Neyi düşünüyoruz, sessiz ve kendimizle kaldığımızı varsaydığımız zamanlarda?
Geçmişin hatıralarında derlediğimiz, üstüne yorum yapabildiklerimize ‘deneyim’ dediklerimizi mi?
Gelecek ait olmasını dilediğimiz hayallerimizden toparladığımız ‘umut’ dediklerimizi?
Bugünlerde ben hiçbirini düşünmüyorum. Nereden geldiğini bilmediğim bir rahatlık ve huzur ile yaşamlaşmaya devam ediyorum. Yaşadıklarımın, yaşayacaklarımın veya yaşattıklarımın asla ve asla olumsuz, kötü, istenmeyen olmayacağına dair güçlü bir inancımla yoluma devam ediyorum.
Hayatın içinde, farklı yaşantılardan gelip, farklı yaşantılar yaratırken, birbirimize bilemediğimiz, öngöremediğimiz noktalarımızdan, yerlerimizden dokunurken, kendimizi ‘ihtimaller denizi’ içinde buluveriyoruz. Aynı adı paylaştığım bir dostumun, güzel bir yemek ve içecek eşliğinde, güzel bir mekânda yaptığımız sohbetinde girdi dünyama : ‘ihtimaller denizi’
Daha öncesinde her şeyin ‘muğlâk’ olduğu bu hayat için söyleyebileceğimiz en güzel ad tamlaması belki de…
Ben denizlerde buldum hep ruhumu. Denizlerde güvende hissettim kendimi. Ayaklarım yere sağlam basarken değil, beni havada tutabilmek salınım yaptıklarında, güvendeydim, yaşıyordum. İşte o anlarda anladım, aslında ‘durmanın’ da bir hareketi olduğunu… En sessiz anlarımızda en güçlü çığlıklarımızı atabildiğimizi…
Ben toprakları sevemedim. Bitişi belli, sınırı görülen, sonunu kendi bile değil taşların tayin ettiği toprakları… Ancak denizler hiç bitmezdi, her yerdeydi. Ruhumun ve bedenim olmayı dilediği gibi…
Bu yüzden kendimi hiçbir zaman, bir yere, bir bedene, bir oluşa ait hissedemedim…
Kendim olduğumu varsaydığımın bile, ‘çevre’min toplamından etkileştiğini düşündükçe, kendime de ırak düştüm ama üzülmedim. Sonra elbette sordum:
‘’ Kendimi bile ne kadar tanıyorken, başkalarını ve insanları; ne kadar tanıyabilirim? ‘’
Bilişler, bilmeyişler, görüşler, unutuşlar, hatıralar, bellekler, yaşamak hevesleri, yaşamlaşmalar, konuşmalar, dokunuşlar, temaslar, görümleşmeler…
Hepsi ne içindi? Hepsi ne içindi?
Suda doğan balık, doğduğu yeri bilmeden, fersahlarca yaşar ve ölürdü. Toprakta doğan çiçek, doğduğu ve öldüğü yerden başkasını bilmeden, onlarca uçanla tanışır, yaşar ve ölürdü. Ne ‘balık’ olmayı yeğledim, ne de ‘çiçek’; ama zamanın kavruk ellerinde doğduğumu bildiğimden, nereye gitsem hep ‘’yeni toprak’’ belledim. Ödünç almadan, takas etmeden, ‘ticari’leşmeden, kendimce oldum bittim, söyledim dile geldim ve yenilendim.
Şimdi hep daha iyiye, daha güzele, daha olumluya gidişimin enerjisini sorgulamadan, akışında.. ve de bilemediklerimin ‘cehaletinin mutluluğu’ ile gülümsüyorum.
Zamanın fraksiyonlarından birinde de demiştim ya… Yaşamlaşıyorum..