Taksiyi durdurmuştu, artık kaçacak bir yerim kalmamıştı. Eliyle kapıyı gösterdi sonrada kollarını bağlayarak;
M: Kapımı açacak kadar centilmensindir diye düşünüyorum sayın edebiyatçı. “diyerek bana kaçacak bir yerimin kalmadığını tekrar gösterdi.
Kapısını açtım taksiye bindi ve yüzündeki o hafif sinirli ifadeyi gülümsemeyle değiştirerek şoföre gideceğimiz yeri söyledi. Biraz sessizce ilerledikten sonra sessizliğini bozdu.
M: Ne kadar inatçı ve insanları uyuz eden bir tavrın olduğunun farkındasın değil mi? Yalnızım, mutsuzum ama böyle olmasını ben istiyorum diyerek kendini ve etrafındakileri kandırdığını sanıyorsun.
S: Hemen inebilirim istersen?
M: Bak gene aynı şeyi yapıyorsun. Hemen bi kaçma isteği ama bu kararı da ben veririm tavırları. Çok uğraştıracaksın beni, çok.
S: Bir şey yapmak zorunda değilsin.
M: Hala aynı şeyi yapmaya devam ediyorsun; kiminle konuşuyorum acaba ben.
S: Tamam sustum.
Daha tanışmadan ilk kavgamızı bile yapmıştık. Ama içten içe gülüyordum, bu kadar kısa sürede benim bile bilmediğim ya da kabullenmek istemediğim şeyler biliyordu benim hakkımda. Taksiden indik ve kısa bir yürüyüşten sonra film biletlerini almak için sıraya girdik. Görevli koltukları seçmemizi istediğinde benim herhangi bir cevap vermeme fırsat vermeden D-7 D-8 koltuklarını seçip bana döndü.
M: 7 Numara benim baştan söyleyeyim. “ diyerek 7 numaraya olan tutkumu da elimden almıştı ve kabul etmekten başka bir çaremin olmadığının farkındaydım. Hiç konuyu uzatmadan başımla onayladım.
Filmin başlamasına 10 dakika vardı. Hızlı bir şekilde patlamış mısır standına ilerleyerek bir büyük boy mısır siparişi verdi. Bende arkasından bir orta boy siparişi veriyordum ki sert bir tepkiyle karşılık aldım.
M: Çüş… Ne yapmaya çalışıyorsun; koca mısırı bana tek başıma mı yedireceksin? İkimize de yeter bu.
S: İki orta boy söyleyerek de bunu başarabilirdin bence. “ diyerek dalgacı bir gülümseme gönderdim.
M: Film izlerken elimde bir kutu olmasını istemiyorum desem daha doğru olur.
S: Kutuyu bana tutturup keyif yapacaksın yani.
M: Evet ben bir sakınca görmüyorum. “ gülümseyip mısır kutusunu elime tutuşturdu.
Üst üste bu kadar çok alt edildiğimi hiç hatırlamıyordum ki bunun daha bir başlangıç olduğunun da farkındaydım. Salona girdik ve yerlerimize oturduk.
S: Artık ismini öğrenebilir miyim?” diye sordum.
Gülerek.
M: İsmimi bu kadar kolay öğrenemezsin ama yemekte bir şansın olabilir.
Derken film başladı. Film başlar başlamaz koltukta bağdaş kurup pür dikkat filme odaklandı. Bense arada onu seyrederek tepkilerine tebessüm etmekle meşguldüm. Arada benim bakışlarımı fark edip utanır bir ifadeyle gülümsüyor sonra filme tekrar dönüyordu. Uzun zamandır kendimi bu kadar mutlu hissetmemiştim, bende bu durumun tadını çıkarmaya başladım ve filme döndüm.
