Anneannemin penceresinden dünyayı seyretmekten keyif alırdım çocukken. Dut, ceviz ağaçları, birbirinden renkli ve mis kokulu çicekler, dar sokaklarda karşılıklı duran içten, güler yüzlü taştan evler, herbirinde renkli düşler, bir de sürekli içine düştüğüm ısırgan otları. Bilerek mi ısırtırdım o otlara kendimi yoksa tadımı çok sevdiklerinden onlar mı gelir ısırırdı beni hala muamma bir konudur benim için.
Pencerenin geniş pervazında oturur, geleni geçeni seyrederdim. Arkadaşlarım oradan beni oyuna çağırır, tombul, güler yüzlü komşular
oradan bana el sallar, kelebekleri oradan seyrederdim. Hiç bir kelebeği yakından görmüşlüğünüz var mıdır bilemem ama görmediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir. Çocukken daha basit sebeplerden severdim onları. Renkleri, desenleri ve zariflikleri hoşuma giderdi. Hep peşlerinde koşar onları yakalayıp sevmeye çalışırdım. Bilemezdim onları severken aslında onlara kötülük ettiğimi. Böcekten sayıldığını çocukken öğrenmiştim ama böceklerden tiksindiğim halde kendini böylesine geliştirebilen bir böceği takdir etmek gerek diye düşünmüştüm çocuk aklımla ve sevmeye devam etmiştim.
Kelebekler; yumurtadan tırtıla, kozadan kelebeğe dönüşme aşamasında geçirdikleri evrimle gerçekten büyüleyicidirler. Kılıktan kılığa girip en sonunda gerçekten ne olmak istediklerine karar verip ellerinde ayna ”evet, işte bu benim” dedikleri an bırakıyorlar değişmeyi sanki. Her konuda kendilerinden öyle eminler ki… Mesela, kendilerine uygun eşleri bulmakta oldukça başarılıdırlar, kesinlikle yanılmazlar. Çifteşme döneminde etrafa güzel kokular yayarlar ve 11 km öteden kendilerine uygun eşi kokuları sayesinde bulurlar. Çocukluktan itibaren başlayan tüm erkekleri koklama saplantım meğer, kendime uygun erkeği bulma çabamdan başka bir şey değilmiş yani bana deli muamelesi yapıp kendimi tuhaf hissetmeme sebep olan tüm insanlar anlayın, amacım oldukça ulvi ve doğaya uygun bir hareketmiş. Ama kelebek olmadığımdan mıdır neden bilinmez bunca geçen zamana rağmen koklayarak doğru erkeği bulma çabam maalesef sonuçsuz kalmıştır. Ne kavun ne de kelebek olmayan adı üstünde insanoğlu, koklayarak anlaşılmazmış, konuşarak ise hiç anlaşılmadığı tecrübeyle sabittir.
Kelebekler, tırtılken onları koruyacak kimseleri olmaz, tek başlarına hayatta kalmaya çalışırlar. Bu terkedilmişlik hissiyle, yemeğe vururlar kendilerini. O kadar çok yer ki, hızla büyür, derisi soyulur ve sürekli dönerek vücudu etrafında koza oluşturur. Terkedilmişliğin acısı onları güçlendirir, güzelleştirir. Kendimi terkedilmiş hissettiğim çocukluk dönemim oldu benim de aslında. Babamın askerde olduğu zamanda evin karşısındaki inşaatta çalışan işçilere baba diye haykırmam, annemin öğretmen olduğu için beni anneanneme bırakması terkedilmiş hissetiriyordu o dönemde demek ki. Bu yüzden anneannemim peşini asla bırakmamış, onla beraber uyumuş, tuvalete bile gitse kapısında bekleyip gözümün önünden hiç ayırmamıştım. Psikopat bir tırtıldım işte ben. Ve yine sokaklarda yürümek yerine niye dönüp durduğumu, makarnayla bile ekmek yediğim o dönemlerin aslında tırtılın kelebek olma çabasından başka bir şey olmadığını anlamak zamanımı almıştı. Terkedilmiş tırtıl büyümeye çabalıyordu işte! Ama henüz oluşturduğum kozadan çıkabilmiş değilim. İçimdeki kelebeğe sesleniyorum; ”Çık içimden artık!”
