uçarak uzaklaşıyorlardı. Işık’ın gördüğü kadarıyla yaklaşık olarak yetmiş tane kaçan ruh vardı. Bu bir ordu sayılmazdı ama yine de tehlikeliydiler.
“Işık topu şu anda hiçbir şey görmüyor. Sanırım hepsi kuleyi terk etti.”
“Şaman oralarda mı?” diye sordu Ateş.
“Hayır… Onu hiçbir katta ve odada göremedim. Ama bir kat daha var; belki oradadır.”
“Gözlem evi…” dedi Bitki. “Ya şaman kulede bile değilse?”
“Mümkün… Ama son kata da bakmakta fayda var.”
Işık topu bir üst kata doğru ilerlemeye başladı; gözlem evine. Spiral biçiminde yukarıya uzanan merdivenleri aşıyordu. Sonra önüne geniş bir kapı çıktı. Kapının içinden geçti. İçerisi zifiri olmasa da hayli karanlıktı. Odanın ortasındaki büyük teleskop dışında herhangi bir nesneyi fark etmek imkansız gibiydi. Kırık camdan içeriye giren kasvetli ışık, sadece kırıktan geçebildiği kadar yeri net biçimde aydınlatabiliyordu. Aydınlattığı yer ise önemsiz bir zeminden ibaretti.
“Ne? Hey! Ne oldu yahu!” diye irkildi Işık.
Ateş tedirgin bir biçimde yanıtladı.
“Sorun mu var?”
“Işık topum! Gördüklerini göremiyorum; artık bağlı değiliz!”
“Bu nasıl oldu ki? Hani ruhlar kaçıp gitmişlerdi?”
“Galiba kalanlar var.” diye ekledi Bitki. “Topu fark edip yok etmiş olabilirler.”
Herkes yerinden fırladı ve katları hızlıca çıkmaya başladılar. İlerledikçe, ruhların kuleye verdikleri zararı gördüler; her tarafı dağıtmışlardı. Kırık sandalyeler, devrilmiş şamdanlar, yırtıp atılmış kitaplar, çatlamış duvarlar, parçalanmış halılar… Gözlem evinin kapısındaydılar. En önde Metal duruyordu. Hiç beklemeden okkalı bir darbe vurdu kapıya. Demir kapı içeri göçtü fakat kırılmadı; sonra bir darbe daha… İçeri girmek için tereddütsüz bir adım attı, diğerleri de onu takip ediyorlardı. Işık, içeriyi aydınlatmak adına kendini parlak sarı bir ışık kaynağına dönüştürdü. Trajik bir sahne, bu aydınlık sayesinde görünür olmuştu.
Bölüm 3: Antik Tehdit
Sona kalan, gözlem evini iri cüssesiyle işgal eden, Işık’ın büyülü topunu yok eden kızıl ruh… Bir sürü lakabı vardı onun; tırpan, kızıltaht, kankuyusu, nezaret, ve daha birçok düşmanı tarafından takılmış mahlaslar… İki eli de şamanın hareketsiz bedeninin üzerinde duruyor, bir çeşit spiritüel olay gerçekleştiriyordu. Kafasını çok yavaşça arkaya, sembollere doğru çevirdi. Kocaman gözlerinin içinde Nakumex’in hatıraları oynuyordu resmen. Bu karanlık bir büyüydü şüphesiz; lakin şamana ne yaptığı henüz belli değildi. Mırıltıları bilinmezliklerle dolu, kayıp bir lisan gibiydi. Git gide ses tonundaki karanlık artıyor, devasa kızıl yaratık titriyor, sanki bir şekilde kendini öfkelendirerek güç topluyordu. Belki de altılıdan rahatsız olmuştu.
İllüzyon ileri atıldı. Bundan birkaç dakika önce yaptığı gibi, bir kolunu çoğalttı ve ruhun üzerine zıpladı. Onu sorgulamak istiyordu. Zihnine bağlanmaya çalıştı; fakat bir terslik vardı. Bağlanamıyordu. Kafasında dört adet kol olan ruh hiç aldırış etmiyor, ellerini şamanın üzerinden çekmiyor, karşılık vermek yerine kalın bir sesle gülüyordu. İllüzyon çok şaşırmıştı. Ruhun sırtından çıkan dikenleri dizlerinde hisseden kadın sembolün zihni endişe ile dolmaya başlıyordu. Sivri şeyler seri bir hareketle uzayınca sembolü havaya fırlattı. Önce tavana çarpıp sonra yere yüz üstü düşen İllüzyon sersemlemişti.
“Konuşmak için neden böyle saçmalıklara girelim ki?” deyiverdi kızıl ruh. Bir eliyle İllüzyon’u işaret etti ve,
“SENİN BECERİLERİN SINANDI! SIRA BENİMKİLERDE!” sözlerini haykırdı.
Azzran’dı ruhun adı. Şatoyu istila eden yaratık kafilesinin lideriydi. Korku Sarmalı yüzünden tüm askerleri kaçmıştı belki, ama o, bu tarz şeylerin etkisi altında kalıp boyun eğecek bir varlık değildi. Nakumex’i kütüphanenin kapısının hemen ardından taciz eden, kan küresine kapıldığında ona direnç gösterebilen, şamanın pencereden kaçtığını tahmin eden ruhtu bu. Kendi adını biliyor, konuşabiliyordu. Her şeyin fazlasıyla farkındaydı.
Semboller odanın içinde bir halka oluşturup Azzran’ı kuşattılar. Kızıl ruh iki elini de kullanarak odadaki teleskopu yerinden sökmeye başladı. Dairesel tabanı gözlem evinin zeminine büyük çivilerle sabitlenmiş tenekeyi bir sağa, bir sola oynatarak yerinden çıkartmaya uğraşıyor, bir ucu tavandan dışarı fırlayan teleskop yerinden sökülünce tavan da zorlanıyor ve kademe kademe parçalanıyordu. Onu yerde yatan İllüzyon’u ezmek için havaya kaldırdı. Buz ileri atıldı, bir buz ışını yarattı ve teleskopu dondurmaya başladı. Işın, koca aleti köşedeki duvara tıpkı bir yapıştırıcı gibi yapıştırıyordu. Azzran teleskobu elinden bırakmadığı için ışının yarattığı itici kuvvetten dolayı duvara doğru sürüklenmiş ve teleskop duvara buzla mıhlanınca durmuştu. Aleti mıhlandığı yerden sökmek için ciddi bir güç harcayarak hamle yaptı ve onu sökmeyi başardı; duvarların bir kısmı parçalanmış, etrafa irili ufaklı buz parçaları fırlamıştı. İlk ışın başarısız olunca, Buz ikinci bir ışın yaratmaya başladı. Fakat bu sefer Azzran teleskopu tek eliyle bedeninin gerisinde tutup saklarken, diğer eliyle de buz ışınının yolunu kesiyordu. Elleri donuyor olsa da keyfi yerindeydi onun; anlamsız bir ifade vardı suratında. Bu öyle bir ifadeydi ki, vermek istediği mesajı anlamak, ya da baktığı yönü çıkartabilmek mümkün değildi.
“DİKKAT ET!”
İllüzyon’u ezen teleskop büyükçe bir gürültü çıkartarak zemini çatlatmış, kadın sembol de teleskopla beraber zeminde açılan boşluktan aşağıya düşmeye başlamıştı. Kule sallandı. Ağırlığı hayli fazla olan alet, bir alt kattaki kütüphanenin de zeminini parçalamış ve nihayetinde iki kat aşağıda durmuştu. Işık hiç vakit kaybetmeden odanın ortasındaki yarıktan atlayıp İllüzyon’un yanına indi. Yaralı kadının yardıma ihtiyacı olabilirdi.
Bitki, çatlağı kapatmak için sert kökler yaratmaya başladı. Sarmaşıklar gibi sımsıkı olan bu kökler boşluğu kapatmış ve zemini onarmıştı. Bu sayede aşağıya başkası düşmeyecekti. Ateş, teleskopun kopartılması ile tavanda oluşan açıklıktan faydalanarak güneşin ışıklarını Azzran’ın üzerine yöneltti. Kavrulmaya başlayan ruh çığlıklar atıyor, kendine sığınacak bir yer arıyordu; fakat tavan artık olduğu gibi açık, ışınlar serbestti. Bu anı fırsat bilen Metal, görkemli çekicini yarattı ve ruha hızlıca yaklaşıp çenesine çok sert bir darbe vurdu. Azzran’ın gözleri darbenin etkisiyle kapandı; alt çenesindeki birkaç sivri diş kırıldı, yere düşecek gibi oldu ama ellerini önüne koydu, direndi. Haylaz sembol iki ucunda da tokmak olan çekicini yarım tur döndürüp öteki ucuyla ruhun karın boşluğuna bir darbe daha vurdu. Buna karşı koymak çok güçtü. Azzran kendini yere bıraktı. Bitki tekrar ellerini kaldırdı; ve bir tohum ordusu yaratıp hepsini yaratığın üzerine gönderiyordu. Tohumlar yemyeşil ışıklar saçarak patladılar ve içlerindeki asit Azzran’ı eritip çürütmeye başladı. Bir çığlık daha duyuldu. Ardından Buz harekete geçti. Odayı bir buzula dönüştürecekti. Soğuk rüzgarlar esmeye başladı; gözlem evi kutupta bir boğaz olmuştu sanki. Tavandan akan yağmur suları donarak sarkıt oluyor, çevredeki nesneler ve zemin donuyordu. Ve kar başladı. Buz artık daha kolay konsantre olabilirdi. Bu büyüyü kendini ve düşmanlarını kontrol altına almak, avantaj sağlamak için yapardı. Azzran bu denli yoğun hücumların her birini tek tek defetmek zorunda değildi mesela; canını sıkan büyülerin tümü savaştıkları ortamla sınırlıydı. Ve yapması gereken tek şey buradan acilen çıkmak olacaktı. Hem tavandan gelen güneş ışınlarıyla kavruluyor, hem de buzulun içinde donma tehlikesi geçiriyordu. Üstelik bedenindeki asit de çok güçlüydu. Yerinden kalkarken bir eliyle de dibinde çekiç savuran Metal’i kavrayıp odanın duvarlarından birine yapıştırdı. Ufak bir şok dalgası yaratarak onu çevreleyen diğer sembolleri de kendinden uzaklaştırdı. Şamanı yerden aldı, sırtına koydu; sonra da kuvvetli bir sıçramayla, kuleden atladı.
* * *
Işık, molozların altında kalan İllüzyon’u kurtarmayı başarmıştı. Malup olan kadın yarı baygındı. Işık’ın gözlerinden çıkan şifalı ışıklar onu kendine getirmeye başladı. Işınların tedavi edici etkisiyle gözleri açılan İllüzyon, seri bir şekilde kafasını titretti. Saçları dalgalandı. Gözleri karşıya sert sert bakıyordu. Çok öfkeliydi.
“Becerilerim, sınanamaz!” dedi. Işık, yerden kalkabilmesi için ona elini uzatıyordu. Öfkeli sembolün üstü başı toz içindeydi. Hepsini elleriyle savuşturdu.
Azzran ve sırtında baygın yatan Nakumex, artık kulenin dışındaydılar. Bulundukları bölge şatonun surlarının da dışında kalıyordu ve çevrelerinde sadece kayalıklar vardı. Semboller de gecikmemişlerdi. Ateş, Buz, Metal ve Bitki… Kayalıkların üzerinden ruha bakıyorlardı.
“Bu amaç, bu savaş, bu huzursuzluk, sizi aşar! EVLERİNİZE DÖNÜN!” diye bağırdı Azzran. Sembollerin grup halinde saldıracağını biliyordu. Deminki mücadelede bunu çok net bir biçimde görmüştü. Fakat o tekti. Şamanı arkasındaki toprak zemine bıraktı. Sonra çevresindeki kayalıklara dönerek bir şeyler mırıldandı. Elinden mor bir ışık hüzmesi çıkıyor, kayalıklara doğru ilerliyordu. Işının etkisiyle titreşen kayalıklar bir süre sonra hareketlenmeye başladılar. Kayadan bir ordu yaratmaya çabalıyordu yaratık. Gücü, en fazla sekiz tanesini canlandırmaya yetmişti. Ve Azzran, bu çarpışmaya sekiz yaveriyle tekrar girecekti.
“Ne durumdasınız?” diye sordu Ateş.
İlk yanıtı Bitki verdi.
“Ben gayet iyiyim. Konsantrasyonumu saklamıştım.”
Diğerlerinin suskunluğu manidardı. Belli ki, Buz ve Metal’in konsantrasyonu iyi durumda değildi. Ateş, “O halde sen başla.” diyerek Bitki’yi görevlendirmiş oldu. Bu sayede diğer semboller de konsantrasyon toparlayacak vakti kazanacaktı. Bitki kayalıkların üzerinden atladı. Zemine indi. Eliyle yapraklardan meydana gelen bir taç yarattı ve onu taktı. Tacı takınca gözleri parlak yeşil ışıktan ibaret olmuştu. Hazırdı.
Madem ki kayalar canlanıyordu, o halde çevredeki kuru dallar, yüzeye fırlayan kökler, ölü ağaç gövdeleri de canlanırdı. Önce zemindeki kökleri kutsamaya başlamıştı Bikti; tümünü birer dikenli köke çevirdi ve yeşil şeyler hareket ediyorlardı. İlerlerken bir toprak altına dalıyor, bir yüzeye çıkıyor; toprak ise rüzgara kapılmış bir çarşaf gibi dalgalanıyordu. Azzran tüm dikkatini bu köklere vermişken Bitki vakit kazanıyordu aslında; etrafındaki ölü ağaçları canlandırmak için daha büyük bir büyüye başlayacak zamanı vardı. Fıstık yeşili enerji alanı, etki altına aldığı tüm cansız ağaçları gıdıklıyor, kaybettikleri renkleri onlara geri veriyordu. Kutsamaların davetkâr tılsımından hoşlanıp hâlâ toprak altında olan köklerini saplandıkları yerden çıkartmaya başladılar. Dalları uzuyor, üstlerinde yapraklar yeşeriyordu. Tamı tamına üç tane ağaç gövdesi canlanmıştı ve kayalara nazaran daha büyüktüler.
Azzran üzerine gelen ve onu sarmaya çalışan köklerin bazılarını eliyle kırıyor, bazılarını ağzındaki sivri dişlerle parçalıyordu. Kayalara emir verdi. Köklere bilerek kapılmalarını istiyordu. Onları yem olarak kullanacaktı.
Bitki’nin ağaçları hazırdı. En büyük olanı, ağaç kabuğundan bir kalkan yarattı ve diğer elini de sipsivri, uzun bir dal haline getirdi. Şövalyeye benzeyen bu ağaç en öndeydi. Ötekisi, yani uzun boylu olan agresif büyüler yapacaktı; arkadaydı. Nispeten kısa boylu, bodur görünen üçüncüsü de kırılan dikenli kökleri uzaktan büyü yaparak tedavi etmeye başladı.
Şövalye ağaç büyük ruhun karşısına gelmişti; uzun kalkanını önüne aldı, sivri kolunu da yanında tutarak ona meydan okuyordu. Azzran ise ilginç bir şekilde gülüyor, anlamsız ifadeler takınmayı sürdürüyordu. Kalkanı siper alma vaziyetinde duran ağaç koşarak ilerlemeye başlamıştı; şişleyecekti belli ki, ama kızıl yaratık tıpkı göz kırmak gibi, hızlı ve büyülü bir sıçrama yaparak farklı bir noktaya geçiverdi. Başarısızlığı hazmedemedi şövalye; ruhun belirdiği noktaya doğru koştu, gerekirse onu kovalayacaktı. Fakat Azzran bir orada bir burada beliriyor ve hiçbir hamleye yenik düşmüyordu. Çaresizlik, kafa karışıklığı vardı şövalyede. Kalkanını kaldırıp beklemeyi uygun buluyordu o an, müdafa yapmaktan başka bir yol göremedi. Azzran yavaşça yürüyerek şövalyenin dibine kadar girdi; alaycıydı sanki. Çirkin tırnaklarını odunsu kalkanda gezdirirken ağacı süzüyordu. Alt çenesi yere doğru uzamaya başladı ve saniyeler sonra kocaman olan ağzını kullanarak şövalyeyi yutmayı başarmıştı. Sonra Bitki’ye bir bakış attı. Kadın sembol durumdan hayli rahatsızdı ve,
“Demek büyülü şeylerle savaşmayı biliyorsun?” dedi.
Ruh hemen yanıtladı.
“Hem de nasıl…”
Azzran, büyüden meydana gelen şeyleri sindirebilen, kendi yapısına katabilen bir varlıktı. Bunu her ruh yapamazdı. Onda farklı olan bir şey var gibiydi. Belki de bu ruh, sıradan bir kişinin geride bıraktığı bir kalıntıdan çok daha fazlasıydı.
Dikenli köklerin tamamı tedavi edilmişti. Ve kayaların da tümünü tıpkı bir sarmaşık gibi yakalamışlardı. Bazı kayalar, köklerin yarattığı kuvvetli sıkışa dayanamayıp çatlıyor, kum oluyordu. Geriye kalanlar ise çaresizce direniyorlardı.
Bitki’nin büyücü ağacı uzaktan asit topları gönderiyor, Azzran bunların tümünü oraya-buraya sıçrayarak önlüyordu. Demin yaptığı şeyi bu sefer de yaptı; kalan ağaçları dalga geçer gibi, tek seferde yutmuştu. Yuttukça büyüyor gibiydi Azzran. Bir an bile duraksamıyor, kendi kayalarını da üstlerindeki köklerle beraber yutuyordu. Artık etrafta ne ağaç, ne kök, ne de kaya vardı. Geriye sadece hafif yorgun Bitki, ve kocaman olmuş Azzran kalmıştı. Durumun kontrolden çıkabileceğini hisseden Ateş, yanındaki dostlarına, Metal ve Buz’a bir bakış attı. Dostlarının herhangi bir fikri yok gibiydi ki, gözleri yerlere bakıyordu. Azzran’la rahat rahat, uzun uzadıya savaşma fikri doğru değildi sanki. Ellerinden gelenin en iyisini, mümkünse tek seferde yapmalıydılar. Şatodan henüz çıkmış olan Işık ve İllüzyon da onlara katıldı. Tam karşılarında duran kocaman ruha şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Ateş düşünüyordu. Hepsi aynı anda, konsantrasyonlarını yok etmek pahasına, en güçlü büyülerini yapsalar bu ruh yenilir miydi? Çünkü onu uzun süreli bir mücadelede alt etmek çok zordu. Ayrıca Azzran’daki konsantrasyon bitecek gibi de değildi. Ateş bu fikri arkadaşlarıyla paylaştı. Düşündüler. Riskliydi. Ama çaresiz oldukları için buna onay verdiler. Ve büyülerini hazırlamaya başladılar. Azzran onları izliyor, suratından eksilmeyen alaycı gülümseme pek sinir bozuyordu. Semboller buna aldırış etmeden, yapabildikleri en güçlü büyüyü aynı anda boşalttılar. Yarattıkları enerji topluluğu havayı yararak kızıl yaratığa doğru ilerliyordu.
Boğuk sesler çıkmaya başladı; Azzran saydamlaşıyor ve yavaşça gözden kayboluyordu.
“Demateryalize olacak!” diyerek haykırdı İllüzyon.
Eğer Azzran tüm bu saldırıları demateryalize olarak savuşturursa, semboller tükenmiş konsantrasyonlarıyla açık hedef haline geleceklerdi.
Arkalarda hareketlenmeler vardı. Önce tıslamalar duyuldu; sonra fokurdama sesleri… “Hayır, olamayacak.” sözleriyle İllüzyon’un haykırışına cevap vermişti Şaman Nakumex. Ellerindeki kan küreleri hızlıca salınıyordu. Ve tüm kanı Azzran’ın üzerine fırlattı. Ruh demateryalize olmuştu olmasına da, hemen ardından kanla sıvandığı için, artık kandan ibaret bir varlıktı, materyal bir biçimdeydi. Bu, demateryalizasyonun karşı büyüsüydü; sadece kan ekolünde mevcuttu. Azzran ona yapılan kan büyüsünü fark edince sona yaklaştığını anlayarak ardına baktı; orada duran Nakumex’in gülümsediğini gördü. Ve şamana şunları söyledi:
“Masum olduğumu biliyorsun. Kullanıldım. Ama sen, masumiyetimi kanıtlamak yerine beni bu kadere sürükledin. Unutma, ‘Engizisyon’ bir tuzaktan ibaret…”
Şaman hemen karşılık verdi.
“Engizisyon bir bahaneydi. Senin bahanen… Sana, ruhunun gece ve gündüz gibi zıt olduğunu defalarca söyledim ama bana bir kez olsun kulak asmadın. Kaderine kendin sürükleniyorsun.”
* * *
Semboller kayalıklardan aceleyle inip şamanın yanına gittiler. Işık, Nakumex’e çok içten bir şekilde sarılmıştı. Şaman bunu beklemiyordu, elleri havada kaldı. Asabi Buz ise aynı sevecen ruh halinde değildi. Şamanı boğazından yakaladı ve havaya kaldırdı. Onu donduracaktı. Herkes şaşkındı.
“BİZE TUZAK KURDUN! AZ KALSIN HEPİMİZ ÖLECEKTİK BUNAK! NEYİN PEŞİNDESİN!” diye bağırdı Buz. Şaman nefes alamıyordu ve üşümeye başlamıştı. Metal sıkı bir omuz darbesiyle Buz’u yere yığdı.
“Sakin ol be ortak. Herif henüz kendine geldi.” dedi.
Yere düşen Buz hâlâ çok kızgındı. Yerinden kalmak isteyince, Metal üstüne oturdu.
“Dur yahu! Tuzak falan yok, herif bizi son anda kurtardı! Sakin ol.”
“Bizi öldüremeyeceğini anlayınca planlarından caymadığı ne malum!”
Ateş söze girdi.
“Eğer bunlar bir tuzak olsaydı, son anda yaptığı hareket çok saçma olurdu. Kendine gel.”
“Tamam, tamam…” dedi Nakumex, sakin ve affedici bir ses tonuyla. “Üstüne gitmeyin. Belli ki çok korkmuş ve sinirlenmiş. Dilerseniz kulede sohbet ede–”
Bir gümbürtü duyuldu. Deprem oluyordu sanki. Herkes mezarşatoya doğru baktı. Kulenin üst kısmı yıkılmak üzereydi; zaten sonrasıda da arka tarafa doğru yavaşça, ağır ağır düştü. Artık sadece kulenin ilk katı vardı; gerisi yıkılıp moloz yığını haline gelmişti.
“Zira artık kule diye bir şey kalmadı.” diyerek sözlerine devam etti Nakumex. “Hepsini yeniden inşa etmem gerekecek. Lanet olası Azzran…”
“Azzran kim?”
Bölüm 4: Ejderhanın Selamı
Nakumex tüm sembolleri bahçesinde ağırlıyordu. İkram edebileceği içki, yiyecek benzeri şeyler yoktu. Oturabilecekleri bir sandalye dahi kalmamıştı. Bahçe berbat durumdaydı, kule ise yıkılmıştı. Bir harabenin içindeydiler.
“Evet…” diyerek sözlerine başladı Nakumex. “Önce İllüzyon’un sorusunu yanıtlıyorum: Azzran, demin yok ettiğimiz ruhun adı. Kızıl olduğunu hepiniz gördünüz. Renkler, ruhlar aleminde bir ırk ve hiyerarşi belirtisidir. Toplamda beş renk var; kızıl, mavi, sarı, yeşil ve mor. Kızıl olanlar büyük olurlar. İyi savaşırlar. Fiziksel ve zihinsel becerileri çok gelişkindir. Lider vasıflıdırlar. Eğer bir ruh ordusunun içindeki kızıl ruhları yok ederseniz, geriye kalan ruhlar sakinleşir, öfkeleri de azalır.”
Semboller dikkatle dinlemeye devam ediyorlardı. Fakat Buz, agresif yapısından henüz kurtulamamıştı. Şamanı sorguya çekmek istiyordu. Ona lazım olan tek şey ufak bir ipucuydu. Yapacağı bir yanlış, bir mantık hatası, şamanın sonunu getirecekti.
“Mavi olanlar iyi konuşur. Cümle kurarken zorlanmazlar. Dost canlısı değildirler ama sorguya çekerseniz, akıllarından geçenleri, tanık oldukları şeyleri bir bir anlatırlar. Genellikle, ruh kafilelerinin sözcülüğünü yaparlar onlar. Sarı olanlar ufak tefektir. En büyük özellikleri, geçmişten ve gelecekten sahneler gösterebilmeleridir. Hiç konuşamazlar ama bağlantı kurulduğu takdirde, zihinlerde sahneler meydana getirebilirler. Tarihsel araştırmalarım için özellikle bu ruhları kovalamışlığım çoktur. Yeşil olanlar zehir gibidir. Onları sömürmek, yutmak mümkündür. Tıpkı Azzran’ın, Bitki’nin ağaç askerlerine yaptığı gibi, bu ruhları da yutabilirsiniz. Yuttuğunuz takdirde sonsuz huzursuzluk ve endişe ile baş etmek zorunda kalırsınız.”
Ateş söze girdi.
“Aklı başında biri neden böyle bir ruhu yutmak istesin ki? Fayda sağlamaktan ziyade zararlı olan bir yapısı var gibi?”
“Güzel soru… Aslında, bu ruhları yutmak da mümkün; onların sizin içinize zorla girmeleri de mümkün. Genellikle bunu bir silah olarak kullanırlar. Düşmanlarının içine girip onların zihinlerini kaygılarla, korkularla doldururlar. Ruhsal bir veba gibi… Eğer içine yeşil ruh girmiş kişi, güçlü iradesini kullanıp korkulara yenik düşmezse, içindeki ruh zaman içinde spiritüel bir anlamda yok olacaktır. Ve son olarak, mor ruhlar… En sevdiğim ruhlar bunlar. Fark ettiyseniz, şatoma saldıran ruhların arasında hiç mor renkli yoktu. Değil mi?”
Semboller düşünmeye başladı. Işık, ruhları büyülü top sayesinde görmüştü. İçlerinde mor renkli olan yoktu.
“Uzun uzun düşündüğünüze göre yanılmıyorum. Evet, bu ruh ordusunda mor renkli yoktu. Çünkü onları evcilleştirebilirsiniz; onlarla dost olabilirsiniz. Ve hiçbir kararlı ruh komutan, ordusuna bu tür yaratıkları sokmaz. Mor ruhlar genelde yalnız gezerler. Saldırgan olmamayı, veya dost olabilmeyi becerebildikleri için, genellikle agresif olan ruh toplulukları tarafından dışlanırlar. Büyü ekolü “Ruh” olan tüm büyücülerin etrafında mor renklilerden bir sürü bulunur. Onları bir silah olarak da kullanmak mümkündür. Mor olanlar da yutulabilir; ama yutulduğu takdirde, zarar vermek yerine bedensel ve zihinsel kabiliyetleri oldukça geliştirirler.”
