- Ne yapıyorsun?
- Hikaye yazdım. Onu temize çekiyorum
- Tabi sen de istersen.
Genç adam evden çıkıp gideceği yere giderken aklında “Neden bu tesadüf dedikleri şeyler benim başıma gelmiyor?” düşüncesi sürekli kendini tekrarlıyordu. Tesadüfün onu da bulacağını bilseydi düşünmezdi. Bazı şeylerin olması için uzun zamanlar geçmesi gerektiği düşüncesine hep sinir olurdu. Onu en son ne zaman görmüştü? Hatırlamıyordu. İstediği şeyin istediği anda olmaması, uzun zamanlar sonra olması moralini bozardı, ama yine de isyan etmez “vardır bunda bir hayır”, demeyi sürdürürdü. Onu gören dinlerdeki şükür politikasının ne kadar çok işe yarar bir politika olduğunu hemen anlardı. Belki de bu politikaydı insanları hayatta tutan. İnsanın hayatta kalmak için nedenleri olmalıydı. Şükretmek de bu nedenlerdendi. Tesadüfle karşılaşınca yakındığı için önce utanacak, sıkılacak, kızaracaktı; sonra her zaman yaptığı gibi “Varmış daha önceden tesadüfle karşılaşmamış olmamın bir nedeni”, diyecek ve düşünce zinciri halkalarını birbirine eklercesine “geç de olsa karşılaştık. Şükür”, diyecekti. Yine de geleceğini bilmediği için yakınıyordu. Üstüne üstük ilk kez isyan ediyordu. Sanki isyan etmezsek, sesimiz çıkmazsa birileri istediğimizi vermemekte hep zamanı ileri atıyor gibiydi. inançta bir yerde siyaset gibiydi ona göre. Geleceği bilememek de isyanı arttırıyor sonrasında da şükrettiriyordu.
Köşeyi döndükten sonra bakkala girdi. Çikolata aldı. Açarak bakkaldan çıkmak istedi. İsteğini gerçekleştirmek için bu sefer geç kalmak istemiyor gibi hızlı adımlarla çıkışa giderken çikolata poşetinin yanından tutarak poşeti yırttı ve yırtılan yerden çikolatayı çıkarmaya çalışırken deliği genişletti. Poşet yırtıldı. Çikolatadan bir ısırık alarak bakkaldan çıktı. Tesadüfle karşılaması aynı anda oldu. Onula tesadüf aracılığıyla o bakkalda karşılaştı. Elinde poşeti yırtılmış, ısırılmış yarım çikolata dişlerinin arasında erirken karşısında o vardı. Kadının elleri doluydu. Elindekileri yere koydu. Kollarını salladı. Çikolata erimekte zorlanıyordu. Ağzı salya sallamıyor, dişleri çikolatayı gevemiyordu. Çikolata ağzının içinde hapsolmuş eriyip mideye ulaşmaya, özgürlüğü bulmaya çalışıyordu. Tek kurtuluşu ağzın sıcaklığından yararlanarak bir an önce erimek ve çocuğun ağzında olduğunu hissettirip kendisini yutkunmasını sağlamaktı. Kadın terlemişti.
Çikolata ağzında erimeye çalışırken mütemadiyen karşısındakine bakıyordu. O sırada içeri üç tane bisikletli genç girdi. Kadınla aynı anda kafasını döndürüp gençlere baktı. Acaba ona baktığını fark etmiş miydi? Bilmiyordu. Bisikletin tek ulaşım aracı olduğu küçük bir adaydı yaşadığı yer. Girişinde de kocaman harflerle BU ADADA BİSİKLET KULLANILIR! yazıyordu. Belediye başkanı, kamu görevlileri, emekliler, çocuklar, genç erkekler ve genç kızlar, anneler, babalar adaya yeni gelenler herkes bisiklet kullanırdı. Ada o kadar küçüktü ki herkes herkesi tanırdı. Hatta adadaki kuşlar, böcekler bile birbirlerini tanırdı. Gençler de birbirlerini tanırlardı. Kahramanımız da üç genci tanıyordu. Biri halasının oğluydu ve diğer ikisi de ikizdiler ve sınıf arkadaşıydılar. Onu görünce selam verdiler, ama sonradan fark edilmediklerini anlayınca çocuklar gibi “herhalde bize küs”, diyerek bakkala girdiler. Kahramanımızsa mütemadiyen bakınmaya devam ediyordu. Tesadüf hanım karşısındaydı ve o da onun gibi ona bakıyordu. Fark etmişti. Film gibiydi ama film değildi. İkisi de birbirine bakıyor ve hareket etmiyorlardı. Sanki usta bir heykeltıraş onları yapmış ve oraya koymuştu. Gençler ellerindeki çikolatalarla, cipslerle, biralarla bakkaldan çıkıp bisikletlerine binerek oradan uzaklaştıklarında onlar hala bakınıyorlardı.
