Rüyaların gerçek olduğu bir yerde yaşıyorlardı. Bomboş bir sahil ve ufuğa uzanan deniz… Geceleri denizin sesini, sabahları ise rüzgarın sesini duyarlardı. Ne de huzur vericiydi bu sesler. Kimi zaman bu seslerden yalnızca biri şarkı söylerdi, diğeri sırası geldiğinde başlardı söylemeye. Kuşlar da eşlik ederdi bu güzelliğe. Onlar bu güzelliği bozduklarını zannedercesine çekingen bir şekilde şakırdı. Bilmezlerdi nasıl güzel seslerinin olduğunu. Doğanın orkestrası taş kalpli bir insanın kalbini bile yumuşatabilirdi. Böyle bir güzellik, böyle bir sakinlik, böyle bir barış dünyanın başka neresindeydi?
Bu mekanın sakinleri iki sevgiliydi. Kendilerine küçük bir kulübe yapmışlardı. Mümkün olduğunca az ağaç kullanmaya çalışmışlardı. Buldukları taşlarla desteklemişlerdi evi. Rüzgar sert esmezdi ama “kesin” diye bir yargı söz konusu değildi. Rüzgar bu güzelliği bozmak istemiyor gibi hafifçe eserdi. İnsanın yüzünü gıdıklardı ve oraya küçük bir gülümseme bahşederdi.
Karı koca birbirlerini ne zamandır sevdiklerini hatırlamazdı. Onların sevgisi geçmişe dayanıyordu. İkisi de küçük bir hücreyken birbirleri için yaratıldıklarından habersizdi. Aynı okula gitmeleri, hatta aynı mahallede büyümeleri alevlendirmişti bu kaderi. Çevrelerinde bu sevgiden rahatsız olanlar vardı. Kendi aileleri gibi… Bu sevginin suçlusu kimdi? Kabahat kimdeydi?
Herkesten kaçmışlardı. Yaşadıkları ortam onları reddediyordu, onlar da onu… Birbirlerine sahip oldukları sürece mutlulardı. Tanrının onlara verdiği bu mekanda yaşıyorlardı ya, gerisi umurlarında değildi. Ne aileleri, ne arkadaşları… Gençlerdi hem. İkisinin de kanı kaynıyordu. Yirmi beş yaşında, hayatı sıkı sıkıya anlamaya başlamış iki temiz ruh…
Bu ruhların ailelerinden kaçmaları zor olmuştu. İkisi el ele tutuşup ormana koştuğunda peşlerinden babaları da gelmişti. İki iri yarı adam, ellerinde tüfek, küfürler savuruyorlar, aralarından biri tedirgin, elleri titriyor…
İki haftadır bu kulübedeydiler. Kaçalı bir ay olmamıştı. Genç adam babalarının burayı bulacaklarından endişeliydi. Günlerden bir gün, sevgilisine bu endişesinden bahsetti. “Korkuyorum Yağmur,” dedi genç adam. “Seni koruyamamaktan korkuyorum. Babalarımız iki tüfekle buraya geldiğinde seni korumak için elimden ne gelir? Korkuyorum…”
“Ben de öyle…” dedi Yağmur. “…ama artık sadece ikimiz varız. Sen ve ben. Bizi kimse ayıramaz. Seninle el ele kaçtık, ölürsek de el ele öleceğiz. Seni çok seviyorum Teo. Seni suladığım güllerden daha çok, bulutlardan, güneşten, kutup yıldızından daha çok seviyorum. Yaşadığımız şu dünyada mutluluktan önemli ne var ki?”
Bu konuşma sıcak bir sevişmeyle sona erdi. O gece rüzgar hafif esiyordu, şarkıyı tek başına söylüyordu. İki sevgilinin çıkardığı melodik sesler akşamın orkestrasında çalan aykırı nağmelerdi.