Buz daha fazla dayanamadı ve söze girdi.
“Bunlar, tüm bu yıkımı yaratan ruhlar, senin miydi! Neden bizi çağırdın! Yaptığın bir büyünün sonuçlarına katlanamayacağın için mi kurtarılmak istedin!”
“Hayır, hayır hayır…” derken işaret parmağını havada sallıyordu yaşlı şaman. “Bu savaştıklarınız benim ruhlarım değildi. Azzran ve ordusu, önce bana ait olan barışçıl ruhların tamamını yok etti. Sonra da bana saldırdılar. Kaçtım. Sizi uyandırdım. Ama Azzran, geride bıraktığım vücudumu buldu ve beni şatoya geri çekti. Sonra siz geldiniz ve beni kurtardınız. Hepsi bu…”
Buz cevap karşısında bir söz söyleyemedi. Aslında daha fazla sorgulayıcı cümle kurmak istiyordu ama aklına bir şey gelmiyordu.
“Şu an bir karmaşa içinde olduğunuzu düşünüyorum. Özellikle de Buz, size ve bana saldıran ruhların bana ait ruhlar olduğunu sanıyor. Evet burası bir mezarşato; ve evet benim de düzinelerce ruh dostum var. Fakat Azzran ve öfkeli yaratıklarının benimle hiçbir alakası yok. Bu karmaşık olayı netleştirebilecek bazı tahminlerim var.”
Herkes şamana dikkat kesildi. Nakumex elini tespihine götürmek istedi, fakat onu kulenin kütüphanesindeyken yere fırlattığını hatırladı. Derin düşünmesi gereken zamanlarda tespihine dokunmayı severdi. Ona beklentiyle bakan altılıya döndü ve söze girmesi gerektiğini anladı.
“Kainat iki parçadan oluşuyor; Yer Alem ve Gök Alem. Yer Alem’de bizler varız. Bir sürü gezegen, canlılar ve türlü nesneler… Çevremizde çeşitli ırklar var ve bizi taşıyan bir uzay bulunuyor. Gök Alem’de ise Yüce Tanrı Arkeus’un sarayı, Cennet, ve de Cehennem var. Melek ve iblislerin uzun süren rekabetlerinin ardından, Tanrı Arkeus, “Ruh Kazanı” adı verilen kıymetli bir parçaya göz kulak olmaları için melekleri seçmişti. Ruh Kazanı, ölmüş kimselerin ruhlarını barındıran, dev bir kazandır; ve Gök Alem’de yer alır. Birisi öldüğünde, ruhu bu kazana bağlanır ve ruh orada muhafaza edilir. Ama eğer, bu kazana bir şey olursa, ki daha önce olduğunu duymadım, ama tahmin etmesi pek zor değil: huzursuz ruhlar ortaya çıkar. Bir çeşit travma… Ruhların travması…”
Şaman, sembollerin yere oturmaya başladığını, ve onu bağdaş kurarak dinlediklerini görünce biraz şaşırmıştı. Sonra gülümsedi.
“Kendi ruhlarımın yardımlarıyla çok şey öğrendim. Onların da bu Ruh Kazanı’yla bir bağları vardı ama, belirli büyülerle, aylarca uğraşarak onları o bağdan koparmayı başardım. Bu mezarşatonun içinde barınan, yani ‘bir zamanlar barınan’ ruhların tamamı özgürdü. Kazanda kalmak gibi bir kurala bağlı değillerdi. O yüzden, benim ruhlarım bu travmadan etkilenmedi. Ama buraya gelen huzursuz ruhlar, yani travmadan etkilenenler, bana ait olanları resmen sindirdiler.”
Hikayeden etkilenen Metal, büyük bir hevesle parmağını havaya kaldırdı; öğretmeninden söz hakkı isteyen bir çocuk gibi duruyordu. Şaman bunu görünce tekrar şaşırdı; ama onu kırmamak için “Evet konuşabilirsin.” demişti.
“Bu kazanın amacı nedir? Neden var? Ruhlar orada barınsa veya barınmasa ne olur?”
“Ruh formuna girebilmeme rağmen kazanın içinde barınmanın nasıl bir şey olduğunu hiç tecrübe etmedim. Ama tecrübesi olan ruhlarım, yani hepsi, bana içerde ne olduğunu anlatmışlardı. Çoğu zaman yorulduklarını, bazen huzurla dolduklarını, ama genel olarak bir rüyanın içindeymiş gibi hissettiklerini söylediler. Kocaman bir kazanın içinde, hareketsiz duran ve uyuyan, ama hisleri olan ruhlar topluluğu düşünün. Tanrı Arkeus, alemlerdeki tüm ırkların ruhlarını, bu iki alemi birleştirebilmek için kullanmak istedi. Yaradılış Destanı’nda da yer alır ki, Yer Alem’deki tüm ırkların ilk bireyleri, Tanrı Arkeus’a yardım etmek adına, kendi rızalarıyla ölerek ilk ruh köprüsünü kurmuşlardı. Kazanda yer alan ilk ruhlar onlardı ve iki alem arasındaki ilk geçiş onların sayesinde yapıldı.”
Ateş’in de soruları vardı.
“Bu köprünün kurulması şart mıydı? Geçiş yapılmasa ne olur? Ve ayrıca, neden sadece Yer Alem’deki canlılar kendilerini feda ettiler? Melekler ve iblisler bu köprü kurulsun diye kendilerini feda etmekten neden kaçındılar?”
“Tanrı Arkeus, iki alemde yarattığı ırkların tanışmasını ve dost olmalarını diliyordu. Geçişler bu amaçla yapılıyor. Ve evet, melekler ve iblisler kendilerini feda etmediler. Fedakarlık, Yer Alem tarafından gerçekleştirildi.”
Bu sefer İllüzyon sordu.
“Peki bu geçişler, tanışmalar, amacına ulaşabildi mi?”
“O kısımda ciddi sorunlar yaşandı. Ne melekler, ne iblisler, ne de Yer Alem’deki ırklar orta yolu bulabildi. Özellikle de melekler bu tanışma, ve dost olma fikrinden hiç hoşlanmamışlardı. Bu konuyla ilgili aklıma tek bir isim geliyor; Gales… Zaten konuyu buraya getirmem gerekiyordu.”
Semboller yerlerinden bir bir kalkmaya başladılar.
“Sizleri çağırmamın sebebi buydu, çocuklar. Ruh Kazanı’na bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Birileri, bu kazana bir şekilde zarar vermiş olabilir. Bunu anlamanın yolları var ama tek başıma etkisizim. Altı kişisiniz. Benden daha güçlüsünüz. Üç gruba ayrılmanız gerekiyor. Bir grup, eski katip melek Gales’i bulacak. Bundan iki hafta önce, sadık adamlarımdan Tekan’ı, Gales’i bulması için başka bir gezegene gönderdim. Fakat işler değişti. Artık orada güvende olduğunu düşünmüyorum ve yanıma gelmesi gerekiyor. İlk grup Tekan’la buluşsun, onu buraya göndersin ve meleği bulsun. Birçok sorunuzun cevabı Gales’te vardır.”
“Gales kim?” diye sordu Bitki.
“Cennet’in eski katip meleği… Uzun yıllar önce ‘Kraas Engizisyonu’ isimli bir olay yaşanmıştı. O zamanlar Tanrı Arkeus size sembol olma görevini bahşetmemişti. Bir çeşit katliamdı bu. Melekler Yer Alem’e indiler, ve bu alemde yaşayan birçok halkı katlettiler. Yığınla hayat son buldu. Gales, bu engizisyonun karşısında yer almıştı. Yanlış bir şey yaptıklarını savundu. Sonra da melekler tarafından aforoz edildi. Düşürüldü. Yer Alem’e kaçtı. Fakat peşine suikastçiler takıldı. Gales’in Yer Alem’e indiğini duyan halklar da harekete geçtiler. Onu öldürmek isteyen, intikam peşinde olan birçok mağdur topluluk var; çünkü Gales de bir melek. Her ne kadar masum ve muhalif olsa da, ırkının günahlarını o da taşıyor. Gales’i bulun. Ruh Kazanı’na ne olduğunu belki biliyordur. Ne de olsa kazanı koruma görevi meleklerindi.”
Buz hâlâ gergindi. Şamanın karşısında dikildi.
“Bu bahsettiğin olay, huzursuzluk, ne zaman başladı?”
“Sabahtan beri bu yaratıklarla mücadele ediyorum. Ben bugün tanık oldum. Bugün başladı diyebiliriz.”
“Senin şu sadık adamın, Tekan… İki hafta önce başka gezegene gönderdiğin kişi… Bundan iki hafta önce etrafta çıldırmış ruhlar yoktu. Ve sen, olayları bu Gales denen adama bağladın. Neden Tekan bu eski melek Gales’i arıyor? Neden bu söz konusu katibe iki haftadır ulaşmaya çabalıyorsun? Bu arayışınızın saldırgan ruhlarla bir alakası olmadığı ortaya çıktı. O halde Tekan bu Gales’i bambaşka bir amaç uğruna arıyor.”
“İki alem arasında bilgi taşıyan ajan ruhlarım var ama bu yetmiyor. Gales’i bulmak demek, Gök Alem’i anlamak demek.”
“Neden anlamak istiyorsun ki?” dedi Buz ve gözlerini fal taşı gibi açtı, “Bir planın mı var?”
“Planım bilgi sahibi olmak ve sizin gibi savaşçılara doğru bilgiler verebilmek… Bilgi, huzur ve güven de getirir unutma. Bildiğin şeye hakim olursun. Bilmediğin şey, aynı zamanda bir tehlike taşıyor da olabilir. Öyle olup olmadığını, o şeyi bilerek anlarsın. Gök Alem son zamanlarda çok hareketli ve bu küre…” derken durdu Nakumex, cebine koyduğu kızıl küreyi çıkartmıştı. İllüzyon küreyi görünce heyecanlandı.
“O kürenin ne işe yaradığını sormak istiyordum ama soramadım. Nedir o? Azzran ölünce ondan geriye sadece bu küre kaldı ve sen onu hemen yerden almıştın.”
“Bu…” diyerek duraksadı şaman. “Bu, eski Başmelek Kraas…”
Sessizlik oldu. Kafalar karışmıştı.
Metal şaşkın bir ses tonuyla sordu.
“Eski? Yenisi de mi var?”
“Var… Cennet hiç boş kalır mı? Var tabii… Neyse… Bunları Gales’e sormanızı tavsiye ederim. En doğrusunu o söyler çünkü meleklerle ilgili bilinenlerin çoğu yanlıştır, yalandır. Gales içlerinden biriydi. Dediğim gibi, ilk grup Tekan’la buluşacak. Tekan’ı bulur bulmaz onu buraya gönderin. Sonra meleği bulun. Diğer grup, Folk adındaki ruh terbiyecisinin yanına gidecek. Folk çok sakin, soğukkanlı ve uyumlu bir adamdır. Ruhları benden çok daha iyi tanır. Her şeylerini ezbere bilir. Bize yol gösterecek fikirleri olacağını sanıyorum. Son grup da, Gadreg isimli ruh goleminin yanına gidecek. Gadreg çok eski dostumdur. İyi niyetli bir golemdir ve türünün son temsilcilerinden… Eğer Ruh Kazanı bir zarar gördüyse, o bunu bizzat hissetmiştir.”
Ateş tekrar sordu.
“Gruplara ayrılmak kolay; peki bu bölgelere nasıl gideceğiz? Anladığım kadarıyla hızlı olmak zorundayız. Eğer kazan zarar gördüyse sadece bu bölgede değil, tüm kainattaki ruhlar ayaklanmıştır. Ve bu ayak basacağımız gezegenlerde de kargaşalar çıkmıştır. Nasıl hızlı gideriz?”
“Merak etmeyin. Size geçitler açacağım. Portallar…”
Bölüm 5: Buhran Savaşları
“Nerden, nereye…” diyordu, Veks kentinin gökleri ağlak bulutlar tarafından istila edilmişken. Kargaşaya onlar da katılmış, onlar da yas tutar hale gelmişti. Yoktan var edilmiş bir buhran, bir karmaşa, bir lanet yüzünden birbirilerini yok etmekten alıkoyamayanlar içindi bu yağmurlar. Islanan iç savaşı izlerken, bu damlacıklara kendininkileri de ekleyen Tesar hükümdarı Prens Hadra, gökdelen edasıyla yüksekleri yarıp geçen karargahında, hem kendisinin, hem de ırkının son günlerini önündeki duvara resmediyordu. Fırça ve boya kullanmadan, yalnızca zihniyle yaptığı mentalik resimler…
Sokaklar kargaşa ile titriyordu. Her yerde kristal siperler, psişik barikatlar vardı. Tesar halkı bir iç savaşı yıllardır noktalayamamanın verdiği baskıyla her geçen gün daha da öfkeliydi. Aslında bu savaşı noktalamanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorlardı. Sadece hüzne, yitirmişliğe, bunalıma kaptırmış bir biçimde, birbirlerine acımadan saldırmaktı bütün mantık. Tesar halkının kendi iradelerinden koparıp alacakları çok fazla şey vardı. Bugüne kadar almaktan ziyade hep vererek yaşayan bu topluluk, son yıllarda sadece birbirlerinden huzur çalmaktan, birbirlerinin yaşamlarına son vermekten başka bir şey yapmaz olmuştu. Aslında öldürmek istemiyorlardı. Her bir ölüm vicdan azabı demekti. Ama her azap, bünyelerine kattıkları taptaze öfkeler oluveriyordu. Bu da iç savaşın yakıtıydı.
Mor ordular vardı sokaklarda. Lakin başlarında bir komutan yoktu. Dağınık, rastgele, keyfi şekilde diziliyor ve hareket ediyorlardı. Bir grup karşı grubu yok ettikten sonra kendi içinde savaşmaya başlıyordu. Herkes kendinin efendisiydi bu iç savaşta. Hepsinin kendi huzursuzluğu, kendi isyanı vardı. Her biri kendini bağımsız bir şekilde ifade etme ihtiyacı duyuyordu. Tek bir kılıç sallanmamış, tek bir büyü yapılmamış; ne bir ok yayını terk etmiş, ne de bir demir kalkan bedene siper olmuş… Her şeyi kendi doğal becerileriyle yıktılar. Zihinlerindeki güçlerle… Bu güçler hep fayda getirmişti önceleri. Fakat şimdi yıkımın elçileriydiler. Bir zamanlar, ihtişamı en ön saflarda yer alan kristalize kent Veks, bugün yok oluş ve tükenmenin ucunda, uçurumun kenarındaydı.
Harap olmuş garip ve dairesel binaları, yolları, sarı kristal siperleri, korkusuzca gezen birisi vardı. Bu savaşa o kadar alışmıştı ki, etrafına bakma gereği duymuyordu bile. Kendi ırkının sonunu haykıran çatışmalar, üzüntüler, ölümler; tüm bu olanlar onu da ilgilendirmeliydi. Yalnızca ilerliyordu Nuun. Ven’ax Nuun… Tesar ırkının yönetici konseyindeki yedi üyesinden yalnızca biriydi. Kendi bölgesini geride bırakmış, Veks kentine kadar ölmeden gelebilmişti. Bu saatten sonra da ölmeye niyeti yoktu aslında. Kıvrak, tüysüz, pürüzsüz bedenini sürünmek için kullanıyordu belki; ama gayet hızlıydı Nuun. Sürünmek için kullandığı şey bir kuyruktu esasen. Göğüs kafesini ve üstünde yer alan kafatasını taşıyan uzunca bir kuyruk… Gövdesi zeminle buluştuğunda, belden aşağısı kıvrılıyor, ve bir kuyruk oluşuyordu. Ama ayakları yoktu onun. Hiçbir Tesar, hareket etmek adına ayak kullanmazdı zaten. Korkunç gözlerini bir anlığına kapadı, ve kentin en yüksek binasına, Prens Hadra’nın karargahına doğru bakmaya başladı. Yanaklarında bulunan gırtlaklar yavaşça açılıp kapanıyordu; çünkü düşünüyordu Nuun. Zihnini toparlamalıydı. Yoğunlaştı. Elleri ve parmakları olmayan, dokunaçlara benzeyen kollarını birbirine doladı. Kafasının üstünde de bu uzuvlardan, dokunaçlardan vardı. Hayli esnek şeylerdi; düğüm olabilecek kadar… Ama sesler… Daha iyi odaklanabilmesi için seslerin kesilmesi gerekiyordu.
Çevresinde çatışan ırktaşlarından çok rahatsızdı. “Ses çıkartmayın, gürültü yapmayın artık!” demek isterdi ama, kimse onu dinlemezdi. Birbirlerini öldürmeleriyle ilgilenmiyordu Nuun. Susmaları, o an için durmaları yeterdi. Sonra kaldıkları yerden devam etmelerinde hiçbir sakınca yoktu. İnce bir boyun yardımıyla dik duran kafasını yana çevirdi. Karargahın önündeki bir kalabalığın üzerine doğru geldiğini anlamıştı. Bir çatışmaya dünden hazırdı. Kaldı ki yıllardır tanık olduğu tek gerçeklik de buydu. Düğüm olan kollarını yanlara doğru açıp tekrar odaklandı. Sonra bu dokunaçları yavaşça ve özenle birbirine yaklaştırmaya başladı. Şeffaf bir küre oluşuyordu, iki kolun merkezinde. Çapını yavaş yavaş genişleterek büyüyen bu şey, aslında içine girecek olan her şeyi ufak tanecikler haline getirecekti. Amaçsızca üzerine doğru gelenler, kürenin içinde parçalanmaya, basitleşmeye, taneciklere ayrılmaya başladılar. Kalabalık bir Tesar çetesini tek bir hareketle havaya karıştırmak muazzam bir güçtü. Artık üzerine gelen de, gürültü yapan da kalmamıştı.
Karargahın içinde kimsecikler yoktu. Herkes sokaklara dökülmüş, iç savaşa katılmış, ifade özgürlüğünü kullanma hırsıyla bu lanetli katliama dahil olmuştu. Yalnızca Prens Hadra kendini bu iç savaştan uzak tutabilmişti. Fakat Nuun’un kararlı ilerleyişini de kendine yaklaştırmıştı. Hadra’nın makamı en üst kattaydı. Nuun üşenmeden, spiral tümsekleri tek tek aşmış ve prensiyle yüzleşebilecek kadar ilerleyebilmişti. Makamın kapısı zihinsel enerjiyle kilitliydi. Ama Nuun için bu kilidi kırmak hiç de zor olmadı; bariyerin içinden saydamlaşarak geçiverdi.
Umutsuzdu Prens Hadra. Resim yapıyordu. Kimilerine göre boş bir uğraştı bu aslında. Nuun için de… Ama aldırış etmedi gelen davetsiz misafire. Nuun şaşkındı. Önce prensini inceledi. Tacını da, tahtın ona bahşettiği sarı kristalli kıyafetlerini de üzerinde taşıyordu Hadra. Mimiklerini gizleme gereği hissetti Ven’ax Nuun. Renk vermek gereksiz olabilir diye düşünmüştü.
“Her şey bir çukurun içine girmişken sanatı konuşturmak sizce ne kadar mantıklıdır prensim?” sözleriyle bir sohbet başlatmak istedi Nuun. Ciddiyetini ve saygısını kaybetmemişti. Prens Hadra onu dikkate almadan, resmine devam ediyordu.
“Asıl soru şu olmalı sanırım: Biz bu süreçte neyi mantıklı yapabildik?”
Bu soruyla yaralanan prens cevap verme gereği hissetti.
“Hiçbir şeyden haberiniz yok, konsey üyesi Ven’ax Nuun. Kontrolden çıkmış ve sebebi hâlâ bilinmeyen bir buhran yüzünden ölen ırktaşlarınızı buradan izlemek zorunda kalsaydınız, siz neyi mantıklı bulurdunuz? Hangi taşları hareket ettirirdiniz?”
“Üzülerek söylüyorum ki, prensim, ben bu süreci ‘izlemek’ zorunda kalmazdım.”
“Siz benim bunu isteyerek izlediğimi mi ima ediyorsunuz?”
“İstediğinizi söylemedim.”
“O halde?”
“Zorunda kalışınız beni düşündürdü. İzlemek zorunda kalmak yerine, çözüm bulmak zorunda olmak daha uygun.”
“Yıllardır konseyde kendi fantazyalarınızı ifade ettiğiniz için, bana hükümdarlığı öğretebilecek raddeye gelebildiğinizi mi sanıyorsunuz?”
“Bu konsey yükünüzü hafifleten bir danışma makamıdır prensim. Ve şu an, danışmanınız olarak size, bu iç savaşı izlememeniz gerektiğini önermekten başka bir şey yapmıyorum.”
“Sesinizdeki tonu dışarıdan duysaydınız, emin olun siz de benim gibi öfkelenir ve bu sözler karşısında kırılırdınız.”
“Veya siz sesinizi içinizden duysaydınız, aslında tonumun her zamanki gibi olduğunu, sizin çok uzun zamandır öfkeli olduğunuzu, ve aslında sözlerimin doğru oluşuna kırıldığınızı bilirdiniz.”
“Neyin peşindesin Nuun?”
O anda muazzam bir sessizlik olduğunu fark etti Prens Hadra. Bu garip sessizliğe hiç anlam veremedi. Dışarıdaki savaşın seslerini, ve Nuun’un aurasından gelen cızırtıyı artık duymuyordu. Birkaç saniye bu sessizliğin içinde kalakaldı. Sonra karşısındaki konsey üyesinin sözleriyle kendine geldi.
“İyi misiniz?”
“Bana anlatmak istediğin şey her neyse onu kendine sakla ve derhal terk et burayı.”
“Böylesine sahipsiz bir dönemde uzlaşabilmek çok kıymetlidir, biliyorsunuz değil mi prensim?”
“Derhal, terk et, burayı.”
“Daha fazla öfkelenmeyin. Babanız sizi bu halde görseydi, emin olun çok üzülürdü.”
“Defol! DEFOL!”
Nuun istediğini elde etmek için planını uyguluyordu. Prensin az önce fark ettiği sessizlik, Nuun’un ona yaptığı hipnozun girişiydi. Bu hipnoza kapılan herkes, önce sessizliği hissederdi. Ve şimdi Hadra’nın kapıldığı bu öfke, onun aklını çelecek ve zihnini savunmasız hale getirecekti. Baba kavramını zayıf nokta olarak kullanan Nuun, hükümdarını çileden çıkartmayı başarmıştı.
Hadra bu öfkeyle başa çıkamazdı. Etrafa zihin dalgaları saçıyor ve Nuun’a saldırıyordu. İşte tam bu noktada Nuun, istediği kıvamı elde etmişti; pür öfke.
Bir anda, Nuun’un önünde üç tane daha Nuun belirdi. Her biri saydamdı; düzgün bir biçimde tek sıra halinde dizilmişlerdi. Kendine zihinsel dalgalarla bir çeşit bariyer yapan prense bu şekilde ulaşacaktı. Nuun önce önündeki saydam Nuun’un içine girdi. Sonra diğerine. Üçüncüsü ise prensin hemen önündeydi. Üçüncü Nuun’un da içine girdikten sonra bariyeri aşmıştı. Prens korkmaya başladı. Hipnoz edileceğini sezdi; çünkü Nuun ona saldırmak yerine sadece yaklaşmaya çabalıyordu. Hadra arkasındaki camı kırıp aşağıya atlamak istedi ama başaramadı. Nuun ise tam dibinde duruyor ve ona soğuk soğuk bakıyordu. Hipnoz için göz temasına bile ihtiyaç duymayacak kadar kabiliyetli olan Nuun, dokunaçlarıyla prense dokunarak başarılı bir hipnoz gerçekleştirdi.
Hipnoz hem manipülasyon, hem de hatıra toplamak için idealdi. Ama Nuun’un prensi manipüle etmesi gereksizdi. Hatıralarından alacağını aldı ve hipnozu bitirdi. Hadra yere yığıldı. Nuun’un hipnozuna kapılanlar her zaman yorgun, bitkin bir şekilde uyanırlardı. Prense de aynı şey olmuştu. Çaresizliğe tümüyle kapılan, ve üstünlüğe boyun eğen prens,
“Babam seni severdi, Nuun. Planın her neyse, bizleri kurtar. Sana yalvarıyorum.” deyiverdi.
“Babanız kimseyi sevmezdi. Eğer bizleri sevseydi, saçma hayallerin peşinden gitmez, kaçmazdı.”
“O kaçmadı Nuun.”
“Artık biliyorum. Öğrenmem gereken her şeyi demin öğrendim.”
“Bu sancıyı durdurabilir misin?”
“Derhal, ve seve seve…”
Nuun sanki yıllardır bugünü bekliyormuş gibi, prensini hiç tereddüt etmeden yok etti. Yok olan prensin bedeni bir rüzgara dönüşüp etrafta rastgele esmeye başladı. Rüzgarın esişini hisseden bir başka beden daha vardı orada. Nuun işini bitirir bitirmez, prensin makamına girmişti.
“Buraya kadar sanırım?” dedi bu beden. Nuun yerine, odanın içinde uçuşan rüzgara bakıyordu. Bu uzun boylu, dört kollu, iki ayağının üzerinde duran garip yaratığın adı Gaweid’di. Çok sayıda gözü, üst üste duran iki ağızla konuştuğu için kalabalık yaratan bir konuşması vardı. Rawaka ırkının generallerindendi Gaweid.
“Buraya kadar değil…” dedi Nuun. “Bir devrim dönemine giriyoruz ve yapacak çok işimiz var.”
“Zaten ben de yapacağımız işleri konuşmak için buradayım. Lordumdan haberler getirdim.”
“Dinliyorum.”
“Aforoz edilen ve Yer Alem’e, yani bizim alemimize kaçan melek Gales’in yeri tespit edildi. Bu göreve ‘yalnızca’ Ajan Mowa gönderilecek. Gales’i senin de aradığını çok iyi biliyoruz ve bu göreve karışmaman konusunda seni uyarmamız gerekiyor. Melekten uzak dur. Anlıyor musun?”
“Anlıyorum.”
“Prensini alt ettiğine göre taht artık senindir. Ordularını topla ve Hanok dünyasına git. Orada seni golem kabile reislerinden Ragaj karşılayacak. Orayı domine etmeni istiyoruz Nuun. Bu Lordum için çok önemli bir görev.”
“Fakat, burada kurmam gereken yeni bir düzen var. Korkarım bu dünyaya başka bir zaman inmem gerekecek.”
“Lordumun emirlerine karşı gelmeni hiç mi hiç önermem Nuun. Anlaşıyoruz sanıyordum.”
“Aslında… Oldukça iyi anlaşıyoruz, general.”
Aynı sessizlik yine kendini göstermişti. Bu sefer, sessizliği hisseden kişi Gaweid’di. Dışarıdaki çatışmaları da, Nuun’un aurasındaki cızırtıyı da artık duymuyordu. Sonra bir cümle işitti General Gaweid;
“İyi misiniz?”
