Yalınayak başlanan hikayeler vardır bunda hepimiz hemfikiriz. Önemli olanın aktarmak mı yoksa
hissettirmek mi olduğu üzerine kafa yorma işi, hissettirmeye dair çok sözü olmadığını düşünmeye
başlamış bir kalemi alıp manzuma taşır.
Burada bir paradoksa imza attığımın farkındayım. Hissedilmeyecekse, günlük haber bülteni
kıvamında – ki bazen tarih de düşülmez kelimeleşenlerin altına- aktarımlar yapmak niçin?
Bu paradoksun, ara temellerine sızarak şişirmeyi başarmış bir nokta da, nesirin manzuma,
manzumun nesire olan yakınlaşmaları…
İzlek bir kaydetmeyi işaret eder bazen de. Kayıt altına alabilme işi, günce tutmaktır. Tutulan günce,
kendi içinde bir istikrar yaratır. Eninde sonunda, haftanın belli günleri çalışıp/okuyup, belli günleri
dinlenen insanın aktarımları da gizli bir istikrar yaratacaktır. Üretici bu üretilerine, geriye dönük
okumalar yapmadığı sürece sürdürebilir. Ancak içindeki sesi durduramaz ve önceki zamanlarına
dair analiz işine girişirse, yaşadığı aylarına, benzer haftalar, yaşadığı haftaların benzer günler,
yaşadığı günlerin benzer saatler… içerdiği gerçeği ile yüzleşir. Bu nedenledir ki, günce tutan
insanlar bir süre sonra kendilerini tekrar etme sıkılganlığına düşerler.
Bu durum, nesirdense, manzumu aktarım aracı olarak bellemiş bireyin de başına gelir. Hemen
hemen belli, bir çevrel hareketle, zihnini ziyarete gelen düşünceler, seri ve sürekli aktarım yapma
gayesindeki bireyin kelimelerini tekrarlaştırır. Üretilerini seyrini tutan okuyucular da artık bu
üretilerinden daha fazla edinim elde edemeyeceklerini düşünerek okumaktan vazgeçebilirler.
Günce derken, klasik tip kağıt kalem günceleri kadar, sanal ortam güncelerinden de bahsetmek
isterim. Klasik tipe nazaran daha görsel yüklü, daha çekici bir görünüme sahip olsalar da gerek
üreticisi gerekse takipçisi açısından, belli bir zaman sonra rutine bağlanır.
Yazının başında andığımız paradoksa geri dönersek; ‘’Aktarmak mı yoksa hissettirmek mi?’’
izlenmesi gereken yoldur? Aktarımların, günlük hayat içinde, edebi biçem kaygısı güdülmeden
günlük diyaloglar içinde bir şekilde yer aldığını zaten biliyoruz. Eğer birey, üretici sıfatıyla
birşeylerin daha geniş bir söylemle ‘’şey’’lerin aktarımına özgün bir çerçevede yer vermek
istiyorsa, olağanın dışında, beklenmedik, kendine özgü , imgelemler, aktarımlar, yaşayışlar, hayal ve
düşünceler vb. üzerinde etkileşime geçmesi, belli bir süre okur tarafında ilgiyi uyanık
tutabilmektedir. Öte yandan bu uyandırılmış ilginin, süresi ve derecesi, üretinin niteliğinde
şekillenir. Üretici, üretilerinin kendinden temelli ve aktarıldığında karşı tarafı ilgilendirecek boyutta
mı şekillendirmelidir?
İşte tam da bu noktada, öneki ne olursa olsun ‘’kaygı’’ ile yüzleşiriz. Açık olmak gerekirse, üretinin
çeşidi her ne olursa olsun, tüketicisine ulaşımının dışında, amaç edindiği andan itibaren farklılaşma,
olması gereken veya yaratısından az ya da çok uzaklaşmış bir hal almaktadır. Edebi kaygı – ki en
çok dile gelenidir- bir şekilde aktarılmak istenen üretileri bir mengeneye sokar. Bu mengeden
sonrasında, üretici belli bir disiplin tutmak, söylemlerini sadeliğine katkılar yaparak sunmak, özetle
lafını aksini iddia etse bile eğip, bükmek durumundadır.
Elbette ki, bazı konular ve aktarımlar, özengellemeler takılabilir. Sonuç olarak birey, sadece
kendinden ibaret bir topluluk içinde yer almamaktadır. Ortak olarak derlendiğine inandırıldığımız
etik değerler çerçevesini algılama ve kendi penceresinin pervazlarına bu çerçeve tutturmak
durumundadır. Olur da bunun aksine hareket ederse, kendi istemese bile, kendiliğinden
etiketlenerek, diğer üretilerden ‘’farklı’’ bir mecrada değerlemeye tabi tutulmaktadır.