Aradan üç gün geçti. İkinci haftanın sonu gelmişti. Güneş kumları aydınlatıyordu. Kumlardan yansıyan ışık kör ediciydi. Ağaçların yaprakları sabahı hışırtıyla süslüyordu. Denizde, çok uzakta bir yelkenli ilerliyordu. Gün sakin başlamıştı. Bakalım nasıl geçecekti?
Yağmur gözlerini açtığında Teo yanındaydı. Temiz havayı içine çekti ve bıraktı. Rahatlamıştı. Geceleri rahat uyuyamıyordu. Rüyasında babaları geliyordu ve onları ayırıyordu. Yağmur’un elinden hiçbir şey gelmiyordu. Çığlık atamıyordu. Sadece susuyordu. Rüyada olduğunu çoğu zaman geç fark ediyordu. Yağmur’un babası Teo’yu saçından yakalıyordu. Beraber yere düşüyorlardı. Yağmur hain bıçağın parıltısını görüyordu ve o bıçak Teo’nun boğazını parçalıyordu.
Teo derin bir uykudaydı. Sırt kasları kapıdan gelen ışıkla belirginleşmişti. Yağmur onu uyurken seyretmeye bayılıyordu. Onu seyrederken tüyleri diken diken oluyordu. Rüyası aklına geldikçe ağlayası geliyordu. Gözleri doluyordu. Bazen sessizce süzülüyordu bir damla gözyaşı yanaklarından. Pislenmiş giysisine damlıyordu.
Yağmur onu uyandırmadan kalktı. Sevgilisine güzel bir kahvaltı hazırlamak isterdi ama yanlarında getirdikleri bisküvilerden, kurabiyelerden ve çikolatalardan başka bir şey yoktu. Yanlarına bir miktar para da almışlardı. Bununla birkaç şey alınabilirdi ama Yağmur kulübeden çıkmaya bile cesaret edemiyordu. Teo olmadan asla yapamazdı. Kendisini bir karınca kadar savunmasız, bir kedi kadar korkak hissediyordu.
Yaz her yeri etkisi altına almıştı. Tanrının bahçesini bile. Kulübenin arkasından bir ırmak akıyordu ama kurumaya yüz tutmuştu. Yağmur bu kulübeden ne zaman ayrılacağını bilmiyordu. Irmak kuruduğu zaman su içemeyeceklerdi. Yeni bir kaynak bulmaları gerekecekti. Yağmur titrediğini hissetti. Rüyası zihnini çimdikleyip duruyordu.
Yağmur saçlarını karıştırdı. İki haftadır saçını yıkamadığı için saçı kaşınıyordu. Evi vardı bir zamanlar. Ama nasıl bir evdi orası? Her çocuğun arzuladığı, bacasından duman tüten o şirin evlerden mi yoksa bir çocuğun kabusunda dahi göremeyeceği kadar korkunç evlerden mi?
Daha iyi bir hayatı olması için neleri vermezdi. İyi bir ailesi olsun istemişti her zaman ama Yağmur ne zaman mutlu olsa onlar araya girmişti. Mutluluk onlara bir iğnenin ucu gibi batıyordu. Annesi babasına göre daha temiz kalpliydi ancak kocasının gölgesi onu da etkilemişti. Kocası ne derse kadın da o diyordu. Annesi güzel görünmeyi severdi ama bunda başarılı olamazdı. Saçlarını topuz yapardı ve her zaman siyah giyerdi. Bir keresinde babası Yağmur’a annesi gibi giyinmesini söylemişti. Bir tartışma başlamıştı sormayın gitsin! Yağmur evden kaçmıştı ama diğer kavgaların sonunda yaptığı gibi evine dönmüştü. Ona bu hayata sımsıkı tutunmasını söyleyen, onu avutan ve onun yanında olan tek kişi Teo’ydu. Biricik Teo’su…
Teo’nun ailesi farklı değildi. Yağmur’un annesi ve onun annesi senelerdir arkadaştı. Birbirlerini her gün ziyaret ederlerdi. Kendini beğenmiş her anne gibi onlar da kendilerini kanıtlamaya çalışırlardı. Teoman böyle yaptı, Yağmur şöyle yaptı, benim çocuğum daha zeki, seninki beş para etmez… Bu hususta tartıştıkları olurdu fakat onlar iyi dostlardı. Aralarında bir çelişki yaşarlarsa bunu unutuverirlerdi. Onlar sohbete dalmışken Teo ve Yağmur dışarıda, herkesten uzak bir yerde bir ağacın altına tünerlerdi. Oracıkta sevişirlerdi. Birisi görecek olsa buna zina derdi. Alırdı silahı eline, indiriverirdi ikisini.