Bölüm 6: Gales’in İzinde
Şamanın bahsettiği portallar açılmıştı ve bunlardan ilki Dwol isimli gezegene ulaşıyordu. Ateş ve Işık, önce şamanın sadık adamı Tekan’ı, ardından da kaçak melek Gales’i bulmak üzere görevlendirilmişlerdi.
Üzerinde dolaşan bu iki yabancıdan rahatsız değildi Dwol. Ateş’in ayaklarını en güzel sarmaşıklarıyla kavradı; ve en çekici kelebeklerini gönderdi Işık’ın göğsüne. Semboller hayli şaşkın, ama mutluydular. Etrafa bakındıklarında yüksek bir tepede olduklarını anlamışlardı. Dwol apaydınlık ve capcanlıydı. Sapsarı ve taze güneş ışığı her bölgeyi aydınlatıyordu. Öğle vakitleri olmalıydı ki güneş tam tepedeydi. Işık uzaklara, ufka doğru dalıverdi. Görkemli dağlar bir buluşuyor, bir ayrılıyorlar; yer yer göçüyor, bazen de asi yükselişler yapıyorlardı. Zemine sahip çıkan uzun tropik ağaçlar, uzaklarda dolanan nehirleri çevreleyen ovalar vardı. Her şey yerli yerinde, bir bütün ve huzur içinde yaşıyor, sürüp gidiyordu ama, şamanın bahsettiği kamp alanına dair hiçbir iz yoktu: “Tekan muhtemelen bir kamp kurmuştur. Dağınık bir gençtir; onu etraftaki çer-çöpten bulabilirsiniz.”
Ufuktaki detaylara, doğal bahçelere kapılan Işık sessizdi; fakat Ateş konuşma gereği hissetti.
“Ne kadar büyüleyici bir manzara… Öyle değil mi?”
“Evet, harika… Bu kelebekler, çiçek kokuları, ağaçların salınımı… Tüm bunlar sahipsiz mi ki?”
“Bilemiyorum. Ama eğer bir sahipleri yoksa daha da mutlu olurum. Çünkü hiçbir sahip, bu güzelliği bozmadan duramaz. Her dünyada aynı şey olmadı mı? Hepsini yakıp yıkıp yerlerine nefret inşa etmediler mi?”
“Doğru… Belki de kainattaki yaşamın uyku vakti gelmiştir. Ama bu bizim görevimiz değil.”
“Şu taraf…” diyordu Ateş, eliyle ufkun sağındaki bir bölgeyi işaret ediyordu.
“Orada ne olduğunu merak ediyorum. Ağaçlar yüzünden zemin görünmüyor; yani inip bakmak gerek. Tekan’ın kampı orada olabilir.”
Yosun tutmuş taş basamaklardan inmeye başladılar. Dikkat ediyorlardı çünkü her adımda ayakları bir taşa değmiyor, çukura da girebiliyordu. Zemine indiklerinde bir hafiflik hissetmişlerdi. Toprak hayli yumuşak ve dinlendiriciydi. Işık toprağa oturmak, hatta üstünde yatmak istedi. Ateş gülümsüyordu.
“Uyumak mı istiyorsun?”
“Çok huzurlu bir toprak bu… Sadece tadını çıkartmak istedim. Birazdan kalkarım.” derken gözlerini kapamış gülümsüyordu Işık.
* * *
Ormandaki uzun ve yaprakları büyük ağaçlar gün ışığını engelliyor, yüzey gölgede kalıyordu. Zemindeki kuru, sararmış yapraklar bir örtü gibi tüm toprağı kaplamış, türlü noktalarda irili ufaklı kayalar konuşlanmıştı. Semboller Tekan’ı arıyordu; ama kimsecikler yoktu; orman kendi başına gibiydi. Önlerinde bir patika başlayıverdi. Takip ettiler. İlerledikçe, ikisi önde teki arkada parmakları olan ayak izleri görmeye başladılar. Aynı zamanda yayvan, hafif köşeli, toynağa benzer izler de görünmeye başlamıştı. Işık bir çalılığı araladığında, ötede boş bir kazan, yerde birkaç ufak tahta eşya görüverdi.
“Ateş, bekle biraz.” dedi Işık kısık bir sesle.
Ateş düşünceliydi ve “Kamp alanı bu mu ki?” cevabını verdi.
“Hissediyor musun?”
“Neyi?”
“Toprağı dinle.”
Ateş gözlerini kapattı. Toprağa dikkat kesildi. Ama sadece ağaçların üzerine tüneyip öten tropik kuşların sesini duyuyordu.
“Neyi hissetmem gerektiğini anlamadım.”
“Toprak sallanıyor, hissetmiyor musun?”
“Tekan neden burad–”
Artık toprak sallanmakla kalmıyor, çatlıyordu da. Ufak bir deprem eşliğinde zeminde yarık açılıyordu. İki sembol toprağın çatlamayan kısmına sıçradılar ve tehlikeye hazır bir şekilde beklemeye başladılar. Işık sapsarı ve parıltılar saçan upuzun bir asa meydana getirdi. Ateş ise hemen önündeki topraktan ufak bir volkan yarattı.
Yarığın içinden buz mavisi ışıklar çıkıyor, metalik bir yapı toprağı adeta zorluyordu. Ateş risk almak istemedi ve volkanını harekete geçirdi. İnfilak eden volkan bünyesindeki tüm lavı yarığa püskürttü. Yarığı sıcak lavla tıkamaya çalışıyordu. Toprak altından gelen şey her ne ise, bu durumdan hoşnut olmadığını masmavi bir küre yaratarak belirtmişti. Kürenin içine giren lav donuyor, kayalaşıyor ve etkisini yitiriyordu.
Buz mavisi küre göz alıcı bir ışık patlaması yaptı. Ateş bu parıltıdan rahatsız olunca elini gözlerine siper etti. Fakat Işık bu tür yoğun parıldamalara çok alışkındı. Elindeki uzun asayı kaldırdı, ve giderek yüzeye ulaşan kürenin içine soktu. Bir ışık patlaması da kadın sembolden geldi; kürenin içindeki şeyi daha güçlü bir parıltıyla rahatsız etmişti. Küre bir anda yok oldu. Ateş’in henüz kendine gelemediğini fark eden Işık, asasıyla dostunun tek bacağına bir çeşit uyarı vuruşu yaptı; çünkü artık daha dikkatli olmalıydılar.
“Bu şey, de, nedir?” diyerek şaşkınlığını dile getirmişti Ateş.
Mavi küre sönmüş, toprak yeteri kadar çatlamış ve altındaki metalik şey tümüyle görünür olmayı başarmıştı. Uçuyordu. Bedeni ters bir üçgen gibi, omuzlarına doğru büyüyen bir biçimdeydi. Ayakları yoktu. İki iri kol… En çok bu kollar dikkat çekiyordu aslında. Elleri birer gürz gibi dikenli ve üç parmaklıydı sadece. Ama isterse, bin köyü tek hamlesiyle yıkabilirmiş gibiydi. Metal plakalarının birleşme noktalarından buz mavisi ışıklar geçiyordu; Ateş bunları damara benzetmişti. Koca bedenine göre küçük, arkaya doğru hafifçe uzayan bir kafası vardı yaratığın. Kalın, pes bir ses çıkartıyordu. Bu bir otomatondu. Metal ve büyünün karışımı ile meydana getirilen, iradeleri yaratıcılarına ait muhafızlar…
Otomaton biraz daha yükselip istediği irtifaya ulaşınca sembollerin tepesinde daireler çizmeye başladı. Tehdit içeren bu uçuş onları rahatsız etmişti. Yaratık elleriyle bir şeyler yapıyordu sanki.
“Saldıracak, hazır ol.” dedi Ateş.
“Farkındayım. Hazırım.”
Çıtırtılar duyulmaya başladı. Derinden geliyordu bu sesler. Toprağı yaran birkaç buz parçası baş vermişti. Sanki bu buzlar da toprağı delip geçmek istiyorlardı. Her yerden, her bir noktadan baş verdiler. Işık tedirgindi biraz.
“Bu yaratık toprağın altındaki suyu mu donduruyor?”
“Muhtemelen… Bunu saldırmak için kullanacak; hareketlen!”
Bunlar birer bıçaktı; keskin, sivri, soğuk… Rastgele hareket etmiyor, sanki güdümlülermiş gibi sembolleri takip ediyorlardı. Koşmaya, bıçaklardan kaçmaya başladılar. Ateş onlara yaklaşan her bir bıçağa lavdan mızraklar atıyor, erimelerini sağlıyordu. Fakat o kadar çok vardı ki, hangisinden kaçacağını veya hangisini eriteceğini hesaplaması hayli zor oluyordu. Uzaktakilere saldırmak yerine yakındakileri eritmeyi tercih etti.
“Bu metalin su kaynağını tüketmesini beklemek çok riskli!” diyordu Işık, hem de koşuyordu. Uçmak için kullandığı altın kanatlarını yarattı ve havalandı. “Bir fikrin var mı?”
“Onu havadan taciz et!”
Sarı ışık hüzmeleriyle otomatonu havadan taciz ediyordu kadın sembol. İki elini de kullanıyordu. Bir sağ, bir sol; aralıksız gönderiyordu enerji dolu ışınları. Konsantrasyonu bozulan metal yaratık büyüsünü durdurmak zorunda kaldı. Ateş ise yerdeki bıçakları eritip tüketmeye bakıyordu.
Otomatonun bu hava muharebesindeki tek çaresi mesafeyi daraltarak savaşmaktı. Güçlü kollarını da kullanabilirdi. Işık’a yaklaştı ve yumruklar savurmaya başladı. Kadın ise kıvrak manevralar yaparak her hamleden kaçıyordu. Ateş de yerdeki son bıçağı eritince, yaratığın dikkatini artık üzerine çekmesi gerektiğini anlamıştı. Havada uçuşan kadın sembolün üzerinde ateşten bir kabuk yarattı. Bu kabuk, tıpkı bir güneşin yüzeyindeki ipliksi çıkıntılar gibi, kaburga benzeri bir şekil alarak kadının bedenini sarmıştı.
“BIRAK SANA VURSUN!” diye bağırdı Ateş.
Işık bir anda durdu; uçmayı bıraktı. Arkasını döndü ve kocaman bir yumruğun üzerine gelişini öylece seyretti. Ateşten meydana gelen kabuğun içine girer girmez kül oldu yumruk. Yaratık öylesine cansız, öylesine hissizdi ki “Ah…” bile dememişti. Soğuk bir ifadeyle kül olan koluna baktı; kolunun yarısı eriyor, lavlar akıtıyor, külleri uçuşuyordu resmen. Sonra Ateş’e döndü. Belli ki hedefini değiştirecekti. Bu durum sembollerin işine gelirdi.
Yeni hedef olacağını anlayan Ateş düşünmeye başladı. Pek vakti yoktu çünkü otomaton ona doğru pike yapıyordu. Işık ise zemine inme kararıyla uzak bir yere konuşlandı. Buradan Ateş’e destek verecekti. Erkek sembol, ona doğru hızla dalış yapan yaratığı savuşturmak için kendi ateşe verdi ve olduğu yerde bir fırıldak gibi dönmeye başladı. Otomaton aldırış etmiyordu; onu kaplayan buz mavisi küresini yine açığa çıkartmıştı, ve hızla dalıyordu. Işık bu gidişatı sevmedi. Eğer Ateş buz küresinin içine girerse donup kalabilirdi. O yüzden dostunu ışınlamaya karar verdi. Yaratık tam Ateş’e çarpacakken, onu oradan aldı ve başka bir yere ışınladı. Otomaton tüm hızıyla toprağa çakıldı. Kürenin etkisiyle toprak ve üzerindeki taşlar, bitkiler, anında dondular. Güvenli bir yere ışınlandığını hemen fark eden Ateş, güneş ışınlarını metalik muhafızın üzerine yöneltti. Otomaton kızarmaya başlamıştı.
Yaratık pes etmiyordu. Güneş ışınlarından kaçmak için toprağa tekrar daldı. Semboller konsantre toparlamak için kısa bir meditasyona girdiler. Ama aynı zamanda tedirgindiler; çünkü yaratığı göremiyorlardı.
Toprağın birçok farklı noktası delinmeye başladı. Zemin, birbirine farklı uzaklıklarda olan deliklerle doldu. Tedirgin ikili bir sonraki hamleyi bekliyordu şimdilik. Işık bu delikleri kapatmak için belirli küreler yaratmıştı; ama küreler deliklere ulaşamadan patlamalar olmaya başladı. Ve her bir dairenin içinden buz mavisi enerji akımları fışkırıverdi. Muazzam bir gürültü yapıyorlardı. Göklere ulaşan bu enerji sütunlarının arasında kalakaldılar. Mavi, sarı ve beyaz ışıklar içeren sütunlar hareket etmeye başladılar. Ağır ağır ilerliyor, ve ikilinin üzerine doğru geliyorlardı. Az sonra sütunlar birleşecek, ve semboller donarak can vereceklerdi. Işık Ateş’in gözlerinin içine baktı. Ona doğru yavaşça yaklaştı. Elini Ateş’in yanağına götürdü ve tırnaklarını yanaklarında gezdirmeye başladı. Sonra elini kalbinin hizasına getirdi ve dokundu. Işık’ın elleri parıldamaya başladı. Eliyle Ateş’in kalbi arasında bir bağ oluşuyordu. Ve bu bağı kullanarak Ateş’in içinden bir parıltı çıkarttı. Parıldayan şeyi, bir kurtuluş umuduyla, uzaklara bir yerlere fırlattı. Fakat bu bir büyü değildi; yalnızca bir dilekti. Bu hapisten kurtulmalarını diliyordu. Son anlarında, tutundukları bir dal…
“Dilek…” dedi Ateş, umutsuz bir ses tonuyla. “Sence dilek bizi kurtarır mı?”
“Bilemeyiz… Ama eğer dilersek, olabilir…”
Güneşin ışıkları parlaklaşıyordu sanki. Yerden göğe uzayıp yüzeye tekrar inen, gökkuşağını andıran altın sarısı bir hare belirdi. Semboller hareye bakmaya başladılar. Isınıyorlardı; ama bu çok tatlı bir sıcaklıktı. Enerji sütunları ise yavaşlıyordu. Renkleri değişmeye başladı. Buz mavisinden mora, sonra da kızıla döndüler. Ve sonunda durdular. Topraktan buğular yükseliyor, bir tür değişim, bir dönüşüm meydana geliyordu sanki. Muazzam bir parıltı oldu. Bu sefer sadece Ateş değil, Işık da gözlerini kapatma ihtiyacı hissetti. Gök yüzündeki bulutlar yere inmişti. Ve bulutlar dağıldıkça, içinden birinin geldiği belirginleşiyordu. Bir kurtarıcı? Belki de dilek kabul olmuştu?
Gelen bir erkekti sanki; yakınlaştıkça cinsiyetini çıkartmak kolaylaşıyordu. İki elini de önünde birleştirmişti; bir hizmetçi gibiydi aslında. Upuzun beyaz saçları, ve uzunca bir sakalı vardı bu adamın. Kalın kaşlıydı. Bilekliklerinin temel rengi gümüştü; üzerinde altın işlemeler vardı. Zariftiler. Bilekliği takip eden bir kolluk, dairesel ve üst üste bindirilmiş üç katlı bir omuzluk giyinmişti. Göğsünü koruyan gümüş plaka yalnızca göbek deliğine kadar koruma sağlıyordu. Bir kemeri de vardı; altın üçgenler yerleştirilmişti üzerine. Üçgenlerin yanlarından kanat benzeri figürler fırlıyordu. Kemerin yanlara doğru eğilen uzantıları bacaklarını sarıyordu; ama önden ve arkadan yırtmaçlıydı, sanki dar bir cüppenin altıydı. Diz kapakları da plakayla korunuyordu; ve çizmeleri de gümüştü. Altın işlemelerle dolu bütün metal plakanın altında ise, örülmüş zincirden kurşun rengi bir içlik vardı. Adamın teni ise bembeyazdı; taşlaşmış gibi…
Bir avcunu açtı yaşlı adam. İçinde bembeyaz, çok parlak bir top vardı. Topu yere bıraktı. Yere düşen top, ışıklar saçarak toprağa şok dalgaları yaymaya başladı ve tüm delikleri kapattı. Artık enerji sütunları yoktu. Terslik olduğunu fark eden otomaton ani bir sıçramayla yüzeye çıktı. Adamı fark etti. Ona uzun uzun baktı. Sonra biraz daha baktı. Ardından biraz daha… Adamı tanıyor muydu, yoksa afallamış mıydı, bilen yoktu. Fakat çok bilinçli bir şekilde bakıyordu.
“İçindekini bırak, ve git.” dedi yaşlı adam.
Otomaton anlamadı; hâlâ adama bakıyordu. Yaşlı şahıs bu sefer öteki avucunu açtı ve yaratığa doğrulttu. Sanki avcu delinmişti; ve deliğin ardında çok parlak, yoğun bir enerji var gibiydi.
“Bir daha tekrarlamam; içindekini bırak, ve git burdan.” diye ekledi.
Metalik muhafız yaşlı adama çok odaklanmıştı. Söyleneni dinlemiyordu; havada öylece duruyordu. Sabrı tükenen yabancının avcundan çok ama çok hızlı bir ışık hüzmesi çıktı ve otomatonun kafasını adeta sildi. Kafası olmayan otomaton toprağa düşüverdi. Hareketsizdi. Adam avuçlarını kapattı. Ellerini tekrar önünde birleştirdi ve sembollere döndü.
“Dwol’a hoş geldiniz. Bu tenekeleri yok etmek istiyorsanız, kafalarına saldırmalısınız. Ayrıca, siz kimsiniz?”
Ateş temkinliydi.
“Asıl sen kimsin?”
“Bana herkes Gales der ama sizler için ne ifade ettiğimi henüz bilmiyorum.”
“Gales mi?” diyerek şaşırdı Işık.
Semboller birbirlerine baktılar. Yüzleri gülüyordu. Aradıkları kişilerden ilkini bulmuşlardı ama Tekan neredeydi?
“Neden şaşırdığınızı anlayamadım. Yoksa siz beni mi arıyordunuz?”
“Evet!” diye bir çığlık attı Işık. Gales bu tepkiye şaşırmıştı.
Ateş’in aklına bir şey takıldı.
“Bir saniye… Sen, seni her arayana ismini söylüyor musun?”
“Bir ismim olduğu için evet…”
“Senin bir kaçak olduğunu biliyorum. Seni arayan, ve yok etmek isteyen bir sürü mağdur var. Yanlış mı?”
“Var evet. Ama siz o mağdurlardan değilsiniz.”
“Nerden biliyorsun?”
“Mağdurların tümü beni bilirler; ve sizi temin ederim ki beni gördüklerinde adımı sormazlar. Adımı duysalar da şaşırmazlar. Şaşırsalar bile sonunda sizin gibi sevinmezler. Sıra sizde… Kimsiniz ve beni neden arıyorsunuz?”
Tıkırtılar geliyordu. Sanki birisi, metal bir yüzeye vuruyordu. Herkes arka tarafa, otomatonun olduğu yere doğru baktı. Sesler ondan geliyordu.
“Evet, onu unuttuk.” dedi Gales.
Ateş durumu anlayamadı.
“Kimi unuttuk?”
“Otomatonun içindeki kişiyi…”
“Bu yaratığın içinde biri mi var?” diye sordu Işık.
Gales otomatonun hareketsiz bedenine yaklaştı. Metal yaratık yan yatmıştı. Onu sırt üstü duracak şekle getirdi. Ardından muhafızın göğsündeki metal plakaya sert bir yumruk attı. Plaka içeri göçtü. İçerdeki kişi “DİKKAT ET!” diye bağırmıştı. Göçük plakayı iki elini de kullanarak yerinden söktü. Otomatonun karnını açmıştı.
“Çık artık, güvendesin.” dedi Gales.
İçerdeki kişi ellerini kullanarak yaratığın içinden yavaşça çıkmaya başladı. Semboller hayret içinde, bu garip çıkışı izlediler.
“Merhaba!” diyordu çıkan kişi, bir yandan da üstünü silkeliyordu.
Ateş şaşkındı.
“Nakumex’e çok benziyorsun, adın nedir?”
Pullu adam sırıtıyordu. Utanmış gibiydi. Oldukça da üşüyordu. Bunu fark eden Ateş onu ısıtabilmek için sıcak bir buhar bulutu yarattı.
“Adım… TEKAN!”
Semboller yine birbirlerine bakıp gülümsediler. Nakumex’in verdiği görev yerine getirilmişti.
“O şeyin içine nasıl ve neden girdin?” diyordu Gales.
“Bu zımbırtılar bana günlerdir saldırıyorlar. Ve bunu, yani yerde yatan yaratığı açık halde buldum. Merak edip içine girdim. Sonra içerde kapalı kaldım.”
“Neden girdin?”
“Meraktan…”
“Bu ‘sözde’ kamp senin mi?” diye sordu Ateş.
“Evet… Ama bu yaratıklar geceleri devriye gezdikleri için ağaçlarda yatmak zorunda kalıyorum.”
Işık söze girdi.
“Buraya gelirken bir patikadan geçtik. Toynağa benzer büyük ayak izleri vardı. Bu çevrede tehlikeli başka yaratıklar da mı var?”
“Zolin… Onlar Zolin’e ait…”
“Zolin kim?”
“Dinozorum…”
“Bu Zolin nerde peki?”
“Otomatonlar saldırınca kaçtı. Ama çok uzaklaşmamıştır. Kokumu alabileceği bir mesafededir. Muhtemelen saklanıyordur.”
Gales biraz sıkılmıştı.
“Siz ikiniz… Bana hâlâ beni neden aradığınızı söylemediniz.”
Tekan da şaşkındı.
“Evet, siz kimsiniz?”
“Bizi Şaman Nakumex gönderdi.” diye cevapladı Ateş. “Görevimiz Tekan’ı ve melek Gales’i bulmaktı. İkinizi de bulduk.”
Tekan heyecanlıydı.
“Usta Nakumex iyi mi? Her şey yolunda mı?”
“Evet…” dedi Işık. “Ustan gayet iyi… Fakat birtakım sorunlar ortaya çıktı.”
“Ne gibi sorunlar?” derken şüphe içindeydi Gales, kaşlarından birini kaldırmıştı.
Ateş devam etti.
“Şamanın tahminlerine göre, Gök Alem’de yer alan Ruh Kazanı’na birisi, veya bir güç zarar verdi. Ve ruhlar bir tür travma yaşıyorlar. Huzursuzlar. Hareketlendiler ve öfkeyle saldırıyorlar. Şaman, Tekan’ı onun yanına göndermemizi, seni bulup yardım almamızı istedi.”
Tekan üzüldü.
“Ama ben burayı çok sevmiştim. Geri gitmek zorunda mıyım?”
Işık şefkatli bir ses tonuyla,
“Zolin’i de bulur seni ustanın yanına göndeririz. Merak etme, buraya başka bir zaman tekrar gelebilirsin.” demişti.
Bölüm 7: Meleğin Selamı
Şaşkın Tekan ustası Nakumex’in yanına gönderilmişti. İlk görevi başarıyla tamamlayan ikilinin içi biraz olsun rahattı. Fakat Gales’i, travma ile alakalı sorunun çözümüne nasıl dahil edeceklerini bilemiyorlardı. Melekten nasıl faydalanabilirlerdi? Işık sessiz, Ateş sessiz, Gales sessiz; Tekan’ın az önce girdiği, şamanın mezarşatosunun bulunduğu gezegen olan Alsalit’e açılan portalın kenarında öylece duruyorlardı. Zihinlerindeki birçok düşüncenin eşliğinde, yine aynı dağın tepesinde, güneşin batışını izliyorlardı.
Gales bu sessizliği bozuverdi.
“Ne kadar güzel bir tabiat değil mi?”
“Evet!” diye heyecanlanmıştı Işık.
“Dwol gezegeni eskiden Rawaka kolonilerine ev sahipliği yapardı. Fakat Kraas Engizisyonu sürecinde melekler tarafından istila edildi. Ve yerel Rawaka bireyleri Dwol’u terk etmek zorunda kaldılar. Mağdurlar adına, bir melek olarak ben üzülüyor ve kendi ırkım adına da büyük bir utanç duyuyorum. Yazık…”
“Ruh Kazanı meselesinin bu gezegenle veya bahsettiğin Rawaka ırkıyla bir alakası var mı?” diye sormuştu Ateş.
“Yok… Yani, bildiğim kadarıyla yok… Rawaka halkı kendi içinde huzur arayan ve de bulabilen bir halktı. O yüzden kazan veya benzeri yapılara saldırma gereği duymazlardı. Milyonlarcası tek bir Rawaka lideri tarafından yönetilirdi ki, bu muazzam bir beceri… Telepatik becerileri gelişkin bir Yer Alem ırkı olduklarını herkes bilir. Fakat engizisyon saçmalığı, her ne kadar becerikli veya kalabalık olsalar da, aslında ne kadar savunmasız oldukları gerçeğini ortaya koydu.”
Işık söze girdi.
“Peki bugün savaştığımız metalik yaratık; o da bir Rawaka askeri miydi?”
“Hayır… Onlara ‘otomaton’ deniyor. Rawaka ile otomatonlar arasında hiçbir alaka yok.”
Ateş sadede gelmek ister gibiydi.
“Şaman Nakumex’in tahmini… Sence ne kadar doğru?”
“Ruh Kazanı ile ilgili olan tahmin mi?”
“Evet…”
“Ruh Kazanı’nın kırılışı iyi bir tahmin… Ama tahminden öte, bu bir gerçek… Size olayı başından anlatmam gerekiyor.”
İki sembol de gün batımına bakmayı bıraktı ve aynı anda Gales’e döndüler. Gales yere oturdu. Semboller de aynı şekilde… Melek, sözlerine başlamadan önce gözlerini kapattı. Sanki çok eski bir şeyi hatırlamaya çalışıyordu.
“Bundan yıllar önce, eski Başmelek Kraas’ın emriyle ‘Engizisyon’ süreci başlatıldı. Engizisyonun amacı, Yer Alem’deki halkları incelemek, sorgulamak, sonra da infaz etmekti.”
“Yer Alem infazı hak edecek ne yaptı ki?” sorusunu sormuştu Işık.
“İnfaz kararı bir anlaşmazlıklar zinciri sonucunda verilmişti. Başmelek Kraas bu anlaşmazlık hikayesini hepimizden, yani her melekten gizledi. Aslında Kraas’ın aklında, Yer Alem’in halklarına gerekçesiz saldırma fikri vardı. Ama buna bir kılıf uyduruldu. Bu katliam, bir araştırma/soruşturmaymış gibi gösterildi.”
Ateş meraklandı.
“Bu kılıf kimin için uyduruldu?”