Bir filmi sinemada izlemenin en güzel yanlarını sorsam, ilk akla gelen şey “Reklam yok. “ olur. Ama her ne hikmetse filmin en güzel yerinde ekran kapanıp ışıklar açılıyor ve 10 dakika ara. Arkadaş tam tribe girmişim, filmin içinde dolanıp duruyorum ” Bu neyin molası. “ diyemiyorum. Derin bir of çektim.
S: Ben sigara içmeye çıkıyorum.” dememle birlikte lafı ağzıma tıktı.
M: Öküz! Bu böylemi söylenir. Acaba bende çıkacak mıyım, bir şey istiyor muyum hiç sorma nezaketini gösterme zaten. Filmdeki edebiyatçılardan azıcık örnek al bari hiç sana benzemiyorlar.
S: Senin de pek kibar olduğun söylenemez, direk “Öküz !” damgasını yapıştırdın bana. Konuşmamın bitmesini beklemeden gömdün beni. Ve her edebiyatçı aynı olmuyor kusura bakma bende böyle bir edebiyatçıyım. Her neyse sigara içmeye çıkıyorum eşlik etmek ister misin?
Biraz sinirli bir tavırla;
M: İyi hadi çıkalım bay öküz.
Konuyu daha fazla uzatmamak için sessiz kaldım. Dışarı çıktık, çantasında uzun bir arayış sonucu sigara paketini buldu ve sigarasını çıkartıp dudaklarının arasına koydu. Tam çakmağını aramaya başlıyordu ki sigarasını yakmak için hamle yaptım. Sigarasını yaktım bir nefes çektikten sonra sigarasını eline aldı.
M: iyi iyi gelişme gösteriyorsun.
S: Sandığın kadar öküz değilmişim demek ki.
M: Onu zamanla göreceğiz. “ deyip, bir zafer girişimi mi daha savuşturdu.
Cevap vermeden sigara içmeye devam ettim. O da bu sessizliğime bozulmuş olacak ki hiç konuşmadan yüzünü bana dönmeden etrafa bakıyordu. Sigarasını bitirip salona doğru yürümeye başladı, tabi benden arkasından. Film başladı ve aynı düzende filmi izlemeye devam ettik. Aklımda bir sürü soru işaretiyle filme tekrar odaklanmam pek de kolay olmasa da izliyordum. Bir süre sonra kendimi Muzafferin ve Rüştü ‘ nün yerine koymaya başladım. Onların yaptığı gibi kısa şiirler yazamadığımı fark ettim. Normalde çok konuşan bir insan olmadığımdan emindim ama iş yazmaya gelince kendimi durduramıyordum. Onlar gibi az sözle çok şey anlatamadığım için biraz kıskandım.
“Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim,
aynalardan evvel.”
Sonra martıya söylediğim gibi “ Her edebiyatçı aynı olmuyor işte “ dedim kendime. Gerçi edebiyatçı olduğumda meçhul ya, neyse. Film bitti, toparlanmaya başladık çöplerimizi aldık ve bu sefer martıdan daha istekli bir şekilde;
S: Evet şimdi ne yapıyoruz. “ deyiverdim. Biraz şaşırdı ve gülümsedi.
M: Yemek yiyoruz ve yeri sen seçiyorsun.
S: Tamam, gideceğimiz yerde hayal kırıklığına uğramazsın umarım.
M: Seçimi sana bıraktığım için korkmuyor değilim ama artık söz ağızdan çıktı bir kere.
Çok fazla düşünmeden seçmiştim nereye gideceğimizi.
S:Umarım balık seviyorsundur.
M: Yanında rakı olduğu sürece neden olmasın. “ deyip gülümsedi.
Bu sözü duyduktan sonra benimde yüzüme aptal bir gülümseme yerleşti. “ Rakı seviyor! Rakı seviyor! Rakı Seviyor! “ diye kafamın içinde sesler yankılanıyordu.” Çayda seviyorsa oldu bu iş.” dedim kendime. Zaten bir kadından çokta beklentim yoktu. Bi rakıyı bi çayı birde beni sevsin yeterdi benim için. Üç bilinmeyenli denklemim yavaş yavaş çözüme ulaşıyor gibiydi. Mutluydum ve halen bu durum ne zaman bozulacak diye kokuyordum.