Yağmur bunları düşünürken Teo gözlerini açtı. Yağmur’la göz göze geldi. Sarıldılar.
“Günaydın,” dedi Yağmur.
“Günaydın,” dedi Teo pes sesiyle. Yağmur’un saçlarını okşadı. “Her zamanki gibi çok güzelsin.”
Yağmur gülümsedi. Ardından gülümsemesi soldu. “Sana kahvaltı hazırlamak isterdim ama…”
“Buradan ayrıldığımız zaman kahvaltıyı ben hazırlayacağım,” dedi Teo. Kıyafetlerden oluşan yataktan kalktı. Gerindi. Sırtı ağrımış olmalı ki yüzünü buruşturdu. “Hatta önce şu yatak işini hallederiz,” dedi. “Biri sırtımı yumruklamış gibi kalkıyorum.” Yağmur’a baktı. “Yoksa sen mi yumrukluyorsun?”
“Evet Teo her gece sen uyurken seni yumrukluyorum,” diye güldü Yağmur. “Mutluyum.”
“Buna daha farklı bir çözüm bulmamız gerekecek.”
Öpüştüler.
Yağmur ona ırmağın kuruması hakkında duyduğu endişelerden bahsetti. Günü su kaynağı aramakla geçireceklerdi. Bulurlarsa bir hafta daha kulübede kalacaklardı, bulamazlarsa bir gece daha.
Yaşadıkları yerden ne kadar uzakta olduklarını bilmiyorlardı. Hiçbir araca binmemişlerdi çünkü oralarda araç yoktu. Tatil yapmak için köye gelmişlerdi. Aşkları orada fark edilmişti ve arkasında belalar getirmişti. Şimdi Teo’nun elinde bıçak, kaybolmamak için ağaçları işaretleyerek ilerliyorlardı. İçinde yürüdükleri orman büyüktü. Çevrelerindeki ağaçlar, sincaplar, kulakları okşayan kuşların ezgileri… Doğa çığırıyordu. Her yerden yaşam fışkırıyordu. Teo’nun ve Yağmur’un birbirlerine duyduğu sevgi de doğanın bir parçasıydı. Tensel tutkunun yerini alan bu maneviyat her şeye bedeldi.
Aradıkları su kaynağını bulamadılar.
Yağmur, “Dönsek iyi olur,” dedi. “Hava kararıyor.”
“Çok mu yoruldun?”
“Yorulmaktan değil.” Nefes nefese kalmıştı. “Karanlıkta hangi hayvanın çıkacağı belli olmaz. Karanlık çökmeden kulübeye dönelim.”
“Ama su kaynağı bulamadık.”
Teo haklıydı. Yağmur, “Irmak henüz kurumadı,” dedi. “Bu gece de kulübede kalırız. Ertesi gün yola çıkarız. Otoyola çıkarsak otostop çekebiliriz.” Babalarının onları araca alma düşüncesi Yağmur’u dehşete düşürdü. “Ya da bir benzinciye rastlayana kadar yürürüz. Ne bileyim…” Bu kaçışın nereye kadar süreceğini bilmiyordu. Babaları onları elbet bulacaktı çünkü hızlı hareket etmiyorlardı. Bir yerde günlerce kalıyorlardı.