“Yüce Tanrı Arkeus için… Hatta katip olarak bu soruşturma yalanını ben kaleme almıştım. Tanrı’nın gözünden düşmemek, günahkar olmamak, ve nihayetinde cezalandırılmamak için bu kılıfı uydurmaya başladık. Senaryoya göre melekler yani bizler, Yer Alem’e inip masumca bir hareket yapıyorduk. Ardından saldırıya uğruyor, mağdur ediliyor, kendimizi korumak maksadıyla Yer Alem’e karşılık veriyorduk. İşte o noktada, yolun sonunda haksız ve isabetsiz bir katliam olduğunu görünce kendi meclisimde muhalefet ettim. Adalet meleği Kronius’un saçma kararı ile aforoz edildim. Artık bir melek değildim. Ve tüm ırktaşlarım bana düşman olunca Yer Alem’e kaçma gereği duydum. Ama işin kötü tarafı, bu alemde de sevilmiyor ve aranıyorum. Beni öldürmek isteyen binlerce suikastçi var.”
Ateş elini çenesine götürdü; ve düşünmeye başladı. Derin düşüncelere dalmıştı. Işık’ın gözleri ise onun üzerindeydi. Takım arkadaşının ne düşündüğünü çok merak ediyordu. Ama bunu ona sormadı.
“Yer Alem’de yıllar süren katliamlar oldu. Bir süre sonra melekler geri çekilme kararı aldılar. Yüz binlerce meleği geri çekerken, meydana gelen o karmaşada Başmelek Kraas öldürüldü ve katili bulunamadı. Hemen ardından, sağ kolu olarak bilinen ve Cennet idaresinden en az Kraas kadar anlayan Ralen, yeni başmelek oldu. Ralen, Cennet’in ilk kadın başmeleğiydi. Sonrasında Tanrı Arkeus uykusundan uyandı. Katliamı fark edince tüm taraflardan hesap sordu. Şahitler dinlendi. Bu aşamada hain söylemler duyuldu, ihanetler edildi ve melekler aklandılar. Son şahit bendim. Ama ben aforoz edilmiştim ve artık Gök Alem’de değildim. Tanrı Arkeus, kendi belirlediği temsilcilere beni bulmasını emretti. Ben şahitlik etmeden bu dava sonuçlanmayacaktı. Dava şimdilik askıya alındı. Ve melekler herhangi bir cezaya çarptırılmadılar; çünkü tüm şahitler tarafından aklanmışlardı. Şunu çok iyi biliyorum ki, Başmelek Ralen de beni arıyor ve bulduğu yerde beni yok edecek. Sürekli kaçmaktan şahitlik bile yapamıyorum. Sorumluluğumu yerine getiremiyorum. Gök Alem’e ayak basamıyorum; çünkü geçişler Ruh Kazanı ile yapılıyor ve kazanı da melekler koruyorlar.”
Ateş bu sefer şüpheci bir tonda sordu.
“Kazanı neden melekler koruyor?”
“Çok ama çok eski bir felakette, Tanrı Arkeus tekrar uyanmış, felaketin hesabını sormuş ve melekler yine aklanmışlardı. Bu yüzden kazanı koruma görevini iblislere değil, meleklere vermek zorunda kalmıştı. Masum ilan edilen melekler kazanı korumaya başladılar. Kazandan sorumlu meleğin adı Laudhon’du. Aldığım duyumlara göre kazana zarar veren kişi Laudhon ve bunu yaptığı için aforoz edilmiş. Aynı şekilde o da Yer Alem’e kaçmış. Fakat şu an nerede olduğunu hiç bilmiyorum.”
“İlginç…” dedi Ateş; bu açıklamalardan tatmin olmamış gibiydi.
“Laudhon’u tanırdım. Gençti o vakitler. Fakat basiretsiz bir melekti. Ruh Kazanı’nın gardiyanı olduğu için şaşkınım. Nitekim kırılmış bir kazan var artık. Sorumlusu, tıpkı benim gibi aforoz edilmiş ve bu aleme kaçmış.”
“Onu bulmak bize bir cevap sunar mı?” diyordu Ateş.
“Sanmıyorum. Laudhon bir cevap değil. Ona bunu yaptıran kişiyi bulmak, bence daha mühim bir arayış olur.”
“Anlıyorum.”
“İkinize saldıran metalik yaratıklar, yani otomatonlar, Dwol gezegeninin yeni hakimine ait.”
“Kime?”
“Filozof Sterghel’e… Bu filozof hem bir düşünür, hem bir yazar, hem de bir büyücüdür. Irkı İnsan’dır. Diğer insanların aksine, kendini şu gereksiz ve anlamsız klan sistemine hiç dahil etmez. Bir klan reisinin boyunduruğu altında yaşamıyor. Tek başına… Engizisyon sürecinde, Yer Alem adına şahitlik yapan ve melekleri şaşırtıcı bir şekilde aklayan adam budur. Anlayacağınız, Tanrı Arkeus’un huzurunda kendi ırkına ve alemine ihanet etmiştir. Bir günahkar… Otomatonlar onun büyülerinin eseridir. Dwol’da devriye gezen birçok otomaton var ve oldukça tehlikeliler.”
“Nerede barınıyor bu filozof?”
“Yerin kat kat altına bir kale inşa etmiş. Arkald Kalesi… Birkaç haftadır plan yapıyorum. Bu kaleye gizlice girmeye çalışıyorum ama otomatonlara yakalanıyorum. Bir türlü başarılı olamadım. Fakat siz ikiniz bana yardım edersiniz; öyle değil mi?”
Işık, Ateş’in bu tekliften rahatsız olup suskun kaldığını görünce, takım adına konuşma gereği duymuştu.
“Arkald Kalesi’ne girip, veya filozofa ulaşıp neyi elde etmeyi planlıyorsun?”
“Sterghel’in elinde beni haklı çıkartan, meleklerin de sonunu getiren bilgiler, kanıtlar var. Son şahitliği doğru yapabilmem adına bu bilgilere ulaşmam gerek. Ve bu kanıtları alıp adaleti hep birlikte sağlamamız gerekiyor. Bana katılır mısınız?”
Bölüm 8: Arkald Baskını
Semboller ve Gales, Tekan’ı buldukları kampa tekrar geldiler. Melek onları ikna etmişti, hedefleri Arkald Kalesi’ydi. Ancak yerin kat kat altındaki bu kaleye girmeleri için kazı yapmaları gerekecekti belki.
Ateş’in aklı karışıktı.
“Bu bahsettiğin kale yerin altındaysa ki, ne kadar derinde hiç bilmiyorum, bir çeşit kazı yapmamız gerekebilir. Değil mi?”
Gales Ateş’e döndü.
“Aslında size saldıran otomatonun açtığı tüneli kullanabiliriz. Yerin daha alt kısımlarında bu yaratıkların yön değiştirmek için kullandıkları galeriler var. Ve eminim, buradaki tünel o galerilerden birine ulaşıyordur.”
“Galerilerden birine ulaşırsak, kaleye varmamız kolaylaşır mı yani?” demişti Işık.
“Evet… Bu tünellerin hepsi birbirine bağlıdır. Birçok tüneli galeriler buluşturuyor. Doğru tünellere girerek kaleye varabiliriz.”
“Hangisinin doğru tünel olduğu nereden bileceğiz?”
“Tünellerin tümünü ezberleyemedim ama, iyi bir fikrim var. Beni takip edin ve dikkatli olun.”
Kampın ortasındaki yarıktan atlamaya başladılar. Oldukça derine iniyordu. Çukurun en dibini boylamamak için özenle hareket ediyorlardı. Kısa ama gayretli çabalardan sonra ilk galeriye ayak bastılar.
Gales durmuştu. Semboller ilerlemeleri gerektiğini düşünüyorlardı ama şu an için lider Gales’ti. Onlar da durdular. Melek ellerini havaya kaldırdı. Işıldayan bir kitap yaratıyordu. Havada asılı duran kitabı okuma hizasına indirdi. Ona dokunmuyordu. Kapağını dokunmadan açtı; sayfalarını hızlıca çevirdi. Bunu yaparken gözleri yanıp sönüyordu. Aradığı sayfayı bulunca gözlerini kapattı. Hiç ses çıkartmıyordu.
Galeri hafifçe sallanmaya başladı. Bir yerlerde, bir şeyler hareketleniyor gibiydi; boğuk ve kalın sesler de çıkıyordu. Teneke sesleri… Semboller telaşlandılar ama bunu meleğe belli etmediler. Ne yaptığını da hiç sormadılar. Fakat Gales açıklama gereği duymuştu bile.
“Bu sesler otomatonlara ait. Hareketlendiler. Karargaha, Arkald Kalesi’ne doğru ilerliyorlar.”
Ateş anlayamadı.
“Nasıl yani? Bunu yapmalarını sen mi sağladın?”
“Evet… Sterghel bir büyücü olabilir ama ben de bir büyücüyüm. Otomatonlarına büyüyle emir veriyordu. Birkaç gün önce bu büyüyü taklit etmeyi başardım. Şu an efendilerinin onları kaleye çağırdını sanıyorlar; ve yanına gidiyorlar.”
“Hoş… Peki biz–”
“Acele etsek iyi olur. Sıranın sonundaki otomatonun peşine takılıp kaleye ulaşmamız lazım. Onlar yolu ezbere biliyorlar zaten. Haydi…”
Galerinin ucundaki tünelin kenarına geldiler. Tek sıra biçiminde dizilmiş otomatonların geçişini seyrediyorlardı. Ve en sondaki metal muhafızın peşine takıldılar. Otomatonlar uçarak ilerledikleri için hızlıydılar. Gales ise sembollere koşmaları gerektiğini söyledi. Daha hızlı hareket edebilmeleri için onları kutsamıştı.
Uzun bir yolculuktan sonra devasa bir galerinin ucundaki çelik kapıyı fark ettiler. Bu, yer altındaki tünel ağının girişiydi. Ve ardındaki geniş arazinin ortasındaki yapı Arkald Kalesi’ydi. Otomatonlar bu çelik kapıdan geçerek kaleye doğru ilerliyorlardı. Ancak üçlünün daha fazla ilerlemesi şimdilik tehlikeli olabilirdi.
“Plan lazım…” dedi Gales. “Ve günler önce yaptığım bir plan vardı.”
Semboller dikkatle dinliyorlardı.
“Sterghel, otomatonların tümünün durduk yere kaleye döndüğünü görünce alarm verecektir. Muhtemelen, otomatonlarını dışarı çıkartır. Ve savunma amaçlı olarak kalenin önünde bekletir. Şu anda kalenin arkasına geçmemiz gerekiyor. Hızlıca…”
Semboller Gales’i takip ettiler. Çelik kapının ardına, açık araziye çıktılar. Ortalık karanlıktı; tek ışık kaynağı kalenin üstündeki meşaleler ve çevredeki lav havuzlarıydı. Yer altı kayaları ve kristalleri bulunuyordu etrafta. Toprak koyu griydi; pek biçimsizdi. Bu kocaman bir oyuk gibiydi ve gökyüzünü görmek mümkün değildi. Önlerindeki nesneleri aşarak koşmaya başladılar ve kalenin arkasında kalan kayaların arkasına yöneldiler. Saklanıyorlardı. Gales, bulundukları bölgeden kalenin ön kısmını da görebiliyordu.
“Otomatonlar az sonra dışarıya çıkarlar. Devriye muhafızlarının tümü çıkana kadar buradayız. Bunun ardından, siz ikiniz sağ taraftaki merdiveni kullanacaksınız. Varacağınız yerde iki tane büyük ve güçlü otomaton var; onları indirin. Ben soldan ilerleyeceğim ve doğruca Sterghel’in karşısına çıkacağım. Onu oyalarım ve dışardaki muhafızları içeriye çağırmasını engellerim. Siz, bahsettiğim iki otomatonun bana ulaşmasına izin vermeyin.”
Meleğin de tahmin ettiği gibi, Sterghel alarm vermişti. Yüzlerce düşmanı olan bir bilge için her garip olay bir tehdit olabilirdi. Ve devriye otomatonları hızlıca dışarıya çıkmaya başladılar.
“Enteresan…” dedi Gales. “Tüm muhafızları kalenin önünde tutar sanıyordum ama büyükçe bir grubu da tünellere göndermiş. Bu işimize gelir. Eğer bir aksilik çıkarsa, mücadele etmemiz gereken yaratık sayısı azalmış oldu. Hazır mısınız?”
* * *
Gales büyük salona varmıştı. Fakat burada kimse yoktu. Salon mavi ışıklarla aydınlanıyordu; kaynaklar büyülü taşlardı. Duvarlara sabitlenmiş kitaplıklar vardı. Bazıları uzun, bazılarıysa bodurdu. Yerdeki uzun halının işlemeleri ilgi çekici ve gizemliydi; bir çeşit çalışma masasına doğru uzanmaktaydı. Salonun birçok noktasında saksılar da bulunuyordu. İçlerindeki bitkiler sanki uzaydan gelmişlerdi, oldukça gariptiler. Yerde parşömenler, tüy kalemler de vardı. Melek ışıklar saçan kitabını tekrar çağırdı. Havada asılı kitabın sayfalarını tekrar çevirdi ve aradığını buldu. Meleğin vücudundan çıkan bir ışık dalgası etrafa hızlıca yayıldı. Ve bu parlak dalga her şeyi aydınlatıyordu.
“Görünmez olmana şaşırmadım.” dedi Gales. “Korku içindesin sanırım?”
Sterghel artık görünmez değildi ve salonun en ucunda, halının bittiği yerde duruyor, meleğe bakıyordu.
“Korku içinde olan kim acaba; düşmüş melek Gales? Korkuların seni yönetiyor olmasaydı, yerin en dibindeki, adı bile unutulmuş bir kaleye neden gelmek isterdin ki?”
Sterghel oldukça yaşlı bir adamdı. Bir elinde kırık bir baston tutuyordu; fakat baston yere değmiyordu. Cüppesi de odayı aydınlatan ışık gibi maviydi; üzerine bir çeşit yıldız haritası işlenmişti.
“Bir anlaşma yapalım.” diyordu Gales. “Sen, bilgilerini sakladığın küreyi ve meleği bana ver; ben de canını bağışlayayım. Ne dersin?”
Sterghel kahkaha atmıştı. Gülmekten konuşamıyordu.
“Küreyi anladım da, hangi melekten bahsettiğini henüz idrak edemedim.”
“Bu kaleye hangi meleği soktuğunu çok iyi biliyorsun.”
Yaşlı adam hâlâ kahkaha atıyordu. Gales sinirlenmişti.
“Uzatma. Anlaşma var mı, yok mu?”
Filozof, uzlaşmayacağını kesin bir şekilde belirten bir büyüye başlamıştı. Otomatonlarını çağırıyordu. Gales bunu fark edince etrafa bir ışık dalgası daha yaydı. Dalganın sert darbesiyle kendinden geçen filozofun dikkati hayli dağılmıştı.
Gales’in sırtından iki tane altın renkli kol çıkıverdi. Sterghel bu kolların ne olduğunu çok iyi biliyordu. O yüzden aceleyle yerden kalktı ve meleğin üzerine doğru koşmaya başladı.
“Sır” ekolünün büyü güçlerini kullanarak saldıran filozofun vücudu parıldıyordu. Son sürat koşarken bir anda yıldızlardan meydana gelen bir varlığa dönüştü. Tek elini Gales’e doğru uzatmıştı. Ve meleğe yaklaşınca hızlıca içinden geçti. Filozof, Gales’in içinden geçerken ona doğrulttuğu elini kullanarak, meleğin bedeninden başka bir Gales daha çıkartmıştı. Bu kopya varlık da yıldızlardan meydana geliyordu ve Sterghel onu boğazından tutuyordu.
Filozof, Gales’in Sır ekolünün dünyasındaki yansımasını şeffaf bir küpün içinde resmen dövmeye başladı. Pataklanan formunu birkaç adım geriden izleyen esas Gales şaşkın ve çaresizdi. Çünkü zihni ikiye bölünmüştü. Dilerse iki bedenini de hareket ettirebilirdi; fakat aklı çok karışmıştı. Konsantre olamıyordu. Ayrıca Sır ekolüne ait hiçbir bilgisi de yoktu. O yüzden küpün içindeki kopya formu ile tam olarak neler yapabileceğini de bilmiyordu. Yediği dayağı uzaktan izleyen ve esas formundaki gücü de yavaş yavaş kaybettiğini anlayan melek, hatıralarına odaklanmaya çalıştı. Sır ekolü tam olarak neydi? Sır’a dair bildiği tek şey, eski efendisi Başmelek Kraas’ın da bir Sır büyücüsü olduğuydu. Onu hatırlamaya çalıştı. Her daim iki farklı formla iç içe yaşayan Kraas, gündüzleri bir bütün olarak kalabiliyor, geceleri ise büyülü bariyerleri kırılıyor ve kontrolsüz bir yaratığa dönüşüyordu. Eski başmeleğin büyüyle ilişkisi hastalıklı veya hatalı olabilirdi; ama çözüm değişmiyordu. Işık ekolünün bir hizmetkarı olan Gales harekete geçecekti.
Pataklandıkça yoruluyor, yoruldukça da odaklanması zorlaşıyordu. Ama dirençliydi. Esas bedenini birkaç adım daha geriye götürebilmeyi başardı. Kitabını kullanabilecek kadar güçlü değildi. O yüzden avuçlarını kullanacaktı. İki avcunu birden açtı ve içleri salonun tavanına bakıyordu. Avuçlarından çıkan sarı enerji dalgaları ile tavanı delmeye başladı. Bu dalgalar büyük bir sürat ve güçle ilerliyor, Arkald Kalesi’ni de aşıp yüzeye varmaya çabalıyorlardı. Birkaç saniye içinde her şeyi delip geçen dalgalar sayesinde, yüzeyi aydınlatan güneşin ışıkları, salonun içine de ulaşmayı başarmıştı. Gündüz etkisi artık salonun içindeydi.
Tek sorun, delikten içeriye giren ışıkların, Sterghel’in yarattığı küp hapisaneye ulaşmıyor oluşuydu. Gales’in tavanı tamamen parçalayacak kadar gücü de yoktu. Bu noktada ekolünün ayrıcalıklarını kullanacaktı. Salona ulaşan güneş ışınlarını bükmeye başladı. Işınlar delikten geçiyor ve yere değeceklerine küpe doğru kıvrılıyorlardı. Filozof bundan hiç hoşlanmadı. Gündüz, artık küpün içindeydi. Gales’in son hamlesi ise esas bedenini de küpün içine sokmak oldu. İki formu da gündüze doymuştu. Ve tek beden olmak üzereydiler.
Sterghel sinirli ve biraz da telaşlıydı.
“Bilgi küresini sana verecek değilim! Meleği al ve git!”
“Oysa ben ikinizi de istiyorum.”
Yine tek beden ve tek zihin olan Gales yarım bıraktığı şeye devam edecekti. Sırtından çıkan altın kollar iyice büyüdü ve filozofu yakaladılar. Sterghel bu ellerin içinde hareket edemiyordu. Melek onu bir o duvara, bir öteki duvara çakarak sersemletiyordu. Pes etmeye yakın olan filozof “Kürenin yeri gizli! AL VE GİT!” diye bağırdı.
Gales daha fazlasını ister gibiydi.
“Bana kürenin yerini söyle!”
“Küre Sır Dünyası’nda! İzin ver onu oradan alayım!”
“Kaçmaya çalışmayacağın ne malum?”
“Sır Dünyası’nın bir çıkışı yoktur! Bırak gireyim ve küreyi alayım!”
Gales filozofu yere çarptı ve altın kollarını üzerinden çekti. Yerde yatan Sterghel bayılmak üzereydi. Zar zor kalktı. Elleri dizlerinin üzerindeydi. Soluklanarak kendine gelmeye çalışıyordu.
“Dediğim gibi, Sır Dünyası’nın bir çıkışı yoktur. Kaçmak istesem bile bir yere gidemem. İzin ver, küreyi sana getireyim.”
“İzin verdim zaten bunak! HIZLI HAREKET ET!”
Sterghel dişlerini sıka sıka, zorlana zorlana Sır Dünyası’nın kapılarını açmaya çalışıyordu. Odanın ortasında ve havada kare biçiminde bir delik beliriverdi. Deliğin ardında yıldızlar vardı sanki.
“KÜRE BUNUN NERESİNDE?” diye bağırdı Gales.
“İçeri girip odalarını dolaşmam gerekiyor. Odalardan birine koymuştum.”
“O halde içeriye ben gireceğim.”
“OLMAZ! İçerde kaybolursun! Bu dünyayı hiç bilmiyorsun! Sonsuza dek hapsolursun! Bırak ben gireyim ve küreyi getireyim!”
Gales’in dikkatini çeken şey “Sonsuza dek hapsolursun.” cümlesiydi. Tedirgindi artık. Kitabını çağırdı. Zor bir büyü yapacaktı. Bunu fark eden Sterghel deliğin içine atlayıverdi. Ve Sır Dünyası’na açılan bu kapıyı içerden kapatmaya başladı. Kendini oraya hapsedecek ve melekten saklanacaktı. Eğer delik kapanırsa, Gales bu adamı oradan almayı hiçbir zaman başaramayacaktı.
Kitap havada fırıldak gibi dönüyor, sayfaları ışıldıyordu. Sır dünyasına açılan delik ise küçülüyordu. Melek muazzam bir güç kullanıp kitaptan tek bir sayfa koparmayı başardı. Ve bu parşömeni az önce tavanda açtığı yarığı kullanarak yüzeye, açık havaya gönderdi. Parşömen yüzeye vardıktan sonra güneşe doğru ilerlemeye başlamış, güneşin tüm ışınlarını üstünde toplamıştı. Sır Dünyası’nın kapısının mühürlenmesi ise an meselesiydi.
Sterghel kazandığını düşünüyordu.
“Kainatın bilgisini öğrenmiş bir bilgeyle, vasıfsız ve kaçak bir melek baş edemez! ANLIYOR MUSUN DÜŞMÜŞ GALES! BENİMLE BAŞ EDEMEZSİN!”
Gales ise kendinden çok emindi.
“Unutma, seninle tek başıma baş etmiyorum. Sana sonsuz teşekkürler, Başmelek Kraas…”
Güneşin tüm enerjisini bünyesine alan parşömen bir anda infilak etti ve anormal bir ışın topluluğu kalenin üzerinde kalan toprağı tümüyle delerek ilerlemeye başladı. Ardından salonun tavanını da olduğu gibi parçaladı. Gales, mekanın içine dolan bu muazzam yoğunluktaki güneş ışını topluluğunu kıvırarak Sır dünyasının içine yöneltti. Artık sırlar da gündüze doyuyordu. Yoğun ışınla tekrar kendinden geçen filozofun ağzından tek kelime bile çıkamıyordu. Işıldamalar yüzünden kör olmuştu. Ve Sır Dünyası olduğu gibi açılıyor, içindekiler dışarı çıkıyordu. Gales, eski Başmelek Kraas’ın varlığına yoğunlaşarak bir karşı büyü geliştirmiş ve başarılı olmuştu.
Melek, Sır Dünyası’nın içinden çıkanları görünce sevindi.
“Ve bir taşla iki kuş vurmuş oldum. Hoş geldin, kardeşim…”
Gales sadece küreyi değil, filozoftan istediği diğer şeyi, yani meleği de bulmuştu. Salonun içinde öylece duruyordu.
Yabancı melek korku içindeydi.
“Beni buradan almaya geldin değil mi? Beni koruyacaksın değil mi?”
Gales gülüyordu.
“Bu cümleleri duyacağıma adım gibi emindim. Korunmaya ihtiyacın olmadığını çok iyi biliyorsun kardeşim. Hatta sana, ‘yeni efendim’ mi demeliyim?”
“Yeni efendim?”
“Her şeyi biliyorum. Konuştuğum kişi sen değilsin. Bunu senin bildiğini de biliyorum. O yüzden yapılacak tek bir şey var.”
Gales sırtındaki altın elleri kullanarak korkuyla dolu meleği yakaladı ve boğmaya başladı. Boğulduğu için konuşmakta zorlanan meleğin son sözlerini duymak için kulak vermek şarttı sanki.
“R-ruh Kkkk… Kazanı… Çokk khh… Geç… K-kaldınızz… Onu… Y-yookkk ETTİM!”
“Kazanı kırmış olman beni ilgilendirmiyor. Sen bir piyonsun ve görevini tamamladın.”
Bir süre sonra debelenmeyi kesti. Meleğin cesedi kül olup havaya karışıyordu. Sonra fark edilemeyecek kadar ufak parçalara bölündü.
Gales yerde yatan ve “GÖREMİYORUM!” diye bağıran Sterghel’e döndü.
“Tüm bunların farkındaydın ve kendini ne kadar iğrenç bir ateş çemberinin içine soktuğunu henüz bilmiyorsun. Diğer İnsan bireylerin yaptığı gibi, senin de tüm bu olanlardan uzak durmanı beklerdim. Lakin etkileri altına girmeyi başardın. Kainatın bilgisini öğrenmiş olman bile yetmemiş. Nitekim hâlâ zayıfsın. Yazık…”
“Ben… Ben… GÖREMİYORUM!”
Melek bu sefer de yerde çaresizce yatan filozofu kavradı ve boğmaya başladı. Sterghel nefessiz kalmaya daha fazla dayanamadı. Melek yaşlı adamın cansız bedenini yere bıraktı. Sonra da zemindeki küreyi aldı. Parlak şeyi incelemeye başladı.
Bir sarsıntı oldu. Gales ardına, salonun girişine doğru baktı. Girişe yakın duvarlardan biri aniden parçalandı ve salonun zeminine iki adet beden düşüverdi. Bunlar Ateş ve Işık’tı. Hemen ardından, onları fırlatan otomaton da salona girdi. Kocamandı. Bu dev gibi yaratığın ayakları vardı; uçmuyordu.
Işık ve Ateş, salonlardan birinde Gales’in daha önce bahsettiği o iki büyük otomatona rastlamış, onlarla savaşıp tekini indirmiş, ama ikincisinde hayli zorlanmışlardı. Gales iki sembolü de yerden kaldırdı. Daha sonra kanatlarını çıkarttı. Bir eliyle Işık’ı, diğer eliyle de Ateş’i kavradı ve yüzeye doğru uçmaya başladı. Onları kaleden çıkartıyordu.
* * *
Üçlü yine aynı yerdeydi: Tekan’ın kampı. Ateş düşünceliydi. Onlar, yani Semboller, Tanrı’nın özenle yarattığı gardiyanlardı. Güçlüydüler. Fakat iki tane otomatonla bile zor baş ediyorlardı. Canı sıkılmıştı. Işık, dostundaki iç sıkıntıyı fark etti. Ona sarıldı.
“Neyin var? Neden düşüncelisin” diyordu Işık çok kısık bir sesle.
“Bizler kainatın gardiyanlarıyız. İki tane aptal yaratığı bile durduramadık.”
“Merak etme. Bizler tecrübesi olmayan gardiyanlarız. Zamanla alışırız. Yeni doğduk denebilir; ve alışmaya, ayak uydurmaya çalışıyoruz.”