S: O zaman iyi bir seçim yapmışım.
M: Kesinlikle. Zaten kötü bir seçim yapsan da benim istediğim bir yere giderdik. Bana anlatacağın o kadar şey varken, ayaküstü bir yerde yemek yiyip benden kurtulamazdın.
Kararı bana bıraktığını söylerken bile bütün kontrolün kendisinde olduğunu böylece vurgulamış oldu. Artık hiç aldırış etmiyordum, her şey güzel gidiyordu ve bunun dışındakiler umurum da bile değildi. Taksiye atladık ve meyhaneye geldik. Yol boyunca ismini öğrenmeye çalıştım ama ısrarla yemekte diyerek geçiştirdi. Bunun dışında pek bir şey konuşmadık. Öküz lafı içime dert olmuş olacak ki; meyhaneye girerken kapısını açtım ve içeride sandalyesini çekip oturmasını bekledim. Bu durumu anlamış olacak ki otururken sinsi bir gülümseme fırlattı yüzüme. Ben tabi kendimden emin bir yüz ifadesiyle karşıladım bu gülümsemeyi.
Oturur oturmaz,
S: Artık ismini öğrenebilir miyim?
M: Su.
S: Su?
M: Adım Su; bay öküz senin adın ne?
S: Sarp. Artık şu öküz sıfatını kaldıramaz mıyız?
M: Zamanla belki kalkar ama şuan sana çok yakışıyor. Şimdi öküzlüğü bir tarafa bırakalım da anlat bakalım şu kitabın hikâyesini.
S: Kitaptan önce sen kendini bi anlat bakalım, kitabın hikâyesi rakısız anlatılmaz.
M: Ne yani kitabın hikâyesi rakısız anlatılmıyor da benim hikâyem anlatılıyor öyle mi?
S: O zaman bu soruya cevap verip tartışmaya başlamadan ben siparişleri vereyim.
Balığımızda, rakımızda geldi masaya; mezeler sıralandı, artık hikâyelerimiz birbirine karışmaya hazırdı. Hazırdı hazır olmasına da, hiç istekli değildik ikimizde. Belli ki mutlu sonlarla biten masallara benzemiyordu bizimkiler. Evvel zamanda azımıza sıçılmış; bir varmış bir yokmuş yerine hiç yokmuş diyerek başlayacaktık anlatmaya. Önce hangimizin ağzından dökülecekti keder bilmiyordum, rakıdan mı yoksa bize eşlik eden Zeki Müren miydi bu kederli halimiz anlamıyorum. Silkelendim, rakımdan bir yudum aldım; ulan yaşadık bir şey olmadı anlatsak ne olacak dedim kendime, başladım anlatmaya.