“Kulübeden yarın ayrılıyoruz,” diye onayladı Teo. “Hem… Eğer babalarımız bizi bulursa…”
“Bunu konuşmuştuk.”
Eve dönene kadar hava kararmıştı. Doğanın ezgisi sessizliğe bürünmüştü. Kuşlar ötmüyordu, cırcır böcekleri susmuştu. Sanki her canlı nefesini tutmuştu, bir şeyin gerçekleşmesinden korkar gibi. Yağmur’un karnı ağrıyordu. Tarif edemediği bir endişe vardı içinde. Bunu Teo’ya söylemek istedi ama kelimeler karıştı. Yağmur, Teo’nun elini kendi elinde hissettiğinde kötü düşünceler bir an olsun gitti ama kulübenin önündeki iki adamı görünce…
Yağmur çığlık atmak istedi.
Bir adam kulübenin boş kapısının önündeydi. Adam içeriye bir şey söylüyordu ama ne dediğini anlamak zordu. Işık yetersiz olduğu için adamın kim olduğu da belli olmuyordu. Birkaç saniye sonra kulübedeki adam da çıktı. Yağmur iki adamın elindeki tüfekleri fark edince bayılacak gibi oldu. Bunlar… Ama hayır! Onları nasıl bulmuşlardı?
Teo Yağmur’u bir ağacın arkasına çekti.
“Yağmur…” dedi Teo. Yüzü kıpkırmızıydı. Kırmızılık loşlukta bile belli oluyordu. “Bu adamlar…”
Kelimeler çıktığında Yağmur ağlıyordu. “Bizi buldular.”
İkisi de ne yapacaklarını bilmiyordu. Sadece durdular. Hayat onlara korkunç bir hamle yapmıştı ve onlar bu hamleye nasıl karşılık verileceğini bilmiyordu. Babaları onları öldürmek için buradaydılar. Bir baba kendi evladını nasıl öldürebilirdi? Yağmur babasını düşündü. Babası, Yağmur küçükken ona masallar okurdu. Yağmur geceleri uyuyamadığında onun tek yardımcısı babasının anlattığı hikayelerdi. Yağmur büyüyünce her şey değişmişti. Beden yaşlanınca ruh da yaşlanmıştı.
Babalar konuşmaya başladı.
“Ne yapacağız?” diye sordu Yağmur. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor, kirli toprağa damlıyordu.
“Gideceğiz.”
“Peki eşyalarımız ne olacak? Paralar kulübede.”
“Geri döneceğimizi biliyorlar,” dedi Teo. “Kulübeden ayrılmayacaklardır.”
Yağmur da kaçmak isterdi fakat Tanrının bahçesini öylece bırakmak ona acı gelirdi. İki haftadır burada kalıyorlardı ve Yağmur buranın büyüsüne kendisini kaptırmıştı. Ayın gülümsemesi, kumların sıcaklığı, güneşin parlaklığı, ağaçların yeşilliği, her sabah onu uyandıran cırcır böcekleri, yaptıkları şirin kulübe, Teo’yla geceleri sevişmeleri, Teo’nun Yağmur’un kulağına onu sevdiğini fısıldaması… Hayır. Yağmur burayı bırakamazdı.
“Öylece çekip gidemeyiz Teo,” dedi Yağmur.
“Öylece kulübeye de giremeyiz. Hem… Bekle. Ne yapıyorlar?”
Kulübeye girmişlerdi.
“Bizi bekliyorlar,” dedi Yağmur. Korkudan elleri titriyordu. “Biz… biz gitmeliyiz. Onlarla konuşmalıyız.”
“Bizi dinleyeceklerini mi düşünüyorsun?”
“Onlar bizim babalarımız! Elbette bizi dinleyeceklerdir!”
Teo başını iki yana salladı. Gözleri Yağmur’u delip geçiyordu. “Onlar artık bizim babamız değil.”