Gales kampın biraz ilerisindeydi. Sırtı sembollere dönüktü. Yanına aldığı küreyi inceliyordu. Kürenin içinde yıldızlar vardı. Hareket halindeydiler. Onların bu büyülü salınımlarına kapılmıştı.
Ateş meleğe seslendi.
“İstediğin şeyi aldın sanırım?”
Gales arkasına baktı. Ve kampa doğru yürümeye başladı.
“Evet… Sizlere ne kadar teşekkür etsem azdır. O iki otomatonu oyalamasaydınız, bu küreyi almayı başaramazdım. İşte bu gördüğünüz kürenin içerisinde, bana lazım olan her türlü kanıt var. Son şahitliği yapmak için sabırsızlanıyorum.”
“Sana yardım edebildiğimize sevindim.” dedi Işık. “Peki sen bize nasıl yardım edebilirsin?”
“Kazan konusunda size bildiklerimi söyledim ama, sanırım sizin daha fazlasına ihtiyacınız var?”
“Galiba…”
“Ruh Kazanı kırıldı. Ve bu travmayı durdurmak için kazanın onarılması gerekiyor.”
Ateş merakla sordu.
“Nasıl onarılır?”
“Bu tam olarak bildiğim bir konu değil ama, ‘Zonos’ isimli bir gezegen var. Bir ruh gezegen… Ruh Kazanı ile en güçlü bağı kurabilen ruh odur. Bildiğim kadarıyla Zonos da travma sürecinde bazı zararlar gördü. Fakat çözümü onda bulabileceğinizi düşünüyorum.”
“Bu bir tahmin mi?”
“Evet, maalesef…”
“Nerde bu Zonos? Ona nasıl ulaşırız?”
“Zonos uzayda yer alan bir gezegendir; fakat aynı zamanda bir ruhtur. Yerini ezbere bilmiyorum. Aslında Zonos’la ilgili pek fazla bilgim olduğu da söylenemez. Korkarım bu konuda size daha fazla yardımcı olamam. Üzgünüm.”
Işık iyi tarafından bakıyordu.
“Karşılaştığımızdan beri bize bir sürü şey aktardın. Verdiğin bu bilgiler de yetebilir. Teşekkür ederiz.”
“Şimdi ne tarafa?” dedi Ateş.
Çalılıklar hışırdadı. Üçlü bu sesi duymuş ve işkillenmişti. Sanki birileri çalıların içinde yürüyordu. Adımları düzensizdi; birkaç adım atıyor ve sonra duruyordu. Gales uzun otların arasına daldı; Ateş de onu takip etti. Arkada kalan Işık, ensesinde sert bir şey hissetmeye başlamıştı.
“AAH!” diye bağırdı.
Otların arasındaki ikili hızlıca arkalarını döndüler ve Işık’ın havada asılı olduğunu gördüler. Lakin onu havaya kaldıran şey ortalarda yoktu. Tek gariplik, Işık’ın iyice belirginleşen ve artık dışarıdan da görülebilen omurgasıydı.
Gales sakin ve kendinden emindi.
“Mowa, bırak onu! Merak etme, zararsızlar…”
Kemik ekolünü kullanarak Işık’ı taciz eden kişi Rawaka ajanı Mowa’ydı. Gales’in sözü üzerine Işık’ı bırakınca, semboller bu Mowa denen adamla meleğin tanışık olduğunu anlamışlardı.
Mowa da her Rawaka gibi iki ağızlı bir varlıktı. Dört kolu, çok sayıda gözü vardı. Üzerindeki zırh kemikten yapılmış gibiydi. Sakin ama tehlikeli birine benziyordu Mowa. Gözünü sembollerden ayırmıyordu.
Ateş hararetle söze girdi.
“SEN KİMSİN!”
Mowa bu soruya cevap vermedi. Sembollere sert bakışlar atıyor; onlara güvenmediğini belirtiyordu. Mowa yerine Gales konuşma gereği duydu.
“Bu Rawaka ırkının ajanlarından Mowa… Buraya beni almaya geldi. Daha güvenli bir yere gideceğiz. Değil mi Mowa?”
Ajan sadede gelecekti.
“Ben buraya iki meleği almaya geldim. Öbürü nerde?”
Gales sessizdi.
“İki melek mi?” dedi Ateş. “Ne iki meleği?”
Semboller cevap arayan gözlerle Gales’e döndüler. Gales konuşmuyordu. Mowa’nın ise harcayacak zamanı yoktu ve öfkelenmişti.
“Diğer melek nerde!”
“Hangi melekten bahsediyor bu Gales?” dedi Ateş.
Mowa’nın sabrı hepten tükenmişti.
“LAUDHON NERDE!”
Göklerde mor renkli, spiral biçiminde enerji dalgaları uçuyordu. Çıkarttıkları sesler yüzünden tüm dikkatleri üstlerine çekmeyi başardılar. Bu spiraller hava birkaç tur attıktan sonra Gales’e yöneldiler. Hemen ardından da spirallerin sahibi kendini göstermişti. Bir Tesar…
Mowa kızgın bir tonla söze girdi.
“Bu hainliktir! Gales, buraya benden başka bir müttefikin gönderilmesi yasaktı! Bu Tesar’ın ne işi var! Hain Nuun!”
Bu Tesar da bir suikastçiydi belli ki. Gözü Gales’ten başkasını görmüyor, ve ona saldırıyordu. Halbuki General Gaweid, Nuun’a ‘Melekten uzak dur.’ diye tembihlemişti. Lakin Nuun bunu dikkate almamış, suikastçisi Miskon’u ava göndermişti. Sembollerin kafası çok karışıktı. Artık kimin dost, kimin düşman olduğu belli değildi.
Miskon Gales’e, Gales’i korumak zorunda olan Mowa ise Miskon’a saldırmaya başladı. Mizan suikastçisi ikiye tekti; fakat oldukça iyi savaşıyordu. Bembeyaz ışınlar, mor spiraller ve kemik sesleri eşliğinde, muazzam bir muharebe yapılıyordu. Semboller ne yapacaklarını, kimin tarafında duracaklarını bilmiyorlardı. Kenara çekilip çarpışmayı şaşkınlıkla seyrettiler.
Miskon’la Gales bir uçurumun kenarına kadar sürüklenmişlerdi. Arkalarından gelen Mowa’nın büyülü kemiklerinden biri Miskon’un kafasına isabet etmiş ve darbenin etkisiyle onu uçurumdan düşürmeyi başarmıştı. Yamaçtan düşen Tesar ajanı zihin enerjisini kullanarak mor teller yarattı ve bu teller hem Gales’in, hem de Mowa’nın üzerine yapışıverdi. Onları da aşağıya çekmek istiyordu. Üçü de uçurumdan düştüler. Semboller aceleyle yamacın kenarına gelip aşağıya baktılar. Zeminde Mowa ile Miskon’un bedeni yatıyordu. Mowa hareket etmek ister gibiydi ama can çekişiyordu. Ölmesi muhtemeldi. Miskon ise ölmüştü. Peki ya Gales?
“Melek nerde” diye sordu Ateş.
Işık şaşkınlıktan cümle bile kuramadı. Ateş devam ediyordu.
“Kaçtı mı yani? Ya da yok oldu?”
“İnan bilmiyorum.”
Ayak sesleri duyuluyordu. Birileri çok süratli bir şekilde sembollere doğru koşuyordu. Ateş arkasına baktı. Koşarak yaklaşan yabancıyı görünce, bu karmaşayı çözmekten vazgeçme kararı aldı.
Teni kömür gibi simsiyahtı bu koşan adamın. Üstündeki zırhın tamamı altındı. Gözleri de altın gibi parlıyordu; ve burnunun olması gereken yerde bir düzlük vardı. Sarkhum… Adı buydu onun. Seram ırkının imparatoru Şah Ravaan’ın en kıdemli ajanıydı. Belli ki o da bu olayın içindeydi ve bir şeyler kaçırmış olduğu halinden belliydi. Sarkhum önce yamaçtan aşağıya baktı; sonra da sembollere döndü.
“Melek nerde? Gitti mi? Kaçtı mı? MELEK NERDE!”
Ateş, artık hangi meleğin kastedildiğini anlamakta zorlanıyordu.
“Hangi melek?”
Bölüm 9: Veba
Dağınık makamın içinde loş ışıklardı hakim; duvara yerleştirilmiş meşalelerden yayılıyorlardı. Bir heykel vardı mesela; elinde kitabı, baston gibi kullandığı kılıcı… Salonun sonundaki tahtın üzerindeki demir parmaklıklı açık pencereden pis kokular geliyordu; fakat bu alışılmadık değildi. Tahtın kenarlarından ilerleyen duvarlara dayalı uzun kitaplıklar vardı; içleri antlaşmalarla, katliam planlarıyla dolu… Zemindeki halı bakımsızdı; yer yer yırtılmıştı. Bir tür kraliyet amblemi işlenmişti üzerine. Kral hayli yoğun ve düşünceliydi o gün; hesap vereceği gündü bugün.
Misafiri henüz gelmemişti; o da kollarını çalışma masasının üzerine koymuş bekliyordu. Geçmişi düşünmeden edemiyordu aslında. Irkını, tarihini, kara talihlerini, hepsini bir bir gözden geçiriyordu. İnsanlığın amacı neydi? Eğer bir amaçları varsa, ona verilen rol neydi? Kel kafasına koydu bir elini, başı çok ağrıyordu. Bıyığıyla birleşen uzun kara sakalı hafif bir esintiyle sallanmıştı o an. Gözleri faltaşı gibi açıldı.
İçeriye bir varlık girdi. İki ağızlı, çok gözlü, dört kollu… Üzerindeki dar cüppe kurşun, işlemeleri portakal rengiydi. Elindeki kemikten yapılma asa pek korkunç, pek sevimsizdi. Rawaka generallerinden Nuwon, karşısında aciz duran Kral Andar’ın yüzüne bakmıyordu bile.
“Pis kokular…” diyordu Nuwon. Etrafa göz gezdirmekteydi. “Salgın devam ediyor mu?”
Kral Andar telaşlı bir sesle konuşuyordu.
“Bu vebanın bir çözümü yok mu? Bize yardım edemez misiniz?”
“Yalnızca bedenleriniz değil, ruhlarınız da kirli… Size kimse yardım edemez Andar.”
Andar gözlerini indirmişti.
“Sendeki kirli diplomasi, cahil olan her şeye boyun eğdiriyor. Ama sen de bir İnsansın; ve sen de boyun eğersin. Öyle değil mi Andar?”
“Haklısınız efendim; eğerim.”
“O HALDE NEDEN VAKİT KAYBEDİYORSUN!” derken çalışma masasına güçlü bir yumruk indirmişti Nuwon. Andar bu darbenin etkisiyle zıpladı.
“Dağınık, düzensiz, çaresiz, umutsuz, umursamaz, hayalsiz, hedefsiz, ve de karanlık… İnsanoğlu bir karanlık çağ yaşıyor ve bunun çıkış yolunu bulmanız hayli zor… Ne yazık ki çıkış yolunu aramaya teşebbüs de etmiyorsunuz. Bir türlü birleşemiyor, içinizde bir denge oturtamıyor, bağımsız ve amaçsızca bölünüyorsunuz. Siyasi çatışmaların sizleri getirdiği yol ayrımının farkında mısınız? Evinizi, dünyanızı terk edip neden Lega’ya, yani buraya geldiniz?”
Andar cevap verememişti.
“Acıyorum. Sizlere çok ama çok acıyorum Andar. Atalarınız böyle olmasını mı dilerdi? Onlar geleceğinizi böyle mi öngördü?”
“Bizleri düşündüğünüz için size minnettarım efendim.”
“Pheh… Benim sizleri incelediğim kadar sizler kendinizi inceleseydiniz bu karanlığı yaşamazdınız. Unutma ki gücünü cehaletten, sefaletten, baskıdan, şiddetten alıyorsun. Bana kalırsa artık sen de kendini düşünmelisin.”
Andar masanın üzerindeki parşömeni Nuwon’un önüne doğru itmişti. Nuwon tüm gözleriyle kağıt parçasına baktı ve şaşırdı.
“Bu ne? Yoksa beni vergiye mi bağlıyorsun?”
“Klanlara gönderdiğimiz manifesto, efendim… Sizin ilhamınızla donatıldı; usta katipler tarafından kaleme alındı. Okumak istersiniz diye düşündüm.”
Nuwon pek kibirliydi; parşömeni ağır bir hareketle aldı ve bildiriyi okumaya başladı. Uzunca bir süre göz gezdirdi.
“Güzel… Peki pisliklerin sana hâlâ direniyorlar mı?”
Andar utana sıkıla cevap verdi.
“Umarım lordumuz bana fazla kızmamıştır. Çok ama çok az kaldı. Sadece birkaç leş zihniyetliyle uğraşmam gerekiyor. Ondan sonra her şey istediğiniz gibi olacak.”
“Peki Andar, gözlerimin içine bak ve söyle; bu leş zihniyetliler benim umurumda mı sence?”
“Biliyorum efendim; umurunuzda değiller. Ama inanın, kuyruğuna geldik. Bize katılmaları an meselesi…”
Nuwon elindeki kemik asayı kaldırdı ve taht odasının zeminine hızlı bir şekilde indiriverdi.
“BANA BU HİKAYELERİ KAÇ KERE ANLATTIĞINDAN HABERİN VAR MI BE ÇÖPTEN REİS! Ne ben, ne de lordum, biz oyun moyun oynamak istemiyoruz Andar anlıyor musun! Lega’nın tek kralısın ve birkaç kılıksız klan soytarısıyla uzlaşmayı bir türlü beceremedin!”
Andar’ın elleri önünde duruyordu ve korkudan titremeye başlamıştı. Nuwon’un gazabını daha önce tattığı için, tek bir mazeretin bile onu tahtından, ve de bedeninden edeceğini çok iyi biliyordu.
Nuwon biraz sakinleşmişti.
“Tepkiler nedir? Bu manifestonun nüfuzunu bilmek istiyorum.”
“Hazırladığımız bildiriye verdikleri tepkiyi gerçekten duymak istiyor musunuz efendim?”
“Bu kadar yolu yalan dinlemek için gelmedim.”
“Söylemesem daha iyi olur efendim.”
Nuwon Reis Andar’ı yakasından tutup kendine çekti. Ve sivri dişlerini çıkartmıştı; çok kızgındı.
“NE DİYORLAR!”
“Lord Zeneras’ın onları kullanmak istediğini düşünen klanlar var.”
“HAİNLER! KÖKSÜZLER! HANGİ KLANLAR ONLAR!”
“Glaar isimli bir herifin klanı bana bir mektup göndermişti.” dedi Andar ve mektubu bulmak için tahtın kenarındaki kitaplığa yöneldi. Aramaya başladı.
“Ne yazmış bu Glaar denen adam? OKU ÇABUK!”
“Hemen okuyorum efendim:
Lord Zeneras’ın çabası ve hayali akıl alan bir düzeydedir. Lakin bizden beklentisi onur kırıcı, ve küstahçadır. Hepimiz ırktaşlık seviyesindeyiz. Ve böylesine karanlık bir dönemde, eğer birbirimizden faydalanacaksak, bu paylaşım askeri veya siyasi menfaat üzerine değil, anlayış ve fedakarlık üzerine olmalıdır. Lord Zeneras’ın hayali makuldur; daveti ise paha biçilemezdir. Ancak bizi, resmen ‘paralı asker’ gibi kullanmasına müsaade etmeyeceğimizi iyi bilmelidir. Israrcılık anlaşılır. Lakin katliam, bizleri hayli aşağılamakta, üzmekte, ve sinirlendirmektedir. Altını çizerek tekrarlamak isterim ki, böyle bir dönemde, bir İnsanoğlu’nun başka bir İnsanoğlu’na kıyması; haince, alçakça, ve sapıkçadır. Muhalif klanlar olarak tek ricamız, Lord Zeneras’ın Lega gezegeninden çekilmesi ve bizleri macerasına dahil etmekten vazgeçmesidir. Ricamıza razı olunmazsa, direnmeye devam edeceğimizi belirtmek isteriz.
General Nuwon gözlerini kapadı. Dişlerini sıkıyordu. Sinirden infilak edecek gibiydi. Titreyen elleriyle mektubu almak istedi. Andar çekinerek de olsa mektubu ona verdi. General bu yazıyı saklayacaktı.
“Günü geldiğinde, Glaar denen adamın ağzını bu mektupla tıkayıp onu boğacağım. Bana direndikçe kağıdı daha çok bastıracağım. Nefessizlikten elleri şuursuzca hareket ettiğinde ise, o namussuz ellerini de ağzına dolduracağım. Kendi bedeniyle kendini boğacak. Pislikler… Kalleş çöplükler…”
“Yeni bir planınız var mı efendim?”
“DAHA FAZLA MANİFESTO YOK! Bu bir küfürdür Andar anlıyor musun? Hiç kimse Lord Zeneras’a bu sözleri söyleyecek kudrete sahip değildir. Zaman doldu. Madem bize katılmıyorlar; o halde boğularak can verirler. ORDULARINI TOPLA! Üç şafak sonra tüm klan sancaklarını yakmış olacağız.”
“Emredersiniz general…”
“Sefilleri üstlerine salın! Duygusal olarak çökmelerini istiyorum!”
* * *
Şaman Nakumex’in yarattığı portallardan ötekisi Lega gezegenine açılıyordu. Buz ve İllüzyon, İnsanoğlu’nun karanlık çağını adeta resmeden bu lanetli topraklara adım attıklarında aynı anda somurtmuşlardı. İllüzyon eğilip eline bir karış toprak alınca siyah buğular havaya karışmış, pis kokular yayılmıştı. Sonra göklere baktı kadın sembol; pislik ve karartılı sis yüzünden güneşi görmek imkansızdı. Uçuşan sinekleri eliyle kovuyor, bir yandan da göz ucuyla ilerdeki yaşlı ağaçların üzerine tünemiş fısıldaşan yeşil gözlü kuzgunlara bakıyordu. Yavaşça doğruldu İllüzyon; tehdit hissediyordu. Buradan hiç hoşlanmamıştı.
Buz ise havanın kuruluğundan pek şikayetçiydi; bunalıyordu ve yine asabiydi.
“Bu şaman bizimle oyun mu oynuyor! Geldiğimiz yere bak! Folk denen adam bu bok topraklarda nasıl yaşıyor ki?”
İllüzyon her zamanki gibi tetikteydi. Kısık sesle konuşuyordu.
“Ağaçlardaki kuzgunları hiç sevmedim. Bize bakıp fısıldaşıyorlar. Eminim ki buranın dedikoducuları bunlardır. Bence Folk’tan bir daha bahsetme.”
Şaman onlara “Lega’ya vardıktan sonra güneye doğru yürüyün.” demişti. Semboller de güneye doğru ilerlemeye başladılar. Çürümek üzere olan ağaçların arasından geçerken kuzgunların seslerini işitiyorlardı. Sanki onlara küfürler ediyorlardı. Semboller burada istenilmedikleri hissine kapılsalar da, geri dönmek gibi bir seçenekleri yoktu. Ne bir patika , ne bir su kaynağı; ne de bir köy vardı çevrede. Yaşamın izleri adeta silinmişti. Belki de yaşam buraya hiç uğramamıştı. Kuru otların arasından yürüyor ve ufuktaki harabeyi görüyorlardı. Kırık sütunların çevrelediği bir zemin dikkatlerini çekti. Ardından harabenin arkasında ufak bir yamaç olabileceğini anladılar çünkü ani bir eğim vardı orda. Harabeye yaklaştıklarında yapıları incelemeye başladılar. Sütunlar yosun tutmuş, çatlamış; bunlardan bazıları kırılmıştı. Bu eski bir sunaktı aslında. Eğer sunak varsa, İnsanoğlu da yakınlarda olmalıydı. Lakin bu antik yapı o kadar eski, o kadar bakımsızdı ki, uzunca bir süredir kullanılmadığı her halinden belliydi.
* * *
Dört bir yanı çığlıklar sarmıştı. Köydeki her ev tek tek yıkılmakta, klanın her bireyi de sırayla katledilmekteydi. Travma her yerdeydi. Lega’nın tüm huzursuz ruhları ayaklanmış ve çevreye zarar vermeye başlamışlardı. Kurban klanlardan biri de Glaar’ın klanıydı. Reis Glaar endişeliydi. Gezegenin en istikrarlı insan topluluğu bu şekilde tarihe karışmamalıydı.
Klan reisi Glaar, köy meydanında cesurca çarpışan kızına döndü.
“LAİEN! ANNENİ DE AL VE BURAYI DERHAL TERK EDİN!”
Cesur Laien, elindeki karanlık ve büyülü enerji topunu ruhun göğsüne geçirdikten sonra telaşlı babasına dönmüştü.
“OLMAZ! BU KÖY DÜŞEMEZ BABA!”
“SÖZÜMÜ DİNLE LAİEN! ANNEN YARALI! ONU BURADAN GÖTÜR HEMEN!”
Ruhların sayıca ve büyüce üstünlüğü vardı. Köyün tek büyücüsü Laien, “Karanlık” ekolünü kullanıyor ve bu açığı kapatıyor olsa da, tek başına çok da etkili değildi. Olamazdı. İkilemde kalmıştı. Bir yanda çok sevdiği köyü, diğer yanda annesi… Ama kan, sudan daha ağırdı. Aile önce gelirdi. Köyün en gerisindeki büyük ahşap eve, yani kendi evine doğru koşmaya başladı. Önüne birçok ruh çıkıyor, her birini siyah zincirler yaratarak savuşturuyordu.
Eve varmıştı Laien. Kapıyı sert bir ayak darbesi ile açtı; fakat kendi darbesinin birkaç misli kadarını da bedeninde hissetmiş oldu. Aldığı sert darbenin etkisiyle evin önündeki ufak bahçeye uçan cesur kadın, birkaç saniye sonra ona bakan dev ruhu görebilecek hale gelmişti. Ruh yemyeşildi; ve bir yolunu bulup evin içine girmişti. Laien yerden kalktı. Tek eliyle havayı kavrar gibi bir hareket yaptı. Ruhu karanlıkla doldurmaya çalışıyordu. Fakat ruhun içi çoktan kararmıştı. Bunun işe yaramadığını anlayınca siyah zincirlerini yarattı ve bu büyülü silahlarla ruha uzaktan vurmaya başladı. Ruh öylece duruyordu. Karanlık sanatlardan etkilenmediği belliydi. Bir el hareketi ile Laien’e dokunmadan onu yanına çekti. Yaratığın göğsünden üçüncü bir el daha çıktı ve bununla kadını kavradı. Sağdaki ve soldaki ellerini havaya kaldırdı ve saldırısına başlıyordu. Laien üçüncü elden bir türlü kurtulamıyor, kıvranıyordu. Hatta ruhu ısırmaya bile çalışmıştı. Yeşil sisler meydana gelmeye başladı. Sisler genç kadının etrafında geziniyor, onu ara ara taciz ediyorlardı. Ruh aniden gözlerini kapadı. Garip sesler çıkartıyordu. Tüm sis yavaşça kadının üstüne çökmekteydi. Yeşil yaratık gözlerini açtı. Son bir kelime daha haykırdı ve kadının üstüne çöken sisi kullanarak içine girmeyi başardı. Bedeni yeşil ruhla dolan Laien öylece duruyordu. Titremeye başladı. Gözlerinden yeşil dumanlar yükseliyordu. Verdiği nefes bile veba yeşiliydi. Aniden yere yığıldı. Hâlâ titriyordu. Birkaç saniye kıvrandıktan sonra sakinleşti. Sağına ve soluna baktı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi yerinden kalkıp üstünü silkeledi; ve belindeki bıçağı çıkarıp eve girdi.
Ahşap merdivenleri yavaşça çıkmış ve yatak odasının aralık duran kapısını tamamen açmıştı. Glaar’ın karısı, Laien’in de annesi olan Kaer, yatak odasındaki yatağın üzerinde yatıyor ve bir elini açık yarasının üzerinde tutuyordu. Genç ve güzel Laien elindeki bıçağı gizlemek için onu bileğinin arkasında dik duracak bir biçime getirdi. Acıdan kıvranan annesine anlamsız bakışlar atıyordu.
“KIZIM! ÇOK ACIYOR! ÇOK ACIYOR!” diye inliyordu Kaer. “Baban! Baban nerde? O iyi mi?”
Laien yemyeşil olmuştu. Gözleri zümrüt gibi ışıldıyor, içindeki yeşil sisler açığa çıkmaya başlıyordu. Bileğinin ardında gizlediği bıçağı annesine doğrulttu. Yatağa doğru eğildi ve kadının kızıl saçlarını sertçe yakaladı. Kafasını kendine doğru çekince Kaer çığlık atmıştı.
“Kadını, derhal, bırak…” dedi birisi. Yalnızca sesi duyuluyordu; kendisi ortalarda yoktu.
Laien şaşkındı. Etrafına baktı; sesin sahibini arıyordu. Ancak kimse yoktu.
“BIRAK HEMEN ONU!”
Genç Laien annesinin saçlarını bırakıp gardını almıştı. Çünkü sesin sahibi tehditkardı. Elindeki bıçağı karanlık büyüyle güçlendirdi ve ufacık bıçak aniden kocaman bir orak oluverdi. Tedirgin gözleri odanın içini kolaçan ediyordu. Ardında bir duman belirdi ama Laien bu dumanı henüz fark etmemişti.
Onu takip eden duman, Laien odanın içinde ilerledikçe belirgin bir hale geliyor, ve bu şeyin bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Daha sonra çelik sesleri duyuldu. Kınından çıkarılmış bir kılıcın sesi gibi… Ve genç büyücü, gırtlağının birkaç yerine batırılan hançerleri hissetti. Aniden durdu. Gözünü aşağıya kaydırdı ve gıdısına değen dört tane hançer ucu gördü.
Acıyla kıvranan anne haykırmıştı.
“KIZIMI ÖLDÜRME! LÜTFEN! ONU ÖLDÜRME!”
Görünmez bir şekilde odaya sızan, ve sonra duman olup Laien’e meydan okuyan kadın görünümlü varlık İllüzyon’dan başkası değildi. Genç kızın annesi Kaer, İllüzyon’a yalvaran gözlerle bakıyordu.
“Bırakayım da seni öldürsün mü be kadın!” diye bağırdı kadın sembol. Bu boş anı fırsat bilen Laien gırtlağındaki dört hançeri de orağının sert ve yayvan çeliğiyle tek hamlede kırıverdi. Çelikle çeliği kesmişti adeta.
İllüzyon bunu bir başlangıç hamlesi olarak aldı ve yatakta savunmasız yatan Kaer’in üzerinde saydam bir bariyer yarattı. Onu çarpışmadan uzak tutacaktı.