Bakınmaya az zaman sonra bir kişi daha eklendi: Bakkalcı. Bakkalcının kötü bir adam olduğu söylenemezdi. Zaten bakkalcılar kötü adam olamazlardı. Adada sevilen biriydi. Kır saçlı, kısık gözlü, tombul yanaklıydı. Onları fark edince gülümseyerek o da onlara bakınmaya başladı. Yanlarına gitti. Onlara yaklaştı yavaşça “Hadi gelin” dedi. İkisi de birbirine bakarken aynı anda bakkalcıya döndüler, aynı anda aynı ayakla ilk adımı atıp bakkalcının peşinden gittiler. Aynı anda sandalyeye oturdular. Onlar için he şey o kadar aynı anda yaşandı ki kıyamet olsa aynı anda öleceklerdi ve o meşhur köprüden aynı anda geçecek aynı anda sorguya çekileceklerdi. Kıyamet olmadı, köprüden geçilmedi, sorular sorulmadı. Olan tek şey vardı; bakılmaya devam ediliyordu. Oturularak. Nihayet tesadüf onları karşılaştırmıştı.
Akıllarından geçen düşüncelerse birbirine benziyordu: “Şimdi ne olacak? “Nasıl merhaba diyeceğim?” “Keşke konuşsa.” Birsi selam vermeli ve girişi yapmalı “Selam”, “Nasılsın?”, gibi tek kelimelik cümleler kurmalıydı. Konuşma başlamalıydı. Erkek kızdan kız erkekten bekliyordu. Söz beklenmeyen yerden geldi: Bakkala gelen yaşlı kadından. “Nasılsınız çocuklar?”. Cevaplar aynı anda verildi “İyiyiz”. Benli değil bizli cevaptı. Tesadüf kaderle birleşiyordu. Kadın gittiğinde de kaderle tesadüf artık birleşmek istiyorlardı ve etrafta suskunluk hakimdi. Tek ses bakkaldaki soğuk satışlarının olduğu dolabın çalışma sesiydi. Zaten evdeki sessizliği de bozan o ses değil miydi. Dolap hep bir düzen bozucu rolündeydi. Baklacı, dolaba kafa tutarcasına sessiz kalmayı seçti ve yanlarından ayrıldı, kasaya gitti, gelecek müşterilerini bekledi.
İçeri bir kelebek girdi. Çocuk omzuna konan kelebeği gördü. Bir an kelebeğe döndü ve kelebekle göz göze geldiler. Kafasını az kelebeğe doğru eğse kelebeğin antenlerini gözlerinin içinde hissedebilirdi. Eğmedi, hissetmedi, düşündü. Kelebeği yakalamayı onu sahiplenmeyi düşündü. “O benim kelebeğim olsa ona ne ad veririm”, diye düşündü. Sonra durdu. Kelebeğe bakınmaya başladı. Utandı. Ona isim vermekten vazgeçti. Birine isim vermek onu o isme mahkum etmekti. Kendi adını ve bir zamanlar isimsiz olmak istediğini hatırladı. İsimsiz olmak özgür olmaktı. Onu ismiyle çağıran olmaması demekti. İsimsiz ve özgürdü. Bağımlı ve bağlı değildi bir yere, birilerine hatta kendine bile. İsim bağlanmaktı, özgür olamamaktı. Kulağa fısıldanan ad ruha geçirilen ilk kelepçeydi. Utandı. Kelebeğe isim vermekten vazgeçince yüzü güldü. Utanmıyordu, mutluydu. Kelebek de zaten bir isimdi ve başka bir özgülük halkasına gerek yoktu. Oysa köpeğe Tom diyorlardı. Köpeği düşündü. Üzüldü. Tanrının çocuklara günah yazmazken anne babaların günahsız çocuklarına bağırmalarına da, günahsız çocukların ölmelerine de aklı almıyordu. Çocuk bunları düşünüyordu. Kızsa ona bakınmayı sürdürüyordu. Baklacı müşteriye bakıyor satış yapıyordu, müşteri ürünlere bakıp ürün alıyordu, ama onlar birbirine bakıyor susuyorlardı. Tesadüf Hanım’ın annesi çağırdı. Çocuk bakınmaya devam etti. Tesadüf Hanım gitti. İkisi de üzüldü. Çocuk zamana bıraktı. Zaman “bende” dedi. O güne tarih atıldı. Tarih zamana kafa tuttu “tekerrür etmem”, dedi. Bu hikaye böyle bitti.