“Teo yalvarırım,” dedi Yağmur. “Ben de korkuyorum ama burayı öylece terk edemeyiz. Bütün eşyalarımızı burada bırakamayız. Hem hani buraya geri dönecektik? Çekip gidersek bu cenneti özlemeyecek miyiz?”
“Ben…”
“Lütfen Teo!”
“Peki tamam,” dedi Teo gönülsüzce. Söylerken sesi titremişti. “Ama sen arkamda kalacaksın.”
Kulübeye yürümeye başladılar. Kumlar hala sıcaktı. Yağmur’la Teo’ya yardım ediyorlardı. Ayak sesleri çıkmıyordu. Yağmur Teo’nun elini sımsıkı tutmuştu. Kulübeye yaklaştıkça Yağmur’un karnı iyice ağrımaya başlamıştı. Vücudu kulübeye gitmemek için direniyordu ama bacaklar buna itiraz ediyordu. Kulübenin içinde onları ölüm bekliyor olabilirdi, umut da bekliyor olabilirdi. Adımlar hızlandı. Yelkenli hala uzaktaydı. Işıkları yanıyordu. Su, ölüm karanlığıydı.
İçeride ışık yanıyordu.
“Hazır mısın?” diye fısıldadı Teo. Yağmur cevap vermedi. “Hala geri dönebiliriz.”
“Hayır.”
Kulübeye girdiler.
İşte oradaydılar. Arkaları kapıya dönüktü. Eşyaları karıştırıyorlardı. Yağmur babasını gördü. Bohçadaki paraları cebine dolduruyordu. Teo’nun babasını gördü. Adam kurabiyeleri yiyordu. İkisi de hırsız bir domuz gibiydi. Kendi evlatlarını sömürüyorlardı. Nasıl yaratıklardı bunlar?
“Baba…” dedi Yağmur.
Adam olduğu yerde zıpladı ve arkasına döndü. Yağmur’u görünce dondu. Teo’nun babası da dönmüştü. İki evlat iki baba birbirine bakıyordu. İki taraf da ne diyeceğini bilmiyordu.
“Kızım.”
Yağmur’un sözleri öfke doluydu. “Burada ne yapıyorsunuz?”
“Sizi arıyorduk.”
“Ne için?”
“Öldürmek için.”
Yağmur boğulacak gibi oldu ama konuşmayı başardı. “Peki neden?”
“Günah işlediniz.”
“Ne günahı baba?”
“Zina.”
Zina. Kelime Yağmur’un zihninde yankılandı. Zina. Saçma günah, saçma suçlama. Zina. Artık herkesin yaptığı şey değil miydi bu zina?
“Biz birbirimizi sevdik,” dedi Teo. “Buna karışamazsınız.”
Teo’nun babası konuştu. Oğluyla aynı pes sese sahipti. “Bize ihanet ettiniz.”
“Size ihanet etmedik baba!” dedi Teo. “İki insanın birbirini sevmesi suç mu?”
“Tanrının bahçesinde yargılama hakkı bize düşmez,” dedi Yağmur’un babası. “Tanrı bize günahkarları öldürmemizi emretti. Bu kişiler kendi evlatlarımız olsa bile. Her şey kitapta yazıyor.”
“Siz çok yanlış anlamışsınız.”
İki adamda tüfeği almıştı. Yağmur’un ve Teo’nun elleri birbirine kenetlenmişti.
“Gidelim,” dedi Yağmur.
Tüfek patladı.
Teo’nun çığlığı gecenin sessizliğini bozdu. Saçmalar Teo’nun elini parçalamıştı.
“Teo!” diye haykırdı Yağmur. Yara korkunçtu. Teo’nun sağ elinin parmaklarından üçü kopmuştu. Bileği sarkıyordu. “Teo gel!”
Beraber ormana koştular.
