V’ah İstanbul…
‘Mendil var ister misin abla?’
Başımı çevirdiğimde onun 12 yaşındaki gözleriyle karşılaşmak çok yaraladı içimi. Kaşlarımı çatıp ‘istemiyorum, git’ dediğimi hatırladıkça kızıyorum kendime. Ne yapayım be çocuk, senin teneffüs zili çaldı diye bir koşu kantine koşma vaktinde sen ellerin donarak mendil satıyorsun ya kızdım çok ne yapayım?
Tıklım tıklım dolup taşan Eminönü balıkçısına korkarak girmiştim. Balıklı yerde kedi çok olurdu ne de olsa. Abilerin birine buraya kedi gelir mi diye sorduğumda attığı kahkaha hala kulaklarımda. Onu özel kılan doğu insanının şivesiyle ´merak etme gelirse kovarız yeşil göz´ demesi beni rahatlatmıştı. Eminönü balıkçısı turistler ve Suriyeli müşterilerle dolup taşıyordu.
Ekmek arası balıkları beklerken arka masadaki turistler karınlarını doyurmak üzereydi bile. Masalara her 15 dakika da bir farklı hikayeler, hüzünler, kahkahalar, lisanlar, ırklar misafir oluyordu. İki Türk aile gelmişti. Hemen turistlerin arkasındaki masaya oturmak için hazırlanırken daracık yere oturamayacaklarını fark ettiler. Benim kedi bekçisi Kürt abim turistlerin masalarını tek eliyle öne çekip Türk müşterilerine yer açtı. Rus kadın ağzındaki büyük lokmayı çevirmeye çalışırken bir yandan da bıdırdanıyordu. Abi duruşunu ve şiveli Türkçesini hiç bozmadan; ‘Gel böyle gel, sen turistsin onlar Türk, onlar benim insanım, bizden’ diye bastırıyordu kadını. Nasıl bir gurur belirtisi ise yüzümdeki, hayırdır yeşil göz dedi? Beraber kazanmadık mı biz bu toprakları? Türkiye senin de benim de Türkiyem değil mi? Günlerdir gördüğüm manzaranın üzerine şifa olmuştu sözleri. Ben henüz içinde bulunduğum hüzünden kopamamışken ‘aha’ dedi, vallah Almanyadaki hatun bana yazdı. Ah abim dedim, kal hep böyle kal.
Nihayet gelmişti ekmek araları. Uzun bir gün olmuştu. İmamın Allahu ekber dediğini bile duymama izin vermeyen İstanbul’un gürültüsü beni yormuştu. Ekmek arası balık yemenin de bir üslubu olacak olması lazım ki biz beceremedik, ekmekler elimizde dağılmıştı. Mendil aramaya koyulmuşken omzumun üzerinde yükselen ince, çelimsiz bir ses duydum. Islak mendil ister misin abla? Az önce istemiyorum diye kızdığım çocuktu bu. Başımı çevirip onu tekrar gördüğümde kucak dolusu sarılmak istedim. Küsmemişti bana, darılmamıştı. Az önceki neşesiyle tekrar yanıma gelmişti. Soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerine rağmen bırakmıyordu mendil kutusunu. Ne güzel tutar senin ince parmakların kalemi kitabı dedim içimden. Sen ne güzel yürürsün ilmin ışığında be çocuk. Sen ne güzel gelirsin her zorluğun üstesinden. Burnunu çekerken gözleriyle gülüyordu. Tekrar sordu vereyim mi bir tane abla? Ver hadi dedi Berivan. Kaç para eder bir mendil? Sen kaç para vermek istersen abla dedi. İçimde bastırmaya çalıştığım kahrolmakla beraber beni kemiren öfkeyi kelimelerime dökmeye başlıyordum.
Kaç yaşındasın
sen? 12 abla. Okulun yok mu çocuk? Ben hayat okulunu bitirdim abla. Yapma
diyorum, yapma senin yaşın kaç? Sen şu an da okul çantanı atmalısın evin bir
köşesine, top oynamaya çıkmalısın deme böyle çocuk. Ne yaşadın sen ne
yaşıyorsun? Bıraktım abla ben okulu diyor. Senin okulu bırakma yetkin yok sen
okulda olmalısın. Ben öğretmenim, sen benim gibi öğretmenlerin emeklerine
sarılmalısın, üşümemelisin çocuk diyorum. Bana ulaşılmayacak bir insanmışım
gibi bakıyor, içimi söke söke yan masaya geçiyor. Mendil var abla ister
misin?…