Sakin ol, Efendim! Nefsine yenik düşüp incitme, sen de çölde açan o eşsiz gülü. Bilirim zordur anlamlandırmak bazı şeyleri. Düşünür durur insan arapsaçına dönmüş bu ruhani halden nasıl kurtulmalı? Elbette kolay değil, habersizce silip atmak umarsız duyguları. Ya o çölde ki gülün kavurucu sıcaklıkta açma sebebi sizseniz eğer, incitir miydiniz, yine de koparmaya kıyar mıydınız onu, eşsiz olmasına rağmen? Söylesenize hadi, haykırın! Sen, Efendim! Neden ürküyorsun?
Vakit nakde değer olduğuna göre, neyi bekliyoruz ki daha? Zamanı gelmedi mi düşlediğimiz hayallerin? Bu ömür diye adlandırdığımız şey aniden sonlanacak ise eğer, neden halen daha kendi sınırlarımızı aşamıyoruz? Su misali akıp giderken bu yaşam, farkına varamamak o muhteşem anların tadına, ne anlamı kalır ki bu dünyada yer edinmemiz o zaman? Merak etmeyiniz, o gül de tarifsiz hissiyatların pençesinde hâlâ! Çıkarsızca, çaresizce kendi çölünde mücadele etmekte, aşk-ı müdafaa için.
Ayrıca gözleriniz, Efendim! Gecenin zifiri karanlığında gökyüzünü aydınlatan ay kadar ışıl ışıl parıldamakta idi. Sesiniz, Efendim! Çiseleyen yağmurun tınısı kadar huzur doluydu. Dil söyler, kalp ağlar. Ve bağışlayınız bu yaban gülünü! İçinde bulunduğu tuhaflığı atfetmesi oldukça zordu. Elinde kaleminden başka bir şeyi yoktu, ne yazık ki! Gönül koymayınız ona, üzmeyiniz onu! Çünkü, şimdi Leylâ’nın Kays ’a olduğu kadar, o da size muhtaç! Gülüşünüze, bakışınıza, sesinize, ilginize, en önemlisi de sevdanıza…