Kiminin vurgulamaya çalıştığı, kimininse farkına dahi varamadığı bir öfkeyle uyandım. Günün galibi kim olacaktı, pek önemi yoktu. Hava yağmurlu bile değildi. Meteor çarpışmaları sonucu düştüğüm bu gezegende yağmurda dans etmek, var olmaktı. Ki o sahneyi elinde şemsiye olan fötr şapkalı bir adamın filminde görebilmiştim sadece. Bense güneşli bir günde, deniz kenarında oturup yazıyordum. Yazmak, benim için ibadet etmektir. Fakat Tanrı bu durumdan biraz şikayetçi. Onun hikayelerinden daha güzellerini yazabileceğimizi düşündüğünden olsa gerek. Çoğumuzu var eden de oydu, yok edebilecek olan da. Fakat yazarlar kendi kendilerini, kendi cümlelerinde yok edebilirdi. Bu yüzden Tanrı bizi hiç sevmedi. Bizler onun sevmediği kadından doğan hüzünlü çocuklarıyız. Arada gülebiliyor olmamızın tek sebebi annemize yolladığı küçük deniz taşları. Denize saygı duymamızın en büyük nedeni de budur.
Mutlu bir yazar mümkün müydü? Henüz öylesine rastlamamıştım. Ve Franz Kafka’ya bir kez daha hak vermiştim.
“Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız.”