Laien’in üzerindeki yeşil sis kadın sembolün üzerine doğru yönelmeye başlamıştı. Bu sefer de İllüzyon’u etkisi altına almaya çalışıyordu. Ama kadın sembol kendinden düzinelerce kopyaladı ve sis kime gideceğini şaşırmıştı mesela. Odanın içinde çok sayıda İllüzyon vardı; Laien düşünceliydi. Zümrüt gözleri iyice parıldadıktan sonra gözlerinin içinden yemyeşil bir ışın çıkıverdi. Bu ışını odanın içinde tamamen gezdirebilmek için kafasını sağdan sola doğru yavaşça hareket ettiriyordu. Zümrüt ışın tüm kopyalara değiyor, değdiğini yok ediyordu. Fakat odada yalnızca annesinin kaldığını gördüğünde, aslında rakibinin kopyalarını yok ettiğini, aslının da ortadan kaybolduğunu anlamıştı.
Kaer bariyerin içindeydi. Bağırıyordu ama çığlıkları duyulmuyordu. İllüzyon ortalarda olmadığına göre yarım kalan işine devam edebilirdi. Bariyere doğru yanaşıp dokundu. Eli içinden geçemiyordu belki, ancak dokunduğu büyülü zırhın dışını yeşil sislerle kaplayabilirdi.
“AAAH!” diye bir çığlık attı Laien.
İllüzyon tekrar ortaya çıkmıştı. Laien’i sırtından hızlıca hançerliyordu. Genç kadının sırtı delik deşik olmuştu. Canı o kadar çok yanıyordu ki, arkasına dönecek gücü bile yoktu. Bu sefer öteki elini de bariyere koydu. Yeşil sisler büyük bir aceleyle bariyeri kaplamaya uğraşıyorlardı. İllüzyon iki kolunu da çoğalttı. Üçü solda, üçü sağda olmak üzere toplam altı kolu vardı. Ve bunların tümünü Laien’in kafasına koydu. Zihnine girip sorguyu başlatacaktı.
İllüzyon asabiydi.
“GENÇ KIZIN İÇİNDEN HEMEN ÇIK!”
Fakat bir terslik vardı. Laien’in içindeki şey her ne ise, konuşmak yerine İllüzyon’a yanaşmayı tercih ediyordu. Bu duygusal bir etkileşimdi. Kadın sembol bundan hiç hoşlanmadı. “Bu şey yoksa benim içime mi girecek?” düşünceleriyle telaşa kapılıp bağlantıyı derhal sonlandırdı.
“Bu işi uzun yoldan halledeceğiz o halde.” dedi İllüzyon.
Laien bariyeri yeşil sisle kaplamaktan vazgeçmişti. Çünkü istediği şeyi başaramayacağını, annesini zehirleyemeyeceğini anladı. Sırtından kanlar fışkırıyordu; hançerler onu fena hırpalamıştı. Yüzünü kadın sembole döndü. Yüz ifadesi çok anlamsızdı. Genç kadın odanın tavanını orağıyla yarıverdi. Ve oradan kaçmak için uçmaya başladı. Tam kaçacakken İllüzyon’un uzayabilen kolları onu yatak odasının içine geri çekti. Bu hareketten hoşlanmayan Laien karanlık bir enerji dalgasıyla İllüzyon’u geriye doğru sertçe ittirdi. Kadın sembol bu karanlık dalga ile hayli geriye uçmuş, odanın dışında kalan merdivenlerin dayandığı ahşap duvara çakılmıştı. Genç kadın bu sefer kaçabilirdi; ve uçmaya devam etti. Çatıya çıkmıştı. İllüzyon bu kaçışı önlemek niyetindeydi. Az önce açılan yarıktan geçebilmek için önce duvara zıpladı, duvardan aldığı güçle kendini yukarı ittirip yarığın içinden geçti. Samanlarla kaplı çatının en ucunda diz çökmüş bir şekilde duran Laien’i görüyordu.
Yeşil ruhun etkisindeki genç kadın köy meydanına doğru bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. Meydanın zemininde hareketlenmeler oluyordu o an. Bir şey çıkıyordu yerin altından. Bir heykel… Toprağı delerek ilerliyor ve etrafa yemyeşil dumanlar yayıyordu. Bu bir Veba Heykeli’ydi. Genç Laien köydeki her bireyin ruhunu zehirlemeye çabalıyordu aslında. Fakat unuttuğu bir şey vardı. Asabi sembol Buz, köy meydanında çarpışmaktaydı. Ve gözü hiçbir şeyi tutmadığı gibi, bu heykeli de sevmemişti.
“Son çaren bu mu?” dedi İllüzyon.
Laien yine anlamsız bir bakış attı. Hiç konuşmuyordu. Heykel yüzeye tümüyle çıktığında İllüzyon’a döndü ve anlamsız bakışları korkunç bir gülümsemeye dönüşmüştü.
“DİKKAAAAT!” diye bağırıyordu Buz.
İllüzyon telaşla köy meydanına doğru baktı. Veba Heykeli sadece köylüleri değil, çevresindeki diğer ruhları da etkiliyor ve her ruhu yeşil ruhlara dönüştürüyordu. Birkaç dakika sonra tüm ruhlar yeşil olacak, ve hepsi en az Laien kadar tehlikeli bir hale geleceklerdi.
Asabi Buz vahşice savaşıyordu. Köy meydanını istila eden her bir ruhu donduruyor, sonra da sert bir ayak darbesiyle donmuş bedenlerini parçalıyordu. Fakat çok yorulmuştu; konsantrasyonu hayli azalmıştı. Ve hemen yanında biten bu heykel de canını oldukça sıkmıştı. Ruhu zehirlenen köylüleri gördükçe sinirleniyor, sinirlendikçe daha çok büyü yapıyordu. Fakat bu şekilde savaşmak akıllıca olmayabilirdi. Çünkü yaptığı her büyü konsantrasyon demekti.
Buz çok endişeliydi.
“KAÇIN! HERKES KÖYÜ TERK ETSİN! BEN ARKANIZI KOLLARIM! DAĞLARA DOĞRU KAÇIN!”
Klanın tek reisi Glaar böyle bir şeyi kabul edemezdi.
“HAYIR! SAVAŞIN! HERKES OLDUĞU YERDE KALSIN VE SAVAŞSIN!”
Buz ona çok sert bir bakış atmış ve bahsettiği dağlara doğru koşmaya başlamıştı. Zaten hayatta kalan köylüler de Buz’u takip ediyorlardı. Klan reisi savaşma fikrini halkına kabul ettirememiş, ve köyün düşeceğine artık ikna olmuştu. O da koşmaya, istemeyerek de olsa kaçmaya başladı.
Çatıdaki Laien hâlâ o korkunç gülümsemesiyle İllüzyon’a bakıyordu. Fakat, genç kadının da konsantrasyonu tükenmişti. Saldırmıyordu. İllüzyon bu sefer Laien’i bir bariyer içine aldı ve bu büyülü zırha tekme atarak genç kadını çatıdan aşağıya savurdu. Sonra yarığa doğru hareketlendi. Eve çatıdan tekrar girdi. Üzerinde bariyerle yatakta kıvranan Kaer’i zihin gücüyle kaldırıp duvarı kuvvetli bir zihin dalgasıyla kırarak onu da dışarıya çıkarttı.
Laien Buz’un koşu yoluna düşmüştü. İllüzyon bağırdı.
“Onu taşı!”
“NİYE!”
“O bize lazım çünkü! Dediğimi yap!”
Buz Laien’i, İllüzyon da Kaer’i taşıyordu. Kızını ve karısını gören Glaar’ın yüzündeki gülümseme çok uzaklardan bile fark edilebilirdi. Ama ikisinin de şeffaf bir bariyerin içinde oluşuna anlam veremiyordu.
Klanın tüm bireyleri, köyün arka tarafında kalan dağlara doğru koşuyorlardı. Köylerini terk etmişlerdi; ama canlarını kurtarmışlardı. Glaar, çok sevdiği köyüne son bir bakış attı. Meydanın ortasındaki heykel kocaman olmuş, ve tüm ruhlar yemyeşil yaratıklara dönüşmüşlerdi. Kendi kendine mırıldandı.
“Biz doğrusunu yaptık. Evet evet… En doğrusunu yaptık.”
Bölüm 10: Pasaj
Nawal Karargahı bugün her zamankinden daha hareketliydi çünkü bir misafir karşılanacaktı. Nawal, uzayın ortasında duran ve büyülü kemiklerden meydana gelen bir platformdu aslında. Rawaka ırkının “Kemik” ekolüne bağlı büyücülerinin eseriydi. Bir Rawaka generali olan Ruwo hızlı adımlarla lordunun bulunduğu odaya doğru ilerliyordu. Yüzünde bir telaş, biraz da çekimserlik vardı. Lorduna belirsizlik rapor etmek istemiyordu.
General Ruwo, birçok Rawaka askerinin ve muhafızın arasından geçerek Lord Zeneras’ın makamına gelmişti. İçeriye girmeden önce ellerini birkaç kez sıkıp bıraktı; cüppesini düzeltti. Derin bir nefes aldı ve makama giriş yaptı.
“Lordum…”
Lord Zeneras’ın sırtı kapıya dönüktü. Önündeki kemikten yapılma masada çalışıyor, belirli stratejileri tekrar gözden geçiriyordu. Ruwo’nun sesini duyunca ardına baktı, gülümsedi, ve oturduğu sandalyeden kalktı. Ortalama bir İnsan’ın cüssesine sahip değildi Zeneras; hayli iri ve uzundu. Suratındaki kırışıklıklardan yaşını tahmin etmek kolay oluyordu. Orta yaşın hafif üzerinde izlenimi veren bu adamın vücudu kudretli bir savaşçınınki gibiydi. Çoğunluğu kel olan kafasının arka kısmından örgü şeklinde siyah saç çıkıyordu sadece. Üzerine bir şey giymezdi; fakat altında bir cüppenin eteğine benzer, uzun ve dar, birkaç keskin katmandan oluşan kumaşlar vardı. Bu tecrübeli adamın bedenindeki en dikkat çekici şey, dövmeleriydi. Sanki vücudunda bir çeşit alfabe vardı. Aynı zamanda bir kolunun etrafında “glif” adı verilen yuvarlak cisimler dolaşıyordu. Üç taneydiler.
“Hoş geldiniz General Ruwo. Umarım havadisler iyidir; çünkü yüzünüzdeki ifade beni oldukça endişelendiriyor.”
“İyi veya kötü bir haber aldığımı söyleyemeyeceğim lordum. Sorun şu ki, ortada herhangi bir haber yok.”
“Bu tam olarak ne anlama geliyor general?”
“Emrettiğiniz üzere, Ajan Mowa birkaç gün önce melek Gales’i ve Laudhon’u Dwol gezegeninden almak için yola çıkmıştı. Ancak buraya dün varmış olması gerekirken hâlâ dönmedi. Telepati yoluyla iletişim kurma çabalarımız da herhangi bir sonuç vermiyor. İletişimi cevapsız bıraktığı açık…”
“Ajan Mowa’ya bir şey mi oldu yoksa?”
“Bilmiyorum efendim. Durumu size rapor etmek istedim.”
Zeneras düşünceliydi. Eğer Mowa’ya bir şey olduysa, onunla birlikte gelecek iki meleğe de bir şeyler olmuş olabilirdi. Bir elini çenesine koydu ve daha derin düşünmeye başladı. Makamının içinde volta atıyordu. Bir sağa, bir sola doğru yavaşça yürürken aklına bir şeyler geldi.
“General Gaweid’e bağlanın hemen.”
General Ruwo telepatiye başladı. Hafızasında yer alan tüm bireylerin içinden Gaweid’i seçti ve ona birkaç zihinsel titreşim gönderdi. Birkaç saniye sonra Gaweid cevap vermişti. Gelen cevap titreşimlerini, sahip olduğu büyülü becerilerle görsele dönüştüren Lord Zeneras, Gaweid’in yüzünü odanın içinde görebiliyordu.
General Gaweid lordunu selamladı.
“İyi ve huzurlu bir gün dilerim lordum. Aynı şekilde size de, General Ruwo…”
“Merhaba Gaweid… Orada her şey yolunda mı?”
“Yolunda efendim. Prens Hadra’nın ölümünden sonra Tesar halkı ufak bir yas ilan etti ve iç savaş bir süreliğine durdu. Veks kenti şu an için biraz sessiz… Nuun’la birlikte hazırlık yapıyoruz. Bir-iki gün sonra ordularını alıp Hanok dünyasına gidecek. Her şey planladığınız gibi ilerliyor.”
“Hoş… Size bir şey sormak istiyorum general.”
“Buyrun efendim dinliyorum.”
“Biliyorsunuz ki, Ajan Mowa’yı birkaç gün önce Dwol gezegenine gönderdim. Fakat dönmesi gereken zamanda geri dönmedi. Ve ondan haber alamıyoruz. Bu konuda bir bilginiz var mı?”
“Ben sadece Mowa’nın Dwol’a gönderileceğinden haberdarım lordum. İnanın gelişmelerden haberim yok. Mowa’ya ulaşamıyor olmanız beni çok üzdü ve endişelendirdi. Dilerseniz buradaki birliklerimi oraya gönderebilirim.”
“Gerek yok teşekkür ederim. Bu meseleye farklı bir çözüm bula–”
Odanın ortasında duran görselleşmiş Gaweid aniden kayboldu ve yerini Ven’ax Nuun aldı. O da bu diyaloğa dahil olmak ister gibiydi. Nuun hiç beklemeden söze girdi.
“İyi günler lordum… Umarım her şey yolundadır?”
“Size de iyi günler Nuun… Her şey yolu–”
“Fakat işittiklerime göre ortada bir sorun varmış?”
Zeneras birkaç saniye suskun kaldı. Lafı iki kez kesilmişti ve Nuun bilinçdışı bir baskı yapıyor gibiydi. Lord bunu derinden fark edip öfkelenmişti ama, belki de bu psişik yaratığın yardımı dokunabilirdi.
“Evet doğru duymuşsun. Bir belirsizlik var. Buna açıklık getirebilir misin?”
“Biliyorum ki, bu diyaloğa kulak misafiri olmam çok yanlış… Fakat aklıma bir fikir gelmeseydi inanın bu konuşmanın içine dalmazdım lordum.”
“O halde seni dinliyorum.”
“Müttefik olduğumuz gün, kafanızdaki planı bana izah etmiştiniz. Ve yalnızca tek bir detay dikkatimi çekmişti. Unutmayalım ki, Gales birçok halk tarafından aranan bir melek… Ve onu arayan kişilere Seram ırkının hükümdarı Şah Ravaan da dahil…”
“Yani?”
“Yani, lordum; tüm bu planlardan önce, Mowa Dwol’a gitmeden evvel, Şah Ravaan ile yaptığınız konuşmayı bir hatırlayın. Size ne demişti?”
“Şah Ravaan ve halkı, ‘Melek Düşmanlığı’ isimli akımın en radikal savunucularıdır. Melek Gales’i aradıklarını ve buldukları yerde öldüreceklerini söylemişlerdi. Fakat merak etme Nuun, Ravaan yeterli istihbarata sahip değil. Gales’i bulmak onun için bir hayal…”
“Peki ya bulduysa lordum?”
“Nasıl yani?”
“Mowa’nın bir anda ortadan kaybolması sizce normal mi?”
“Değil…”
“Meleklerden de haber yok?”
“Evet, yok…”
“Son karar tabii ki de lordumuza aittir. Benden bir isteğiniz yoksa çekilmek istiyorum efendim.”
Zeneras yine suskundu. Tekrar düşüncelere dalmıştı. Seram ırkının şahı Ravaan, melekleri bulmuş muydu? Yoksa Mowa’yı Ravaan mı öldürmüştü? Eğer Mowa öldüyse, Gales ve Laudhon’a ne olmuştu? Aklında bir sürü soru vardı. Ve cevap bulmak içinse tek bir yol uygun görünüyordu.
“Çekil Nuun. Önerilerin için teşekkür ederim. General Gaweid, siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?”
General Gaweid’in görseli yine odanın içinde görünür olmuştu.
“Aslında Nuun’un söyledikleri mantıklı efendim… Şah Ravaan meleklere karşı beslediği nefretle tanınır. Ajan Mowa belirsizliğinin arkasında Ravaan olabilir. Soruşturmaktan zarar geleceğini sanmıyorum.”
Zeneras bir an durmuştu. Gaweid’in yüzüne dikkatlice bakıyordu. Generalde bir gariplik vardı ama bunu çözemedi.
“Bu meselenin hesabını Ravaan’dan sorarsam ilişkilerim zayıflar, general. Onu bir şekilde zan altında bırakmış olurum. Bu diplomatik bir aşağılamaya benzer.”
“Lordum, siz bu iki meleği himayeniz altına alacağınızı söylediğinizde, ilişkileriniz zaten zayıflamıştı.”
“Teşekkür ederim general.”
Görsel tamamen yok olmuş, konuşma sonlandırılmıştı. Lord Zeneras hemen yanındaki General Ruwo’ya döndü.
“Siz de işinizin başına dönebilirsiniz general. Bir süre yalnız kalmam gerekiyor.”
“Başüstüne efendim… Size iyi bir gün dilerim.”
Makamında yalnız kalan Zeneras konsantrasyonunu topladı. Kolunun çevresinde dönen üç gliften biri yörüngeden ayrıldı ve Zeneras’ın tam karşısına gelip durdu. Lord ona bir emir vermişti.
“Buradan ayrıl, Şah Ravaan’ı bul, ve beni temsil et. Haydi…”
Glif muazzam bir hızla, uçarak gözden kaybolmuştu. Nawal Karargahı’nı aşıp uzayda hızlıca ilerliyordu. Birkaç dakika sonra Seram ırkının bulunduğu gezegene vardı. Başkent olan Muhaj’erad şehrinde alçalmaya başladı. Şehrin kuzeyindeki saraya gizlice girdi ve Ravaan’ın makamına ulaştı.
Şah Ravaan uyuyordu. Glif ise üzerinde uçuyordu. Uyanması için çok ufak bir şok dalgası yaydı. Şokun etkisiyle ve korkuyla uyanan şah yerinden sıçramıştı. Üstünde uçuşan glifi görünce durumu anladı. Lord Zeneras’ın onunla konuşmak istediğini düşündü. Yatağından kalktı. Zırhını giydi. Şahın hazır olduğunu gören glif, büyüsüne başlamıştı. Artık Ravaan Zeneras’ı, Zeneras da Ravaan’ı görebiliyordu.
Ravaan önündeki glifin yarattığı büyülü duman ekrana bakıyordu. Zeneras da ona… Suskundular. Bu bir mertebe savaşıydı aslında. İlk kim selamını iletirse, o kişi nispeten düşük rütbeli sayılacaktı.
“İyi günler…” diyerek söze girdi Şah Ravaan. Savaşın malubu belli olmuştu.
“Size de iyi günler…”
“Şu glif ile makamıma gizlice girip beni şok dalgalarıyla yerimden sıçratmak bir alışkanlığınız oldu; hemfikir miyiz?”
“Haklısınız. Siyasi kardeşliğimiz hatrına her türlü mesafeyi kaldırabilmek, ve size dilediğim zaman ulaşabilmek bana güven veriyor doğrusu.”
Zeneras’ın sözleri tehditkardı. Ravaan bu sözlerin ardından sırtını döndü ve konuşmayı arkası dönük bir şekilde sürdürdü. Bu da bir aşağılamaydı.
“Glifi yalnızca beni uyandırmak ve ‘Günaydın!” demek için göndermediniz heralde?” diyerek sözlerine devam ediyordu Ravaan. “Önemli bir mesele mi var?”
“Evet var…” derken altını çizerek konuşuyordu Zeneras. “Hatta ortada çok büyük bir mesele var. Meleklere ulaşabildiniz mi?”
Bunu duyan Ravaan biraz duraksadı ama lordun ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Zeneras ona Gales ve Laudhon’u soruyordu.
“Ajanım Sarkhum’un raporlarına göre, melekler ortadan kaybolmuş, Lord Zeneras. Cevabım hayır… Tonunuzda şüphecilik sezdim; yanlış mıyım? Düşmüş melek Gales’i ve Laudhon’u öldürdüğümü veya esir aldığımı sanıyorsunuz değil mi?”
“Aslında evet… Şüpheden ziyade bunun böyle olduğuna inanıyorum. Ajan Sarkhum’un Dwol’da ne işi vardı Ravaan? Bu mevzuda anlaşmıştık.”
“Evet, ajanımı oraya gönderdim. Siz ajanınızı, müttefiklik anlaşmamıza aykırı bir şekilde, melekleri korusun diye rahat rahat, benim görüşlerimi hiçe sayarcasına Dwol’a gönderirken, ben de özgürlüğüm kısıtlı bir biçimde duramazdım. Melekleri öldürsün diye Ajan Sarkhum’u Dwol’a gönderdim. Ve arayışım sürüyor, Lord Zeneras. Elime fırsat geçtiği gibi onları öldürürüm.”
“Yani melekler gerçekten kayıp öyle mi?”
“İkisi de kayıp, bilginiz olsun.”
“Bilgim mi olsun? Bilgim olduğu takdirde onları koruma altına alacağımı çok iyi biliyorsunuz ve bana neden böyle bir bilgi aktarıyorsunuz?”
“Sizin bana aktarmadığınız bilgilerin karşılığı olarak yapıyorum. Bu meleklerde benim henüz göremediğim bir şey olsa gerek ki, siz onları himayenize alıyorsunuz. İttifaklık anlaşmamız böyle değildi. Melekler konusunda bana söz vermiştiniz. Bize meleklerle savaşacağımızı söylediniz. Bizleri buna inandırdınız. Gales veya Laudhon, hepsi benim gözümde aynı ve hepsi birer günahkar… Günahı teşvik etmeniz beni çok kırdı, bunu bilmenizi isterim.”
“Siz bana ‘günahkar’ mı diyorsunuz?”
“Meleklerle ne işiniz var bilmiyorum. Onları neden koruduğunuzu da anlamıyorum. Ama bu anlaşmayı hiçe saydığınız ortadadır. Ayrıca, iki meleğin kayboluşundan ötürü beni suçlu bulmanız, Seram kültürüne inanmadığınızı, bizlere güvenmediğinizi göstermektedir. Eğer güven ortamı yoksa, anlaşma yapmak çok saçmadır.”
“Çok yanlış bir karar veriyorsun Ravaan. Sakın, sonunda pişman olacağın bir şey söyleme.”
“Söylediklerimin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Artık anlaşma yok; yollarımız ayrılmıştır. Fakat son olarak şunu iletmek isterim: Ajanım Sarkhum’un anlattığına göre, Awota ajanı Mowa ölmüş. Ve cesedinin yanında bir beden daha yatıyormuş.”
“Ne? Kimin bedeniymiş o?”
“Bir Tesar… Anlaşılan o ki başkaları da bu arayışın içine girmiş. Sarkhum Dwol’a vardığında iş işten geçmişti Zeneras. Ajanımın bu olayda hiçbir faaliyeti olmadı. Ortadan kaybolmuş iki melek, iki ceset, ve iki yabancı büyücü… Sarkhum’un tek bildiği bunlar…”
Zeneras’ın aklı çok karışmıştı. Melekler ölmedilerse nereye kaçmışlardı? Mowa’yı kim öldürmüştü? Oraya giden Tesar askeri kimdi? Ve iki yabancı büyücü de neydi? Her şeyin sorumlusu onlar olabilir miydi?
Zeneras duraksadıktan sonra cevap vermek istedi.
“Evet, anlaşma yok Ravaan… Ve bir daha hiç olmayacak. Bu işin peşini bırakman konusunda seni uyarmıyorum. Gales’e ve Laudhon’a yanaşan tüm Seram askerleri benim emrimle yok edileceklerdir. Gerekirse, kılıcı tutan eli de keserim.”
“Nasıl istersen öyle olsun Zeneras. Unutma ki kıymetli bir anlaşmayı bozdun. Umarım hesabını veremeyeceğin bir felakete sebep olmazsın.”
Glifin yarattığı görsel kaybolmuştu. Büyülü cisim, Zeneras’ın emriyle Nawal’a geri dönüyordu. Ravaan tahtına oturdu ve düşünmeye başladı. İçinde büyük bir tedirginlik vardı; çünkü karşısına aldığı İnsan sıradan bir İnsan değildi.
* * *
Zeneras makamında volta atıyordu. Süratli bir şekilde… Sonra “RUWO!” diye bağırdı. Birkaç saniye sonra General Ruwo makama tekrar giriş yaptı. Lordunun yüzündeki öfkeyi çok net görebiliyordu. Korktu.
“Buyrun lordum, emirlerinizi bekliy–”
“DERHAL GAWEİD’E BAĞLAN!”
General Ruwo telepatik becerileriyle General Gaweid’e bağlanmaya çalışıyordu. Zeneras ise o an için hayli aceleciydi. Ruwo’nun omzuna vurdu ve “HIZLI OL!” diye bağırdı. Birkaç saniye sonra Gaweid zihinsel titreşimlere cevap vermişti. Yüzü yine görünüyordu.
“Tekrar merhaba Lord Zene–”
“Kısa kes! Nuun yanında mı!”
“Maalesef değil lordum ama isterseniz çağırabilirim?”
“Boşver… Sen söyle. Nuun’un her hareketini inceliyor ve onu kontrol altında tutuyorsun. Attığı her adımı bilesin diye seni oraya, Veks kentine gönderdim. Gales’i Dwol’dan alacağımız günlerde, o gezegene herhangi bir Tesar askeri gönderildi mi? Nuun oraya bir suikastçi gönderdi mi?”
“Tabii ki de hayır lordum… Biliyorsunuz ki Nuun bu görevden uzak tutulmuştu. Bu ikazı ona bizzat yaptım. Ve sizi temin ederim ki, hiçbir Tesar askeri buradan ayrılmadı.”
“Nuun’u çağır.”
Gaweid birkaç saniyeliğine kaybolmuştu. Nuun’u çağırmaya gidiyordu.
“İyi günler Lord Zeneras… Umarım her şey yolundadır.” sözleriyle aniden belirmişti Nuun.
“Gün iyi falan değil Nuun. Derhal cevap istiyorum; Dwol gezegenine asker gönderdin mi?”
“Benim oraya birilerini göndermem yasak değil miydi?”
“Oyun oynama Nuun! DWOL’DA BİR TESAR CESEDİ VAR!”
“İlginç… General Gaweid şahidimdir değil mi?” dedi ve generale döndü Nuun. General onaylar bir şekilde sallıyordu kafasını. Zeneras hepten sinirlenmişti.
“O ZAMAN BU TESAR’I ORAYA KİM GÖNDERDİ!”
Nuun çok sakindi.
“Bu bilgiyi size Şah Ravaan mı verdi?”
Zeneras sinirinden cevap bile vermemişti. Fakat Nuun cevabını almıştı.
“Lordum, bu adam bizimle oyun oynamaya çalışıyor. Kendi ittifaklığı sona erdiği için bizimkini de bitirmek istiyor. Orada bir Tesar cesedi falan yok. Bütün cesetler burada, Veks kentinde… Bizler, kendi içimizde savaşmaktan dışarıyı unutur olduk. Üzülerek söylüyorum ki, hiçbir Tesar buradaki anlamsız savaşı terk edip Dwol’a gitmez.”