Bazı kelebekler göç etmeye çabalar ama ömürleri yetmez ne yazık ki. Bu göçü torunları tamamlar ancak. Kendilerine uygun yemekleri, düşmanlarından nasıl korunacaklarını hatta kendilerine uygun partneri bulmalarında gösterdikleri başarıyı yakalayamazlar ölümde. Nesilden nesile aktarılan bir hikayeleri de olamadığından vazgeçmezler bu göçten. Hep hayalini kurduğum sırtımda çanta diyar diyar gezme hayali yine içimdeki kelebeğin sürekli beni dürtmesinden kaynaklandığını da biliyorum aslında. Ama bu yolculuğu tamamlayamamaktan, tamamlayacak bir neslimin henüz oluşmamasından ötürü köklerimden fazla uzaklaşmayarak ancak Akdeniz, Ege kıyılarını gezerek tamamladığımı düşünerek içimdeki gezenti kelebeği susturmaya çalışıyorum.
Kelebeklerin başka bir türü de, çürük muzlarla beslenmeyi sever. Çürümüş muzlarda düşük oranda alkol bulunduğundan kafaları hep güzeldir bu kelebek türünün. Tabii bir şişe açıp içebilecek durumda olmadıklarından çürük muzlarla beslenen kelebeğin aksine ben o kudrete sahip bir insandım. İçmediğim zamanlarda ise kafası güzel o kelebek yüzünden hep sarhoş gezerim ben. ”Sürünen bir tırtılken çalış, çabala kelebek ol
sonra da öl git. Adaletin bu mu dünya!” diye emdiği her çürük muzla isyanını bastırmaya çalışan kelebekle aşağı yukarı aynı sebeplerden dolayı içiyorum ben de. Bir başka türü ise, bazen ileriye doğru bazen de geriye doğru uçarlar. O yüzdendir hayatımda geri geri gittiğim hiç ilerleyemediğim sonra hızla koşarak çok yollar katettiğim ve yine aynı hızla gerilediğim anlardan sonra hep olduğum yerde sayıklamaktan başka birşey yapmadığımı farkettiğim anlarımda kelebekleri suçlamayı çok insani bir davranış olarak görüyorum. At suçu kelebeğe, rahatla!
Zehirli türleri de vardır. Zehirli sütleğen bitkisiyle beslenir bu zehre karşı bağışıklığı vardır ve bunu düşmanlarından korunmak için
kullanır. Düşmanlardan korunmak insan için o kadar kolay olmuyor elbette. Bas zehiri düşmana, kurtul olmuyor dünyada. Katil diyorlar, hapse atıyorlar. Hak var hukuk var diyorlar. Diyorlar da diyorlar ama bir insan kulu da düşmanlarınızdan kurtulmanın 100 ayrı yolu gibi bir şeyler öğretmiyor insana. O yüzden sürekli yeniliyorsunuz, tekmelenip, yuvarlanırken bu da olmadı başka birşey denemeli diye savunma mekanizmaları oluştururken buluyorsunuz kendinizi. Saçma sapan insanlık hallerimin hepsi bu mekanizmaların harekete geçmesiyle ilgili olduğunu biliyorum ama ne bu hallerden kurtulmayı başarabiliyorum ne de kendimi savunmayı öğreniyorum. Sen de vur!
Kelebeklerin yumurtlama döneminde de değişik, kendine has davranışları vardır. Bazıları yumurtalarını üst üste dizer, bazıları daire şeklinde dizer. Yumurtalarımı elime alma imkanım olsaydı onları üst üste dizip sonra da yakıp şenlikler düzenlerdim. Şenlik ateşimin etrafında dans etsin herkes. Kelebekler aylarca tırtıl olarak yaşadıkları halde kelebek haline dönüşünce maalesef ölüme de yaklaşmış olurlar. Bir gün yaşayanı da vardır birkaç hafta yaşayanı da. Hayatlarının bu en güzel zamanlarında tek amaçları; kendine uygun eşini aramak, çiftleşmek, nesillerini devamını sağlayabilmektir. Bunun için doğuyoruz, boşuna inkar etmeyelim. Hayatımızın aşkını bulup mutlu mesut yaşamak ve mutlu nesiller yaratmak için. Doğamızın amacı bu ama kurduğumuz dünyanın amaçları peşinden koşarak içimize saklayıp inkarlarımızla bocaladığımız bu hayatta bu yüzden acılar çekiyoruz işte. Ve ölürken anlıyoruz bazı şeyleri. İçimdeki o kelebek arayıp duruyor, ben inkar edip dünya düzenine uymaya çalışıyorum lanet kelebek huzur vermiyor. Ölsene sen de her kelebek gibi diyorum, ölmüyor.. Kozasında saklanmış emirler vermeyi biliyor ancak. O emirleri yüzünden beni ne hallere soktuğunu bilmiyor, Şaklaban ettin beni bu dünyaya diyebiliyorum, gülüyor.
Chuang Tzu kadar kafam karışık benim de işte; Rüyamda bir kelebek olduğumu mu gördüm yoksa şu an insan olduğunu düşleyen bir kelebek miydim, bilmiyorum…
Terbiyesiz kelebek!