S: Mutlu mesut bir hikâye anlatamayacağım için şimdiden kusura bakma. Hayat denen naneyi yaşamayı pek beceremedim şimdiye kadar. Ne zaman mutlu olsam, hayat bu kadarı sana fazla deyip azımın orta yerine yapıştırdı bir tane. Azımın payını alamamış olacağım ki tekrar tekrar denedim mutlu olmayı. Her seferinde aynı şey; “Sana bu kadarı fazla.”. Hayatın hayırsız evladı gibi hissediyorum kendimi, hoş bizimkilere de pek hayırlı bir evlat olduğum söylenemez ya, neyse. Baktım bizimkilerin önünde mutsuz olamıyorum; mutlu taklidi yapmayı da beceremiyorum, bakıyorlar ben mutsuzum onlarda üzülüyor. Bende aldım bedenimin üstünde fazlalık gibi duran başımı koptum geldim İstanbul’a. Kitabın hikâyesine gelince; hayatın bana verdiği en ağır ağız payımı yazdım işte. Madem düştük böyle bir kederin içine, bari bir halta yarasın deyip başladım yazmaya. Pat diye yazar olduğumu sanma böyle dedim diye, 8 yaşımdan beri yazıyorum. Ha yazıyorum da bir halt başarmış lığım da yok yani. Belki de sadece ben edebiyatçı sanıyorum kendimi. 2009 Şubatında başlıyor hikâye, tam 14’ünde. Hani insanların sevgililer günü dediği güne, ben kıyamet günü diyorum. 14 Şubat kıyameti koydum bu yüzden kitabın adını. Bir kadın tanıdım işte o gün; ister gençlik de ister aptallık, âşık oldum. Bilmiyorum tabi o zamanlar Maşuk telef olmaz, âşık telef olurmuş, bizimkisi sevememiş bir türlü beni, bende anlayamamışım tabi bu durumu, aşkın gözü ya hakikaten körmüş ya da ben âşık olacak başka kadın bulamamış gibi kendi elimle hazırlamışım kıyametimi. 4 sene koştum işte onun peşinden, unuturum dedim ara sıra, olmadı tabi. En sonunda bitti işte, halen unuttuğum söylenemez belki ama alıştım bu yarayla yaşamaya.
Baktım anlatırken rakım bitmiş, yenisini doldurdum tabi hemen. Yüzüne baktım; acır gibi bir yüz ifadesi bekliyordum ama öyle değildi, biraz üzgün fazlaca hayran bakıyordu yüzüme. Şaşırdım bu duruma ama çabuk atlattım, sıra ondaydı artık rahattım ve merakla onun hikâyesini dinlemeyi bekliyordum.
M: Şimdi kıza kötü bir şey söylesem; sen kızacaksın bana belli. Ben en iyisi yorum yapmayayım bu konuda.
S: Beni sevmedi diye kötü şeyler söylemek anlamsız geliyor bana. O yüzden hep iyi dileklerle anıyorum adını… Benim hikâyemi öğrendiğine göre artık sıra sende.
M: Benim hikâyem de pek aşka yer olmadı. 7 yaşımda kaybettim annemi ve babamı, trafik kazası dediler. “ Ne büyük saçmalık.” Dedim. İstanbul’da yılda ortalama 50.000 kaza oluyormuş, 226 kişinin yakınlarına gidip; “ Trafik kazası, başınız sağ olsun.” Diyerek teselli ediyorlarmış. O 226 kişinin içinde annemin ve babamın olması bana saçma geliyor. Arabalara, yollara, hatta devletinin kanunlarına kadar alınan bu güvenlik önlemlerine rağmen, benim annem ve babamın ölmesi bana saçma geliyor. Üniversitede Mert diye bir arkadaşım vardı. Sürekli ceza gelirdi buna; aşırı hız, alkollü araba kullanma, hatalı sollama falan. Mert yaptığı o kadar yanlışa rağmen ölmüyordu, bir kâğıda birkaç rakam yazıp yaşamasına izin veriyorlardı. Düşünüyorum; annem ve babam nasıl bir yanlış yaptılar da ölümlerini yazdırdılar kâğıda. O kâğıdı hala yanımda taşıyorum, her baktığımda “ İşte benim cezam.” diyorum kendime. İşte o günden beri bana her şey saçma geliyor. Geriye kalan hayatımı anlatacak olursam. İstanbul’da sanat tarihi okudum, erasmus la yurtdışında okumaya devam ettim, 3 yeni dil öğrendim. Baktım mesleğimden para kazanamıyorum, çevirmenliğe başladım. Şuan da birkaç büyük şirkete çeviri yapıyorum, bolca para kazanıyorum ve harcamak için de bolca vakit ayırıyorum. Bugün de bir değişiklik yapıp vaktimin çoğunu sana harcadım. Yanlış mı yapıyorum diye soruyorum halen kendime…
Diyerek gülümsedi.