Gaweid söze girdi.
“Nuun masum lordum. Şah Ravaan yalan söylüyor. Bizi birbirimize düşürmek istiyor.”
Zeneras sakinleşmeye başlamıştı. Ama aklı hâlâ karışıktı. Güvenmek istiyordu; fakat zorlanıyordu. Nuun’un masum olduğuna inanmak istiyordu. Ve bir müttefikini daha kaybedemezdi. Kaybetmemeliydi. Her birine ihtiyacı vardı.
* * *
İki gündür dağlarda yürümekten çok yorulmuşlardı. Ama Reis Glaar’ın klanını çok uzaklara kaçırma konusundaki düşünceleri hiç değişmemişti. Peşlerinden gelen ruhlar da vardı; fakat takibi gizlenerek sürdürüyorlardı. Sonra bir pasajdan geçtiler. İki dağı yaran bir yol… Glaar durdu. Reis durunca diğerleri de durmuştu.
Buz buna anlam veremedi.
“Neden durduk? İlerlememiz gerekiyor.”
“Biraz dinlenmemiz lazım.”
“BU İKİ DAĞIN ORTASINDA MI DİNLENECEĞİZ! PUSUYA DÜŞERİZ BE!”
“Dağların birinde genişçe bir mağara var; oraya gitmemiz gerekiyor. Hayli uzakta… Yorulduk. Ayrıca sürekli bağırıyorsun ve ben bundan sıkılmaya başladım yabancı. Biraz sakinleşsen iyi olur.”
İllüzyon araya girmek istedi.
“Bu mağara ne tarafta?”
“Sağda… Mağaraya ulaşan kayalıklar var; oraya doğru hareket edeceğiz.”
Buz tekrar söze girdi.
“O HALDE MAĞARADA GÜVENLİ BİR ŞEKİLDE DİNLENİRİZ! NEDEN BURADA DURUYORUZ!”
Glaar sıkılmıştı. Gözlerini kapattı ve tek elini alnına koydu. O da sinirlenmeye başlıyordu. Bu tür tavırlara alışık değildi. İllüzyon Buz’a doğru yaklaştı; onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Ardından Glaar sembollere döndü.
“Siz kimsiniz? Bizim savaşımıza neden dahil oldunuz ve neden benim kararlarımı sorguluyorsunuz?”
İllüzyon cevap verdi.
“Sizi bir sunağın ardındaki yamaçtan izliyorduk. Yardım etmemiz gerektiğini düşündük.”
Buz tekrar çıkıştı.
“Evet düşündük! NE VAR! SİZE HER YARDIM EDENE BÖYLE HESAP MI SORUYORSUNUZ?”
“Yardımlarınız için minnettarım.” diyordu Glaar. “Fakat bu noktadan sonra size ihtiyacımız olmadığını söylemem gerekir. Bırakın da klanımın kaderine ben karar vereyim.”
Pasajın çevresindeki dağlar titremişti. Kumlar, tozlar, taşlar iki dağın ortasındaki yola doğru yavaşça kayıyorlardı. Bir şeyler yaklaşıyor gibiydi. Kafiledeki herkes kılıçlarını çıkarttı. Glaar’ın göz hareketleriyle saldırı pozisyonu almaya başladılar. Klan reisini, bariyerlerin içindeki Kaer ve Laien’i çevreleyip koruma altına aldılar.
Güneşe bakan dağın tepesinde kocaman bir el belirdi. Tırmanmaya çalışan bir el gibiydi bu. Kahverengi, küt tırnakları olan, tüylü bir el… Glaar elin geri kalanını net bir şekilde görünce rahatlamıştı. Adamlarına kılıçlarını indirmelerini emretti. Çok eski bir dostu bu biçimde karşılamak kabalık olurdu.
Dağı tırmanan bu dev yaratık bir Golyat’tı. İri yarı, tüylü, çirkin ama sevecendi bu Antuk isimli otobur. Glaar’ı tanırdı. Onu severdi. Çünkü Antuk’u avlamaya çalışmayan tek klan lideriydi.
İri yaratık dağın tepesine çıkmış el sallıyordu. Yüzündeki gülümseme ilginçti, kirli ve büyük dişleri de görünüyordu. Semboller hayli şaşırmışlardı. Buz Glaar’a döndü.
“Bu bizle alay mı ediyor yoksa gerçekten niyeti iyi mi?”
“Onun adı Antuk… Dosttur merak etmeyin. İN AŞAĞIYA DOSTUM! SELAMLAŞALIM!”
Antuk kalın ve ağır sesiyle “PEKİ!” demiş ve kendini yere oldukça eğik biçimde uzanan dağın yamacından bırakmıştı. Golyat kayaların üzerinde adeta kayıyordu. Klanın askerleri yaratığın ineceği yeri aceleyle boşalttılar. Büyük bir gümbürtüyle pasajın zemine ayak basmıştı. Eski dostu Glaar’ı gördüğü için yüzünde hâlâ şirin bir gülümseme vardı. Tıpkı geçmiş günlerdeki gibi, Glaar’ı kavradı ve onu omzuna koydu.
Glaar heyecanlanmıştı.
“Nasılsın devasa dostum? Çok iyi görünüyorsun! Bu civarda ağaç bırakmadın sanırım? Kocaman olmuşsun.”
“Evet… Ben, çok, yedim. Ben, çok, uyudum. Ben, çok, büyüdüm.” derken bir eliyle yanlarını kaşıyordu Antuk. “Siz, tüm herkes, klan, burada ne arıyorsunuz?”
“Biz bir felaket yaşadık eski dostum. Ruhlar… Köyümüzü ruhlar ele geçirdiler. Ve bizi hâlâ takip ediyorlar.”
“Antuk, ben, size, yardım, ederim.”
“Çok teşekkürler, benim devasa dostum. Fakat bizim için kendini tehlikeye atmanı hiç istemem.”
“Olmaz. Antuk, yardım, eder.”
“Israr ediyorum. Sen ovana dön. Biz hallederiz.”
“Antuk, eder.”
İllüzyon pasajın arka tarafına, Antuk’un ardında kalan bölgeye, yani geldikleri istikamete doğru bakarken dalmıştı. Golyat’ın ağır konuşmasından sıkılmış gibiydi. Ufak bir gündüz düşü görüyordu. Bu düşte, sembollerin tümünün bir araya geldiğini, ve büyülü kabuk Kuros’un içinde sohbetler ettiklerini görüyordu. Ardından, Kuros’un devasa holleri yemyeşil sislerle kaplanıyordu. Kadın içten içe tedirgin olmuştu. Sislere doğru koşuyor, onları elleriyle dağıtmaya çalışıyordu. Ama başaramıyordu. Başarısızlığın verdiği hırsla kendine gelen İllüzyon’un hassas burnuna çürük kokular gelmeye başladı. Vebanın kokusu… Yeşil sisler yalnızca düşlerinde değildi; Antuk’un hemen ardındaki patikaya bakarken gözüne takılan bir detaydı aslında.
Glaar Antuk’la sohbet etmeye devam ediyordu.
“Antuk yardım eder tamam ama Antuk’un gitmesi gerekiyor değil mi?”
“Ama, Antuk, yeni, geldi? Antuk, neden, gitsin?”
Golyat’ın dev gövdesinin üzerinde birkaç sis belirdi. Çok keskin bir göz bunu algılayabilirdi. İllüzyon Antuk’un üzerine dikkatlice bakıyor, ve bu sisi net bir şekilde görebilmeye çabalıyordu. Sonra Golyat’ın vücut hatlarını vurgularcasına gezinen yeşil kontürü fark etti.
“Antuk, gitmez. Antuk, kalacak, çarpışacak.”
“Tamam anladım ama daha güvenli bir yere gitmen gerekiyor. Lütfen eski dostunu dinle. Hatta gel seni yolcu edelim.”
“Antuk, gitmez. Antuk, kalacak. Antuk, çarpışacak. Antuk, yok edecek.”
Glaar bir gariplik sezmişti. Onun da burnuna çürük kokuları geliyordu.
“Antuk, parçalayacak. Antuk, ezecek. Antuk, seni de, yiyecek. Antuk, çok, kızgın!” diye haykırıp omzunda duran Glaar’ı yere fırlatmıştı Golyat.
Glaar kum zemine çok kötü çakılmıştı. Vücudundaki çoğu kemik kırılmıştı. Ayağa kalkamıyor, acıdan haykırıyordu. Buna anlam veremeyen askerler hemen kendilerine gelip Reis Glaar’ı bir koruma çemberi içine aldılar ve kılıçlarını Antuk’a doğrulttular. Devasa Golyat’ın gözlerinden, ağzından ve burnundan yeşil sisler çıkıyordu. Ve artık hiç konuşmuyordu. Kenara doğru birkaç adım attı ve ardında kalan pasajın görünmesini sağladı. Pasaj yemyeşil ruhlarla doluydu; ortalarında da kocaman bir Veba Heykeli…
Heykel titrekti. Çevresi yemyeşil bir dumanla kaplanmıştı. Bulunduğu zemindeki toprağı ve bitkileri çürütmeye başlamıştı bile. En tepesinde yer alan, ürkütücü cin suratının ağız kısmından yeşil, pis kokulu bir sıvı akıyordu. Bir veba pınarı gibi…
Yeşil ruhların hareketlenmesiyle birlikte Antuk da saldırıya geçti. Devasa ellerini yere geçirmek ve altındakileri ezmek için hamle yaptı. Hemen altında duran Buz seri bir hareketle kendini birkaç adım geriye attı. Antuk’un elleri zemine çakıldıktan sonra buz ışını kullanarak yaratığın ellerini toprağa mıhladı. Golyat iki uzvunu da hareket ettiremiyordu.
Ruhlar ağır ağır hareket ediyor, ve Glaar’ı çevreleyen gruba doğru ilerliyorlardı. Acıyla kıvranan Glaar “SALDIRIN ARTIK!” diye bağırmıştı. Klanın askerleri harekete geçtiler. İllüzyon da ön saflara yerleşerek büyülü hançerlerini saldırıya hazır biçimde bekletiyordu.
Antuk muazzam bir güç kullanarak buzları kırmayı başarmıştı. Çok kızgındı. Bu pasaj onun için avantajlı bir saha değildi. Bir eliyle Buz’u kavradı ve onu omzuna koydu. Hemen yanındaki tepeye tırmanmaya başladı. Asabi sembolü tepenin üzerindeki açık alanda dövecekti. Golyat’ın büyük elinden kurtulmaya çalışan Buz tedirgindi. Kendini dondurdu; savunma yapıyordu. Tepenin zirvesine varınca, Antuk Buz’u omzundan alıp zemine geçirmişti. Büyülü bir buz kabuğu içinde olan asabi sembol, çarpmanın yarattığı yıkıcı etkiyi hissetmemişti belki; fakat kabuk kırılmıştı.
Ruhlar grubun içine dalıp Glaar’ın askerleriyle çarpışıyorlardı. Yaratıkların amacı saf bir yıkım yaratmaktan ziyade, İllüzyon’un bariyerleri içinde duran Kaer ve Laien’e ulaşmaktı. Fakat askerler buna izin vermiyorlardı. Materyal formda savaşan ruhlar, kılıç ve hançer darbeleriyle dilimlendikçe naralar atıyor, ancak bu onları daha da çok kızdırıyor, daha büyük bir hevesle savaşmalarına sebep oluyordu.
Antuk ve Buz’un çarpışması tepenin yapısını değiştirmişti. Golyat’ın yıkıcı ve ezici darbeleri göçükler yaratıyordu. Her bir hamlesinde yer sallanıyor, çatlaklar oluşuyor, yan yana ve bütün duran kaya parçaları ayrışıyordu. Buz bir o tarafa, bir bu tarafa yuvarlanarak güçlü hamlelerden kaçmayı başarıyordu. Antuk o kadar çok saldırı yapıyordu ki, asabi sembol boş bir an yakalayıp onu donduramıyordu bile. Onun yerine buzdan bir mızrak yaratıp ve Golyat’ı şişlemeye başladı. Mızrak oldukça uzundu; bu yüzden yaratığa çok yaklaşması gerekmezdi. Ama kafasına ulaşmak için üstüne tırmanması gerekecekti.
İllüzyon’un hançerleri harikalar yaratıyordu. Havada uçuşan bir sürü hançer vardı ve her biri, tıpkı bir matkap gibi dönerek ruhları parçalıyordu. Yaratıkların arasından hızlıca geçerek heykele ulaşmayı hedefleyen İllüzyon’un hassas gözlerine bir detay takılmıştı. Bu ruh ordusundaki her ruh yeşil değildi. İçlerinde “mor” renkli tek bir tane ruh vardı. Bir anda durdu. Şaman Nakumex’in sözleri zihninde yankılanmaya başladı.
“Mor ruhları evcilleştirebilirsiniz; onlarla dost olabilirsiniz. Saldırgan olmamayı, veya dost olabilmeyi becerebilirler. Büyü ekolü “Ruh” olan tüm büyücülerin etrafında mor renklilerden bir sürü bulunur.”
Dostane ruhların diğer ruh toplulukları tarafından dışlandığını biliyordu İllüzyon. Fakat bu mor olan savaş alanında gezinebiliyordu; dışlanmış gibi bir hali yoktu. Aklı karıştı. Bu yaratığın burada ne işi vardı? Hiçbir şey de yapmıyordu; sadece izliyordu. Fakat, büyük bir dikkatle izliyordu.
Buz, bir ayağını yere vurup güçlü bir şok dalgası yaratmıştı. Dalganın menzilinde olan olan Antuk’un ayakları donup yere yapışıverdi. Hareket edemiyordu. Ellerini kullanarak ayaklarındaki buzu kırmak isteyince, erkek sembol bir buz topu yaratıp Golyat’ın ellerini de ayaklarının üzerine mıhlamıştı. Antuk eğik bir pozisyonda duruyordu ve Buz, artık yaratığın üstüne tırmanıp kafasına ulaşabilirdi.
Veba Heykeli’nin titreşimleri sertleşiyordu. Klan askerlerinin zihinlerini çürütmek için yaydığı yeşil sisler artık grubun tam üstüne doğru ilerliyorlardı. Toprak hepten bozulmuş, gökyüzü ise zehir yeşiliyle karışık kızıl bir örtüyle kaplanmıştı. Heykelin varlığı tabiatı lekeliyor, klan askerlerinin akıllarını karalıyordu. İllüzyon belirli noktalara bariyerler koyduysa da, heykelin sisleri bariyerleri tanımazcasına ilerleyebiliyordu. Tüm savucunu askerler bir bir, ve acı içinde zehirleniyorlardı.
Yeşil ruhların en büyüğü iyi savaşıyordu. Kalabalığı yara yara ilerliyor, Glaar ve ailesine ulaşmaya çalışıyordu. Ona yardım eden daha ufak yeşil ruhlar da vardı. Klanın gücü bu ilerleyişi durdurmaya yetmiyordu. Vebanın zehri yüzünden kör olanlar saflarında acıyla kıvranıyor, hareketsiz ve etkisiz bir hale geliyordu. İllüzyon’un ise çevresinde onlarca ruh vardı ve onu hayli meşgul etmekteydiler.
İri ruh Glaar’ın yanına gelmişti. Bir eliyle reisi işaret etti ve arkasındaki ufak ruh Glaar’ı kavrayıp yerden kaldırdı. Glaar elindeki kılıcı savurup yaratığı yaralamak istedi ama kemikleri o kadar kötü kırılmıştı ki, artık vasıfsız olan bedeni buna izin vermemişti. Kılıcı yere düşürdü; artık tamamen savunmasızdı. İri ruh bariyerlerin içinde duran Kaer ve Laien’in yanına geldi. Bariyerleri inceliyor, zayıf veya açık noktaları olup olmadığına bakıyordu. Fakat İllüzyon iyi bir iş çıkartmıştı; bariyerlerinde kusur yoktu. Kadınları yerden almaları için ardındaki iki ruha emir verdi.
Garip bir uğultu geliyordu. Sanki bir cisim, havayı yararak ilerliyor, ve sesi git gide gürleşiyordu. Çok güçlü bir pervanenin sesi gibiydi bu. İri ruh sesin olduğu yere, yani tam karşısına doğru bakmak için doğrulmuştu. İğrenç gözleri çok hareketliydi; şüphelendiği şeyi aramaya çalışıyordu. Ses kalınlaşıyor, yaklaşan şeyin rüzgarı gıdıklıyordu. Hemen arkadaki ruhun omzunda duran Glaar, son gücünü kullanarak debelenmiş, kendini toprağa bırakmış ve kollarını yüzüne siper ederek yatmıştı.
Reis Glaar klan askerlerine bağırdı.
“HERKES YERE YATSIN!”
Bölüm 11: Trans
Savunucuların tümü yere yatmıştı. Durumu henüz anlamayan İllüzyon bu uyarıya geç de olsa kulak vermiş ve o da eğilmişti. Gözünün ucuyla arka tarafa, iri ruhun olduğu yere doğru baktı. Uğultu güçlenmiş, çıkarttığı sesteki tekrarlar hızlanmış, ve cisim artık yaklaşmıştı. Onu gözleriyle algılamaya çalışan iri yaratığın tam kafasına saplandı. Glaar’ın yüzü gülüyordu.
Yeşil ruh komutanın kafasına saplanan şey bir kılıçtı. Upuzun, zarif ama bir o kadar da karmaşık işlemeleri olan, gümüşten bir kılıç… İri ruhun kafasına saplandıktan sonra bir anda çoğalmış, orijinaline çok benzeyen öteki kılıçlar da çevredeki ruhlara saplanmışlardı. İğrenç çığlık sesleri pasajı titretti. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmiş, ruhlar ne olduğunu anlamamışlardı bile. Savunucular yere yatmış olmasalardı, onlar da bu kılıcın ani saldırısı yüzünden yaşamlarından olacaklardı.
Pasajın ilerisindeki bir silüet kılıca sesleniyordu.
“Bu kadar yeter eski dostum! Birlikte çarpışalım!”
Çoğalan kılıç yine tek bir beden olmuş ve silüete doğru uçmuştu. Silüet kılıcı sıkıca kavradı ve yeşil sislerin arasından hızlı adımlarla geçtikçe sureti belirginleşiyordu.
Bu bir erkekti, bir İnsan’dı. Peçe benzeri bir atkısı vardı suratında; ağzı görünmüyordu. Kafasındaki geriye doğru uzanan miğferin ucunda bir simge vardı. Cüppesinin üzerinde de metal zırhının belirli parçaları bulunuyordu mesela; omuzluk, eldiven, kemer ve de botlar… En belirgin kısmı sol koluydu. Mosmor ışıklar yayan, üç parmaklı, büyük bir kol… Sanki ona ait değilmiş, sanki bu mor şeyi bedenine eklemiş hissi veriyordu.
Reis Glaar umutlu bir tona,
“Folk!” demişti.
“Ruh” ekolünü kullanarak büyü yapan Folk’un mor renkli eli bir tür pençeye de benziyordu. Aslında bu garip şey bir ruhtu; büyücünün uzvu haline gelmişti. Sol kolunu havaya kaldırdı ve etrafında mor şimşekler dolanan bir küre yarattı. Sonra küreyi toprağa çakarak yere sapladı. Kürenin şimşekleri zeminde geziniyor ve tüm ruhlara ulaşıyordu. Buna tepenin üstündeki Antuk da dahildi.
Buz bir terslik olduğunu fark etti çünkü yerde gezinen mor şimşekleri görmüştü. Eğik duran Antuk’un tam tepesine çıkmış, son hamlesini gerçekleştirecekken bir an düşündü. Mızrağı Golyat’ın kafasına çabucak saplama ve toz olma kararını aldı fakat gecikmişti. Şimşekler Antuk’un bedenini sarmaya başladı. Buz çarpılmıyordu belki; ama bu yoğun enerji onu yere savurmuştu. Antuk ise titriyordu.
Tüm ruhların bu şimşek sayesinde felç olduğundan emin olan Folk yerden yükseldi. Gözleri mor ışıklar ve dumanlar saçmaya başladı. Bir çeşit aura belirdi çevresinde. Aura birbirine bir ayak uzaklıkta olan ince dairelerden oluşuyordu. Aralıklı bir yapısı vardı. Ve tıpkı ses dalgaları gibi, suya atılan taşın yarattığı etkiye benzer bir biçimde etrafa yayılmaya, ruhlara ulaşmaya başlamıştı.
Yerden yükselmiş olan Folk ruhlara sesleniyor, kalın ve tanrısal sesi tüm pasajda yankılanıyordu.
“Konuşamadığınızı biliyorum! Ama beni çok iyi duyabildiğinizi de biliyorum! Nereden geldiğiniz, ve neden sinirli olduğunuz umurumuzda değildir! Kaos, yıkım ve keder sebebi olmanız bizleri de sinirlendirmiştir! Lakin sizlere bir şans veriyor, ve huzur vadediyorum! Direnmeden, savaşmadan, karşı koymadan bana doğru gelin!”
Mor renkli aura dalgaları ruhları çok ama çok korkutmuştu. Folk gibi bir ruh büyücüsü, bu denli kaba ve saldırgan yaratıkları gütmeyi iyi bilirdi. Hepsi yavaş adımlarla Folk’a doğru ilerlemeye başladılar. Antuk’un da kafası tepenin ucundan görünmüştü; o da geliyordu.
Yaklaşan ruhları izleyen Folk oldukça soğukkanlıydı. Bu orduya huzur vadetmişti ve bunu nasıl vereceğini biliyor gibiydi. Yaratıkların her birini tek tek inceliyor, onlardaki öfke potansiyelini kendince ölçmeye çalışıyordu. Yerden yükselmiş bir biçimde duran Folk, Antuk dahil tüm ruhlar ona ulaşınca gözlerini kapattı ve zemine tekrar ayak bastı. “Sen!” dedi Folk en önde duran büyük ruha. Eliyle ona gelmesini emretti. “Hepsini yutacaksın beni duydun mu? Hemen yut!” Yeşil ruh diğerlerine döndü. Ellerini havaya kaldırdı ve hepsiyle, aynı anda duygusal bir bağlantı kurdu. Spiritüel etkileşim içinde olan tüm ruhlar bu büyük yaratığın içine akmaya başladılar. Sanki, büyük ruhun içine doğru çekiliyorlardı. Folk Antuk’a doğru baktı. “Sen!” dedi tekrar. “Ne duruyorsun? Hadisene!” Antuk bunu yapamayacağını anlayınca ağır hareketlerle yere oturdu. Gözlerini Folk’tan kaçırıyordu. Büyücü kızmıştı. Hızlı adımlarla Golyat’ın dibine kadar geldi. Yaratığın uzun kulaklarını çekiyordu. “Haydi! Marş!” Antuk’un canı yanmıyordu; fakat korkmuştu. Kaldı ki korkusu bile onu yerinden kaldırmadı; inat ediyordu. Folk arkasına baktı. Ruh ordusunun tek bir bedende birleşmiş olduğunu gördü. Karşısında devasa ve yemyeşil bir ruh vardı artık. Bu dev yaratığa doğru yürümeye başladı.
Kafası tepenin ucuna kadar ulaşabilen ruhun suratına bakarak konuşuyordu.
“Vadettiğim huzuru alacaksınız. Direnç göstermeyin. Çok yakında, Ruh Kazanı ile olan bağlarınız kopartılacak ve huzursuzluğunuz dindirilecektir.”
Folk mor ışıklı sol koluna baktı. Kol şekil değiştirip duruyordu. Pençe gibi duran el üç parmaklı, küt ve biraz da ürkütücü görünen bir el oluvermişti. Aslında yeni hali Antuk’un ellerine de benziyordu. Kolunu ani bir hamleyle dev ruhun içine sapladı ve gittikçe hızlanarak çevirmeye başladı. Tıpkı, bir kazanın içinde karıştırılarak pişirilen çorba gibi, ruhun içi de karışıyor ve Folk’un mor renkli sol kolunun yapısına katılıyordu. Koca ruh saniyeler içinde ufalmış, bir süre sonra da tamamı Folk’un kolu tarafından emilmişti.
Ruhu sindiren Folk bir an durdu. Gözleri yemyeşil olmuştu. Kapamakta zorlandığı ağzı bir anda açıldı ve zehirli bir sis kustu.
İllüzyon endişelenmişti.
“İyi misin?”
Folk konuşamıyordu ama bir eliyle İllüzyon’un yaklaşmaması gerektiğini işaret etti.
Hâlâ yerde yatan Glaar İllüzyon’a seslendi.
“Merak etme ona bir şey olmaz. Bir sürü zehirli ruh yuttu; şu an tümüne karşı bağışıklık kazanmaya çalışıyor. Birazdan kendine gelir.”
Folk’un sesi zorlanarak çıkıyordu. Sanki ıkınırken konuşmaya çalışıyor gibiydi.
“Bu serseriler çok da öfkeli değiller. Yeşil olmaları işime geldi açıkçası.”
Folk ruhların renginden bahsedince İllüzyon’un aklına savaş alanında tek başına duran mor ruh gelmişti. Hiçbir yeşil ona saldırmamıştı; o da pasajın içinde inceleme yapıyor gibiydi. Folk yeşillerle birlikte mor olanı da demin sindirmişti ama bu yine de İllüzyon’un kafasındaki soruyu cevaplamıyordu.
“Mor olan ruhu gördün mü?” dedi İllüzyon. Folk kendine geliyordu.
“Tabii ki de gördüm. Ama onu da sindirdim merak etmeyin. Ortalıkta dolanmaz.”
“Mor bir ruhun yeşillerin arasında ne işi vardı? Bildiğim kadarıyla mor olanlar diğer ruhlar tarafından dışlanırlar.”
Folk İllüzyon’a dikkatli bir bakış attı. Bu bilgiyi nereden öğrendiğini merak etmişti. İllüzyon’u süzdü; biraz da işkillendi.
“Evet doğru biliyorsun. Fakat o gördüğün mor ruh bana aitti. İsmi Zeff… Ustalıkla eğittiğim bir ruhtur. Günler önce bu yaratık kafilesinin içinde ajanlık yapsın diye ona görev verdim. Gördüğü her şeyi onun gözünden gördüm ve buraya, yani sizlere ulaştım.”
Klanın askerlerinden biri söze girmişti.
“Tam zamanında ulaştın Reis Folk. Hepimizi yok edeceklerdi.”
“Zamanlamam bence de iyiydi; fakat manzaraya bakarsak biraz geç kalmışım. Glaar, bu hal nedir? Seni dümdüz etmişler. Ayağa kalkabiliyor musun?”
Glaar hafifçe güldü fakat bir ağrı saplanıverdi. Kaburgaları da kırılmış olmalıydı.
“Merak etme iyiyim. Sadece birkaç sıyrık…”
“Sıyrık mı?”
“Evet…”
“Peki, öyle diyorsan öyledir. Bunu kim yaptı?”
Glaar kafasını Antuk’a doğru döndürdü. Folk’un öfkesi bir kez daha suratına yansımıştı. Antuk’a doğru ilerledi.