Teo’nun kanı kumda iz bırakıyordu. Kan, ay ışığında aykırı bir leke gibi duruyordu. Teo’nun çığlıkları denizin ezgisini bozuyordu. Yağmur sevgilisini sağlam elinden tutmuştu ve onu çekiyordu. Teo’nun gözyaşları yağmur gibiydi. Sevgilisi acı çekiyordu ve Yağmur’un yapabileceği hiçbir şey yoktu. Her şey onun suçuydu. Teo’yu dinseleydi böyle olmayacaktı.
Tüfekler patlıyordu. Saçmalar ağaçlara çarpıyordu. Bazıları kumlara düşüyordu ve kumları kaldırıyordu. Çıkan ses sağır ediciydi. Babaların küfürlerini duydu Yağmur. Onları ellerinden kaçırmak istemiyorlardı. Tanrının bahçesinde bir kaçış… Yağmur ve sevgilisi ölürse Habil’den ve Kabil’den sonra kaçıncı cinayet olacaktı bu, kim bilir?
Ormana girmişlerdi ve tüfeklerin mermileri bitmişti.
Babalar tüfekleri attılar ve son hızla sevgililere koşmaya başladılar.
Yağmur bastığı yere dikkat ediyordu. Takılmamaya çalışıyordu. Takılırsa her şey biterdi. Teo çığlıklarına devam ediyordu. Çığlıklarına öfke de karışmıştı. Yağmur babasına öfke beslediğini fark ettiğinde üzüldü. Böyle olmasını istemezdi.
Teo ve Yağmur yavaştı, babalar ise hızlı.
Teo’yu tam yakalayacaklarken Teo sağlam eliyle Yağmur’un babasının suratına vurdu. Teo’nun babası Yağmur’a saldırdı. Adam Yağmur’un üstüne çullandığında kız tırnaklarını adamın suratına geçirdi. Adam haykırdı ve geri çekildi. “Gel!” diye bağırdı Yağmur ve koşmaya başladılar.
Ormandan çıkmışlardı. Tanrının bahçesine gelmişlerdi tekrar. İleride deniz vardı ve hemen orada yelkenli…
“Denize!” dedi Yağmur. “Koş!”
Koştular.
Babalar güçlerini toplamışlardı. Onları bir kez daha yakaladılar.
Yağmur’un babası kızını saçından yakaladı. Yağmur çığlık attı. İkisi beraber kumlara gömüldüler. Babasının yüzü öfkeden kıpkırmızıydı. Adam Yağmur’un yüzünü yumruklamaya başladı. Kız darbelerden kurtulamıyordu. Adamın ellerini tutmaya çalışıyordu ama kızın gücü kalmamıştı. Bir yumruk daha, bir yumruk daha ve sonra daha serti… Yağmur’un başı dönmeye başladı. Burnunun kırıldığını hissetti. Biri babasını ittiğinde Yağmur ne olduğunu anlamamıştı. Teo Yağmur’u kaldırdı ve denize koşmaya başladılar.
Ayakları suya girdiğinde Yağmur’un hissettiği şey huzur oldu. Su yüzündeki kanı silmişti. Teo haykırıyordu çünkü tuzlu su elindeki yarayı yakıyordu. Bir süre sonra ikisi de acılarını unuttular ve yelkenliye yüzmeye başladılar. Babaları suya girmedi. Onları izlemekle yetindiler.
İki aşık suyun altında el ele tutuştu. Suyun altında yüzmeye başladılar. Karanlık her yerdeydi ama ışık ilerideydi. Umut ışıktı ve onlar da ona doğru yüzüyordu.
Tanrı cevap vermiyordu. O neredeydi? Yok muydu? Yağmur umursamadı. Yüzmeye devam etti. Tanrının bahçesi geride kalmıştı.
Bir gün döneceğim, diye düşündü Yağmur.
Suda kayboldu. Yanında Teo, zihninde Tanrının bahçesi…