S: Kendinden ne cevap alıyorsun bilmiyorum ama yanlış yapıyor olma olasılığın çok yüksek. Çünkü her insan yanlıştır, ben mesela kendime soruyorum “Yanlış mıyım?” diye bir koro ses veriyor içimden “Evettt…”. Belki de tanrının yanlışıyız hepimiz. Kim bilir?
Siniri bozulmuş şekilde gülmeye başladı. Sonra rakıya uzandı.
M: Ne büyüttün olayı ama ya. Ben bardağım boş kaldı diye sana laf söyleyecektim. Sen bana iki dakikada felsefe yaptın. Ama haklısın sanırım, hepimiz yanlışız. Ve nasıl bir yanlışın karşısında oturduğunun farkında bile değilsin.
Gülümseyip bardağını bardağıma vurdu. Bense hayran hayran suratına baktım.
S: İki yanlış karşılıklı oturmuş içiyoruz işte.
M: Bay ve bayan yanlış. Kulağa çok hoş geliyor. Bak böylece öküz sıfatını da kaldırmış olduk.
Kısa bir sessizlikten sonra benden bir şiirimi okumamı istedi. Ezberim kötüdür deyip çantamdan defterimi çıkarttım. Kısa bir arayıştan sonra geceye uygun bir şiirimi bulup okumaya başladım.
Sorsalar söylemez miydim sanıyorsun…
Sorsalar…
Sorsan…
Satır satır ağlardım sana.
Kelimelere dönüşen mürekkep bile dağılır giderdi, dayanmazdı.
Harfler eksilirdi, cümleler düşerdi.
Çekimler çekemezdi sana olan sevgimi.
Noktalar koyamazdım hiçbir bitişe.
Ne zaman bir nokta koysam, bölünürdü üçe.
Sonsuza kadar yazardım seni.
Sana…
Onlara…
Defalarca üstünden geçerdim, belli belirsiz mutluluklar sıkıştırırdım aralara.
Hangi sayfaya baksam
Baksan
Baksalar
Seni görürlerdi.
Sorsalar söylemez miydim sanıyorsun…
Sorsalar…
Sorsan…
Her şeyin sen olduğunu
Senin sonsuz olduğunu
Sonsuzum olduğunu
Benimde sensiz olduğumu
Zamanın değil de zamansızlığın göstergesidir ya sonsuzluk
Benim bir zaman diliminde, dilim dilim hapsolduğumu
Anlatırdım…
Anlamazdın…
Anlamazlardı…
Ben Sizden geride Ben sizden ötede kaldım…
Ben…
Sorsalar… Sorsan… Söylerdim…
Hiçbir yorum yapmadan, parmağını rakı bardağının üzerinde gezdirerek boşluğa bakıyordu. Belki bana acıdığından, belki de yazdığım kadını kıskandığından sadece susuyordu. Söyleyecek tek bir sözüm yoktu bu duruma, bende sustum. Hâlbuki karşımda duran bu güzelliğe, ister istemez takılı kaldığım gözlerine, aldığı nefese, dokunmamak için kendimi zor tutuğum tenine, silinmeye yüz tutmuş ojelerine, oturduğu sandalyeden tutun şuan çalan Cem KARACA’ya kadar her şeye; binlerce kelimeden, binlerce şiir yazabilirdim. Ama sustum. Nerede konuşulur, nerede susulur hiç bilemedim ben. Belki de sustuğumda bile anlaşılmak istediğimden ya da konuştuğumda bile beni anlamayan insanlar yüzünden, sustum. Çok şey istiyorum galiba. Birinin her ne şekilde olursa olsun beni anlamasını beklemem suç mu? Hep bu çocukken anlatılan masallar yüzünden oluyor galiba. Neyse; şimdide çok konuştum.
S: Kalkalım mı artık?