“Sen inatçısın. Hem de suçlu… Eski dostuna yaptıklarını görmüyor musun? Herifin her yerini kırmışsın. Derhal uzlaş! Bana direnç gösterme!”
Antuk oturmakta ve Folk’la göz teması kurmamakta kararlıydı. Çok korkuyordu.
“Bu çok inatçı… İçindeki yeşili almak için zamana ihtiyaç var.”
Bu sefer Buz göründü. Olanı biteni tepenin ucundan seyrediyordu. Toprağa doğru uzanan eğimli bölgeyi dondurarak bir çeşit kaydırak yaptı ve kayarak aşağıya inmeye başladı. Folk Buz’u görünce sol elini ona hızlıca doğrultmuştu.
“Bu herif kim!”
Buz her zamanki gibi asabiydi.
“Herif sana benzer!”
Folk sorgulayıcı bir tavır sergilemeye başladı.
“Siz kimsiniz? Bir kadın, bir erkek büyücü… Glaar, kim bunlar?”
“Kim olduklarını bilmiyorum ama ruhlar köyümüzü istila ettiler. Bu ikisi bize yardım etti; birlikte çarpıştık. Hatta karım Kaer’i ve kızım Laien’i sağlam bir şekilde buraya getirebilmemizi onlara borçluyum.”
“Anladım. İsimleriniz nedir? Nereden geliyorsunuz ve amacınız nedir?”
“Bizi Şaman Nakumex gönderdi.” dedi İllüzyon. Folk heyecanlanmıştı.
“Şaman’ı tanıyor musunuz? Bizlere haber mi getirdiniz yoksa?”
“Evet… Seni bulmamız gerektiğini söyledi.”
“Mor ruhlarla ilgili bildiğin şeylerin kaynağı belli oldu. Şaman Nakumex başarılı bir alimdir. Ve eminim ki size de bir yığın bilgi vermiştir. Konuşulacak çok şey var desenize… Pekala, önce buradan ayrılalım. Glaar; seni, aileni ve köylülerini kendi klanımın sınırlarında ağırlamak isterim. Umarım sen de bu Golyat gibi bana direnmezsin?”
“Tabii ki de direnmem Reis Folk. Meşhur çorbalarınızı çok özledim. Son bir kez içmeden ölmeye niyetim yok açıkçası.”
Folk arka saflara doğru döndü. Şeffaf bariyerlerin içinde bulunan Kaer ve Laien’i gördü.
“Şurda duran Kaer mi? Şu da Laien sanırım? Dışlarındaki şey ne; bir bariyer mi?”
“Evet…” dedi İllüzyon. “Büyük kadın yaralıydı. Genç kadının ise içinde yeşil olanlardan var. Birisi güvende olsun, öteki de etrafa saldırmasın diye bariyer büyümü kullandım.”
Folk şaşkındı ve biraz da endişelendi.
“Eğer Kaer’i yeşil bir ruh yaraladıysa zehirlenmiş olabilir. Ne kadar çabuk hareket edersek o kadar iyi… Haydi hemen toparlanın. Topraklarımda herkese yetecek kadar yuva var.”
* * *
General Ruwo, Nawal Karargahı’ndaki odasında taktik haritasına göz gezdiriyordu. Birkaç gün sonra Hanok gezegenine gidecekti. Büyükçe bir istilanın planlarına bakıyor, olumlu ve olumsuz ihtimalleri hesaplıyordu. Nuun Hanok’a varmıştı zaten; ve general de ona eşlik edecekti.
Ruwo’nun odasının kapısı yumruklanırcasına çalınıyordu.
“Ne var be NE VAR BE! GİR!”
İçeriye şaşkın bir Rawaka askeri girmişti. Generale selamını verdi.
“General Ruwo, bir misafirimiz var.”
“Bugün Lord Zeneras’tan başka kimseyle görüşmeyeceğimi sizlere bildirmediler mi asker!”
“Melek, efendim… Katip melek Gales Nawal Karargahı’na ayak bastı.”
General Ruwo resmen yerinden fırladı ve askeri ittirip odadan çıktı. Hızlı adımlarla Nawal’ın en ortasında yer alan geniş hole doğru ilerlemeye başladı. Hole varınca durdu ve ışıklar saçan Gales tam karşısındaydı.
“Gales! Seni çok merak ettik. Hoş geldin. Lord Zeneras bu habere çok sevinecek.” diyordu Ruwo. Tam arkasını dönüp lordun makamına gidecekken durdu, ve Gales’e tekrar döndü.
“Buraya kadar nasıl geldin?”
“Uzayda uçuş yapmak zor olmadı.”
“Bu karargah bir büyüyle gizleniyor; Nawal’ı nasıl gördün?”
“Işık büyücülerinin göremeyeceği şey yoktur.”
“Pekala… Benimle gel, seni lordun yanına götüreyim.”
Ruwo ve Gales, kısa bir yürüyüşün ardından Lord Zeneras’ın makamına vardılar. Ruwo heyecanlıydı. Kapıyı yavaşça tıklattı ve içeri girdi.
Zeneras, çerçevesi kemiklerden meydana gelen bir pencereden uzaydaki toz bulutlarını seyrediyordu. Sırtı yine kapıya dönüktü; gelenleri görmemişti. Zihninde Şah Ravaan’la yaptığı konuşma dolanıyordu. Lordun kolundaki gliflerden biri hızlıca yörüngeden ayrılarak Gales’in kafa hizasına gelmişti. Bu yabancı bireyi tanımaya çalışıyor gibiydi; onu süzüyordu. Meleğin zararsız olduğunu anlayınca Zeneras’ın kolunun yörüngesine tekrar girmek için geriye doğru uçtu. Zeneras, glifin hareketlerini hissederek başka birinin makamda olduğunu anlamıştı. Merakla arkasını döndü ve meleği görünce çok şaşırdı. Ağzı bir an için açılmış fakat hemen ardından kapanmıştı.
“Gales…” dedi Zeneras ve biraz durakladı. “Peki ya Laudhon? O nerde?”
“Laudhon’un nerde olduğunu bilmiyorum. Tek başımayım.”
“Gelmene çok sevindim. Keşke öteki meleği de görebilseydim. General Ruwo, bizi biraz yalnız bırakabilir misiniz?”
“Tabii ki lordum… Herhangi bir ihtiyacınız olursa, dışarda bekliyor olacağım.”
Zeneras tekrar Gales’e döndü.
“Anlat bakalım. Aldığım haberlere göre ortalık fena karışmış. Senden ümidi kesmeye başlıyordum ki karşımda beliriverdin. Planımız neden aksadı bir fikrin var mı?”
“Var. Davetiniz üzerine Dwol gezegenine gittim ve orada ajan Mowa’yı bekledim. Bildiğim kadarıyla Ruh Kazanı’nı kıran melek Laudhon’u da Dwol’dan alacaktınız. Yani Mowa bizleri alacak ve size getirecekti. Fakat ben Laudhon’a falan rastlamadım.”
“O kısmı anladım. Ajanım Mowa’ya ne oldu Gales? O öldü mü? Öldüyse katili kim?”
“Mowa beni almaya geldiğinde yalnız değildik. Bir Tesar askeri ikimize birden saldırdı. Muhtemelen bir suikastçiydi ve hedefi bendim. Fakat Mowa beni korumaya çalıştı. Çatışmaya başladık ve neticesinde, Tesar ajanı Mowa’yı öldürdü. Ardından ben de onu öldürdüm.”
“Anlıyorum. Peki, ortalıkta herhangi bir Seram askeri var mıydı? Şah Ravaan herhangi bir askerini oraya göndermiş miydi?”
“Hayır, Dwol’da Seram ırkının herhangi bir mensubu yoktu. En azından ben rastlamadım.”
“Bu iş pis bir hal almaya başladı.”
“Bir terslik mi var?”
“Ona karar vermek bana düşüyor. Biraz dinlenmeni istiyorum Gales. Yeterince yorulmuş olmalısın.”
Gales makamı terk etmişti. Zeneras ise yine düşüncelere daldı. Belki de Şah Ravaan yalan söylemiyordu; Mowa’yı bir Tesar ajanı öldürmüş olabilirdi. Bunu soruşturması gerektiğini düşünerek kolundaki gliflerden birini seçti ve konuşmaya başladı.
“Buradan ayrıl, Nuun’u bul, ve beni temsil et. Haydi…”
Geçen sefer, Seram başkenti olan Muhaj’erad şehrine gidip Şah Ravaan’a ulaşan glif, bu sefer de Hanok gezegenine gidip Nuun’a ulaşacaktı. Karargahtan ayrıldı, uzayda kısa bir seyahat yaptı ve Hanok’a indi.
* * *
Zeneras makamında bekliyordu. Biraz gergindi; çünkü işler karmaşık bir hal almaya başlıyordu. Kemik çerçeveli penceresine yönelip uzayı izleyerek beklemeye karar vermişken, odanın ortasında bir surat beliriverdi. Bu Nuun’du; glif ona çoktan ulaşmıştı.
“İyi günler Lord Zeneras…” diyordu Nuun.
“Aldığım yeni bilgilere göre, Dwol’daki Tesar suikastçisi meselesi Ravaan’ın bir yalanı değilmiş.”
“Bu yeni bilgiyi kim verdi lordum?”
“Orası seni alakadar etmez Nuun.”
“Melek size ulaştı değil mi?”
“Cevap ver. Bu ajanı oraya sen mi gönderdin?”
“Dilerseniz ben de size yeni bilgilerimi sunayım lordum.”
“Eğer konuyu aydınlatacaksa buyur, sun bakalım.”
“Zihin haritanız her zamanki gibi sisli ve aklınız iletişime kapalı lordum. Gliflerinizden bir tanesini etkisiz hale getirebilirseniz, telepati yöntemini kullanarak size gördüklerimi gösterebilirim.”
Nuun haklıydı. Zeneras’ın sahip olduğu üç gliften bir tanesi, onu hipnotik etkilerden koruma görevi görüyordu. Zihni hipnoza kapalı olan Zeneras, telepatik bir iletişime de kapalıydı. Bu bir tür savunmaydı.
“Tamamdır.” dedi Zeneras. “Glif şu an aklımı serbest bıraktı. Ne göstereceksen göster.”
Nuun birkaç saniye odaklanarak, hatıralarındaki olayların bazılarını Zeneras’ın aklına aktarmaya başladı. Nuun’un paylaştığı bu anılar, lordun zihninde tüm gerçekliğiyle canlanıyordu.
Zeneras birinin gözlerinden görüyordu sanki. Bu kişinin kim olduğunu anlayamadı. Kişi, hızlı ve derin nefesler alıp veriyordu; ya yorgundu ya da korkmuştu. Birkaç saniye sonra görüş açısına biri giriverdi; ışıklar saçan biri… Bu kaçak melek Gales’ti. Sonra Gales’in bir şok dalgası yaydığını gördü Zeneras. Gözleri kamaşmıştı. Kişinin ellerine baktığını gördü; eller oldukça yaşlıydı. Ve Gales’in hitabını duyuverdi, “Sterghel”… Bu hitabı duyan Zeneras, olayları Filozof Sterghel’in gözlerinden gördüğünü anlamıştı. Her şeyi dikkatle izliyor, bir cevap bulmaya çalışıyordu.
İkili karşılıklı konuşuyordu. Karşılıklı tehditler… Sonra çarpışmalarına tanık oldu. Melekle filozofun dövüşünü dikkatle izledi. Ardından Laudhon’u görüverdi Zeneras. Fakat görüntü kararmaya başlıyordu. Bir süre sonra karanlıktan ibaret oldu her şey; fakat sesleri işitebiliyordu. Sterghel “GÖREMİYORUM!” diye bağırıyor, Laudhon ise çığlıklar atıyor, ölüme gidiyordu. Hemen ardından Gales’in son sözlerini duydu ve zihninde canlanan bu olaylar bir anda sona erdi.
Zeneras öfkeyle bağırdı.
“Tüm bunların anlamı nedir! NEDİR BUNLAR NUUN!”
“Zihninizde canlanan olayları filozofun gözünden gördünüz lordum.”
“Sen bu bilgileri nasıl topladın!”
“Ruh Kazanı’nı kırma sürecinde, filozof önemli ve güçlü bir halkaydı. Sterghel’i hipnotize ettim.”
“Bunu neden yaptın ve benim bundan neden haberim yok Nuun!”
“Sterghel güvenilmez biridir lordum. Büyük planınıza mani olmasın diye onu kontrol altında tutmaya çalışıyordum. General Gaweid sizinle görüşmeme izin vermiyor; bu yüzden söyleyemedim.”
Zeneras’ın başı ağrımaya başlamıştı. Çok ama çok sinirliydi; zihni bulanıktı. Elini alnına koydu. Sakinleşmeye çalışıyordu.
“Bana her şeyi en başından anlat, derhal!”
“Laudhon kazanı kıracak, sonra Yer Alem’e kaçacaktı. Gales zaten yıllardır Yer Alem’deydi. Anlaşmaya göre iki melek de Dwol gezegeninden alınıp size getirilecekti.”
“Evet, bunları sana ben söyledim zaten. Bilmediğim şeylerden bahset bana.”
“Bilmediğiniz şey, lordum, iblis Agrazar ve Filozof Sterghel arasındaki bağlantılardır.”
“Agrazar hakkında ne biliyorsun? Sana ondan hiç bahsetmemiştim.”
“Evet bahsetmediniz. Ama Sterghel’i hipnotize ettiğim için o iblisten de haberim var.”
“Nedir aralarındaki bağlantı?”
“Bildiğim kadarıyla, Gök Alem’de karışıklık yaratmak adına ilk olarak iblis Agrazar’la anlaştınız. Asi iblis Agrazar, Başiblis Exaal’ı, yani kendi efendisini ortadan kaldırmak istediğini ileri sürdü. Cehennem’de bir isyan çıkartacağını söyledi. Ona isyanda destek olmayı kabul ettiniz. Şartınız ise, Agrazar’ın Laudhon’u kazanı kırma konusunda ikna etmesiydi. Asi iblis Laudhon’u ikna etti ve kazan kırıldı. Travma başladı. Melekler bir kez daha günahkar oldular. Kanıtı ise Laudhon’du.”
“Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyordum. Hem melekleri günahkar yapmak, hem de travmanın gücünü kullanarak ruh gezegen Zonos’un dış kabuğunu kırmak için buna giriştim.”
“Agrazar’ın Laudhon’u bir yerlerde saklaması gerekiyordu. Bu yüzden onu eski dostu Sterghel’in yanına gönderdi. Yani Arkald Kalesi’ne… Filozof, Laudhon’u orada sakladı.”
“Senin hipnozunda olan birinden bahsediyoruz Nuun. Onu sen sakladın.”
“Evet onu ben sakladım; peki ya Gales?”
“Telepatiyle gösterdiğin hatıralar bir yerden sonra kararmıştı ve sadece konuşmalar, çığlıklar duydum. Sonra her şey yok oldu. Orada tam olarak neler oldu?”
“Fark ettiyseniz, Gales bir küreden bahsediyordu. Sonra da Laudhon’dan bahsetti. Sterghel’le dövüştü, onu alt etti, küreyi aldı, ve Laudhon’u da öldürdü. Hemen ardından filozofu da öldürünce hipnozum sona ermiş oldu.”
Zeneras susmuştu. Yine sinirleniyordu. Dişlerini ve yumruklarını sıkmaya başladı. Nuun devam ediyordu.
“Gales’in Laudhon’u neden öldürdüğünü bilmiyorum; fakat size açıkça yalan söylüyor. Mesele Dwol’daki Tesar suikastçisi falan değil lordum. Bu kaçak melek Laudhon’u öldürdü ve bunu gizlemek için uğraşıyor. Ayrıca filozoftan aldığı kürenin içinde ne olduğunu çok merak ediyorum; siz etmiyor musunuz?”
“Ediyorum. Ve bu karmaşaya tam bu noktada bir son vereceğim. Melekler kendilerini akıllı sanarlar ama unuttukları bir şey var.”
“Var evet… ‘İnsan İradesi’…”
“Teşekkür ederim Nuun. Hanok cephesinde başarılar… Sadece işinize odaklanın ve daha fazla karmaşa yaratmayın.”
“Emredersiniz lordum; ben teşekkür ederim. İyi günler…”
* * *
Glaar önündeki çorba kasesine bakıyordu. Tahta kaşığa uzanmak istedi fakat sancıları bunu yapmasına izin vermemişti. Çadırın içinde Glaar’a eşlik eden Buz, zarif kaşığa uzandı ve onu kasenin içine daldırdı.
Reis Glaar kendini garip hissediyordu.
“Asabi bir yabancının önce gelip köyümü kurtaracağı, ardından da Folk’un topraklarında bana çorba içireceği nereden aklıma gelirdi?” Çorbadan aldığı yudum yüzünden haykırdı; “Çok sıcak!” dedi. “Soğuması için biraz bekleyelim.”
Buz şaşırmıştı. Kaseyi tümüyle kavradı, ve büyüleriyle onu soğutmaya başladı. “Hazır…” dedi. Kolları kırık olan Glaar kaşığa tekrar uzandı fakat onu almayı başaramadı. Buz isteksiz bir biçimde “Anlaşıldı, bu çorbayı sana ben içireceğim.” demişti.
Geyik derisinden yapılma çadırın kapısı aniden açıldı. Folk gelmişti. İkiliyi görünce şaşırdı, ufak bir kahkaha attı. Buz hem çorbayı Glaar’a içiriyor, hem de Folk’un gözlerinin içine bakarak dişlerini sıkıyordu.
“Hey gidi Reis Glaar…” diyordu Folk. “Çorba içemeyen klan reisi… Bu arada, ismini hala bilmiyorum yabancı büyücü.”
“Buz!”
“Bu kadar mı?”
“BU KADAR!”
“Hep sinirli Buz ve çorba içemeyen Glaar… İyi bir ikili oldunuz. Tadını nasıl buldunuz? Hızlı hızlı içtiğinize göre güzel olmalı?”
“Her zamankinden daha güzel…” dedi Glaar. “Sarımsak eklemeniz akıllıca olmuş.”
“Sevindim.” derken yerdeki yastığa oturmuştu Folk. Hemen ardından çadırın kapısı tekrar açıldı ve bu sefer içeriye İllüzyon girdi. O da bir yastığın üzerine oturdu.
“Anlatın bakalım.” diyerek sohbete başladı Reis Folk. “Önce sen başla Glaar. Köyünü nasıl kaybettin?”
“Birkaç gündür çevredeki klanlardan haber alıyorum. Yardım çağrıları… Ruhlarla savaştıklarını, çok kayıp verdiklerini anlatıyorlardı. Küçük bir klanı yönettiğimi bilmelerine rağmen onlara asker göndermemi istediler. Üç farklı klana toplamda yirmi asker gönderebildim. Sadece teki geri dönebilmeyi başardı. Aklını yitirmek üzereydi. Ona yardım edemedim. Daha sonra, yemyeşil bir ruh ordusu muhtemelen onu takip ederek köyümü buldu. Duraksamadan saldırdılar. Karım Kaer’i yaraladılar. Kızımı ise ele geçirdiler. Her şey yok olacakken bu iki büyücüyü köy meydanında, bizim saflarımızda savaşırken gördüm. Sonra kaçtık. Karımla kızımı kurtardılar, onları geride bırakmadık. Fakat köyü kaybettik. Ardından Antuk’a rastladık, köyümüze saldıran ruhlar bizi takip edip tekrar buldular, sonrasında ise sen geldin.”
“Anlıyorum. Buz ve İllüzyon… Şaman Nakumex’in bu olaylarla ilgili herhangi bir açıklaması var mı?”
İllüzyon söze girdi.
“Ruh Kazanı isimli bir nesnenin kırıldığını, ruhların travma geçirmiş olabileceğini tahmin ediyor.”
“Haklı… Şaman her zamanki gibi bilgeliğini konuşturmuş. Kaldı ki bu karanlık zamanda bile güvenilirliğini tartışmayacağım tek kişidir. Zaten Tanrı Arkeus’un ayrıcalıklı şamanlarındandır o. Saflığı, iyiliği, dürüstlüğü temsil edebildiği için bu göreve layık görülmüştür.”
“Bizi sana yönlendirdi.” cevabını verdi Buz. “Ruh terbiyecisi miymişsin neymişsin, yardım edebileceğini söyledi.”
“Öyle miymişim? Doğrudur. Yaptığım işin adını koyamadım ama şaman ne diyorsa doğrudur. Ruh büyücüsüyüm. Onları amaçlarım doğrultusunda kullanmanın yanı sıra, ruhları anlamayı da seviyorum. Ve evet, onları terbiye edebilirim. Her birine bir amaç, bir anlam vermeye çabalıyorum. Yoksa kayboluyor, huzursuz oluyorlar. Mesela kılıcım Ölügümüş… O da bir ruhtur. Bir zamanlar Lega topraklarında bolluk, bereket vardı. İnsan ırkı bu gezegene yerleşmeden önce, Lega ‘Drealılar’ tarafından yönetilirdi. Drealılar yaratılan ilk Yer Alem ırklarındandır. Ama eski bir savaştan sonra yok oldular ve bu topraklar bomboş kaldı. Lega’ya geldiğimde Ölügümüş’e rastladım. Konuşan, ruhu olan bir kılıçtı. Onu anladım, dost oldum, ve bana hikayesini anlattı. Kılıcın içinde eski bir Drealı komutanın ruhu barınıyor. Yok olacaklarını anladığında ruhunu kılıcına hapsetmiş ve kurtulmayı başarmış. Kendine ait becerileri var. İrade sahibidir ve iyi de bir dosttur.”
“Drealılar neden yok oldular?” sorusunu sordu İllüzyon.
“En antik hikayeye göre, ortada ‘zaman’ kavramı bile yokken, Tanrı Arkeus ve kardeşleri, hiçliğin tam ortasında iktidar savaşı veriyorlardı. Arkeus tüm kardeşlerini alt etti, fakat en büyük kardeşi ve ‘Karatanrı’ olarak bilinen Nazel, yok olmadan hemen önce Arkeus’u lanetledi. Yüce Tanrı Arkeus, kardeşlerinin tümünü alt etmiş ve tek tanrı konumunu kazanmış olsa bile, yarattığı kainat yaralıdır. Lanetlidir. O, tümüyle iyi bir tanrıdır. Saftır, masumdur, günahsızdır. Fakat kardeşi Nazel’in laneti, kainata ‘kötülük’ kavramını sokmayı başarmıştır. Gök Alem yaratıldıktan sonra Yer Alem yaratılır. Yer Alemin ilk ırkları Drealılar, Seramlar ve Paironlardır. Paironlar, yerin kat kat altında, lavların arasında yaşayan bir ırk… Birçok gezegenin dibinde yaşıyorlar. Lega’nın altında da ateşten bir ordu vardı. Nazel’in lanetini taşıyan Paironlar, yüzeye çıkıp Drealıları çok kısa bir sürede yok ettiler. Bir soykırımdı bu.”
“Peki bu saldırının bir amacı var mı?”
“Lanetin tek açıklaması ‘kıskançlık’tır. Nazel’in kıskançlığı… Haseti… Lanetli ırk Paironlar ise, Nazel’in kıskançlığını taşıyorlar. Amaç güzel olan bir şeyi Tanrı Arkeus’un elinden almak…”
“Paironları Arkeus yaratmadı mı?” dedi Buz.
“Evet, ama Paironlar bir kazaydı. Tanrı’nın amacı Drealıları ve Seramları yaratmaktı; fakat haset laneti sebebiyle Paironlar da ‘istenmeden de olsa’ yaratılmış oldu. İyi bir olgunun kötü bir getirisi diyebiliriz. Tanrı Arkeus iyi olan bir şey yarattığında, Nazel’in laneti yüzünden ona karşıt, ve kötü bir şeyler de yaratılıyor. Bu kaçınılmazdır.”
“Böylelikle denge mi sağlanıyor?”
“Hayır… Nazel bunu denge sağlansın diye değil, kainat içten çöksün diye tasarlamıştır. Tıpkı sizin durumunuz gibi…”
Buz’un yüz ifadesi bir anda değişti ve sorgulayıcı gözlerle Folk’a bakıyordu.
“Ne varmış bizim durumumuzda?”
“Sizler ‘semboller’siniz. Bunu anladım. Şaman Nakumex sizleri uyandırmış. Toplamda oniki sembol var. Altısı iyi, altısı kötü… “Bir elin parmakları iyidir.” derken, Şaman Nakumex sizleri kastediyor aslında. Ve bu durumda, iyi olanları tercih etmiş. İyi olan altılıyı; Ateş, Işık, İllüzyon, Buz, Bitki ve Metal…”
“Kötü olan sembolller mi var?” diye şaşırdı İllüzyon.
“Evet… Kara semboller… Ruh, Kan, Kemik, Karanlık, Kristal ve Şimşek… Bu kainatta her şey lanetli ve yaralıdır, sizler bile.”
Semboller suskundu. Düşünüyorlardı. Kara sembolleri ilk kez duymuş, ve varlıklarını tehditkar bulmuşlardı. Folk, düşüncelere dalan ikiliyi fark edip konuyu değiştirme gereği hissetti.
“Kaer’in tedavisi sürüyor Glaar. Vücudundaki zehir kontrolü tümüyle ele geçirmemiş belki ama karın hâlâ felç… Ancak hiç merak etme, yeşil ruhların vebasını tedavi edebilecek birçok adamım var. Ve onunla en iyi şekilde ilgileniyorlar.”
Glaar gülümsemişti.
“Sana minnettarım Folk. Kaer’in iyileşeceğine gönülden inanıyorum. Yardımların bizler için çok kutsal, teşekkür ederim.”
“Laien ve inatçı Antuk konusuna gelelim. İçlerinde yeşil ruhlar var. Çıkartmam gerekiyor. Siz ikiniz bana yardım edeceksiniz çocuklar. Bu aşamada ben farklı bir faza geçmiş olacağımdan, köyümü ve klanımı korumak size düşecek. Anlaşıldı mı?”
İllüzyon bir kafa hareketiyle bunu onayladı; ancak Buz’un sorusu vardı.
“Bizden ne bekliyorsun?”
“Ben yeşil ruhları içlerinden çıkartırken, başkalarına zarar gelmesini önlemenizi istiyorum. Gerekirse savaşacaksınız. Gardiyanımız olun.”
“Pekala, bize uyar.”
“Güzel… O halde başlayalım.” dedi Folk ve çadırı terk etmek için oturduğu yerden kalktı. Semboller de onu takip ettiler.
Çadırdan ayrılan Folk, gecenin karanlığına aldırmadan, dışardaki klan üyelerinin yarattığı kalabalığı yavaşça yararak, köyün hemen dibindeki ormana doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. İki eli de cüppesinin ceplerindeydi. Bir şeyler mırıldanıyordu. Bu mırıltılar, az sonra yapacağı şeyin planıydı; sesli düşünüyordu. Trans, oldukça uzun ve mücadeleli olacaktı.