Derinden bir “off” çekti Fadime. Bu kadar çocuk, bunca iş güç, birde hamilelik nasıl başa çıkacaktı? Akşama Beyi gelecek, karnım aç diyecekti. Aş isteyecekti. 5 çocukla kolay mıydı işlerin altından kalkmak?
Çocukları bahçeye gönderip, ocağı yakmaya koyuldu. O sene kurak geçmişti. Tarladan yeterli mahsul alamayınca çoluk çocuk yarı aç yarı tok idare ediyorlardı. En büyük oğlu Mehmet 7 yaşındaydı. Çobanlık yaparak kazandığı üç beş kuruşu anasının kınalı ellerine sayardı. Büyük bir iş yapmış gibi birde gerinirdi ki sormayın. Yeşil gözleri çakmak çakmak yanar, sarı saçları başaklara bezerdi. Çelimsiz bir çocuktu Mehmet. Yetersiz beslenemediğinden herhalde? Geceleri yaylada kalırdı. En sevdiği şey, çimenlere uzanıp yıldızlara bakarak hayal kurmaktı. En büyük hayali de; yok öyle pilot olmak falan değildi. Onun hayalleri kendisi kadar küçüktü. O hayallerinde; elinde kitaplar, sırtında siyah bir önlük, belki parası çok olursa beyaz bir yakalık, okul yollarında koştururdu. Okulda öğretmeni elini omzuna koyarak, hafifçe sıkarak, gözlerinin taa içine bakarak;
“Aferin Mehmet, okulun en başarılı çocuğu sensin” demesiydi.
Sahi olur muydu? Bu sene Mehmet de okullu olur muydu? Gerçi Sıbyan Mektebine gidiyordu ama aynı şey değildi. O matematik, Fen Bilgisi, Hayat Bilgisi öğrenmek istiyordu. Yazmak, sayıları birbirleriyle çarpmak bölmek istiyordu. Evdeki kardeşleri aklına gelince kısa bir süreliğine bu hayalden vazgeçiyordu. Yakında bir kardeşi daha olacaktı. Önümüz kıştı. Hele bir kışı atlatsın da nasıl olsa, sonrasında çaresine bakardı.
Çoban Ahmet Abisi ona iki tane koyun vermişti. “Bunlar senin Mehmet, ananın ak sütü gibi helal” demişti. Yavrulayacaktı ikisi de, yavrular kurbana yetişirse, sonra yine yavrularlar. Mehmet’in hem kışlık masrafları, hem okul parası çıkardı.
Akşam kan ter içinde geldi Hüseyin. Fadime sofrayı kurmuş, çocukları boy sırasına göre dizmişti. İçini bir burukluk kapladı. Ne olurdu sanki Mehmet’i de burada olsaydı? Sofraya hep birlikte otursalardı. Çocuklar, sanki bütün gün haydutluk yapan onlar değilmiş gibi yüzlerindeki en masum ifadeleriyle babalarını bekliyorlardı. Bir sıcak bakış, bir tatlı söz için.
Hüseyin ellerini kurulayarak havluyla odaya girdi. Havluyu büyük kızı Ayşe’nin ellerine bırakıp kurulu sofraya oturdu. Tek kelime etmeden bulgur pilavını kaşıklamaya başladı. Ayşe yüzündeki hayal kırıklığını saklayarak havluyu sedirin üzerine bıraktı. Kardeşleri ile birlikte sofraya oturdu. Yemek yendikten sonra sofra kaldırıldı. Fadime odun ateşinde demlediği çayı getirdi.
“Bey evde erzak pek kalmadı. Böyle giderse kışa hiçbir şeyimiz kalmayacak.”
Hüseyin yüzünü ekşitti;
“Ne yapayım Hanım? Bu yıl yağmur yağmadı. Tarlalardan mahsul kaldıramadık. Bende düşünüyorum, bende biliyorum. Dur bakalım Allah büyüktür.”
Fadime yüzünü yere eğmiş, asıl söyleyeceğini söyleyemediği için dudaklarını gevip duruyordu. Sonunda elleriyle nerdeyse delmek üzere olduğu basma elbisesiyle oynamaya devam ederek, doğruca kocasının gözlerinin içine baktı.
“Mehmet diyorum. O dağ başında bu yaşında… Yani diyorum ki okul çağı da geldi…”
“Sıbyan Mektebine gönderdik ya, daha ne yapalım? Allah’ı, Peygamberi biliyor işte…”
“ O başka, Mehmet’i okutmasanız yazık olur diyor Çoban Ahmet. A, b, c yi sökmüş bile. Bu çocuğu okutursanız hepiniz kurtulursunuz diyor.”
“Çoban Ahmet’e demesi kolay; O mu bakıyor bunca boğaza?”
Fadime’nin gözleri doldu. Elbisesini oynamayı bırakıp çayları koymaya koyuldu.
“Hele bir çocuk doğsun, devletten aldığımız parayla bakarız. Okul kitap ister, defter kalem ister, ayakkabı mintan ister. Allah büyük aç bırakacak değil ya? Hayırlısı o gün gelsin de bakalım.”
Fadime’nin gözlerindeki yağmur bulutu dağıldı. Yerini minnet duygusu kapladı. Aşk ile baktı kocasına. Yıllar ne kadar acımasız davranmıştı sevdiği adama. Esmer kara yağız yakışıklı Hüseyin Bey gitmiş, yerine omuzları geçim derdinin sıkıntısıyla çökmüş, kahverengi gözlerine derin bir keder yerleşmişti. Üzerindeki gri göleğinin üsten iki düğmesini açık bırakmış, aynı renk yeleği ile pantolonu (siyah) ve cebindeki köstekli saatiyle hala köyün en yakışıklı adamıydı. Gerçi gömleği ilk günkü gibi beyaz olsa, pantolonu ve ceketi de siyah kalsaydı daha çok yakışıyordu ama hepi topu iki takım kıyafeti olunca yıkana yıkana yıpranmış, solmuşlardı.
Sevmişlerdi birbirlerini, o zamanlar Fadime de genç ve güzeldi. Yemyeşil gözleri, süt gibi teni vardı. Burnunun üzerindeki çilleri ona çok yakışıyor, iki örgü yaptığı başak rengi saçları ile şipşirin oluyordu. İki çıplak bir hamam derler ya; bunların hikâyesi de aynen öyle. Hüseyin Fadime’yi çeşme başında gördüğünde vurulmuş. Köyün ileri gelenleri ile konuşup evlenmek istediğini dile getirmiş. Düşünmüş taşınmışlar, kimsesiz Fadime ile anadan babadan fakir Hüseyin ile baş göz etmişler.
Başındaki kasketi çıkarıp yere koydu Hüseyin. Cebinden tütünü çıkarıp incecik kâğıdına sardı. Demli çay ile bu mereti içmeyi çok severdi. Tütününü yaktı, gözleri pencerenin dışına daldı.
Nasıl okutacaktı Mehmet’i? Mehmet’in akıllı olduğunu o da biliyordu. İnsan evladını tanımaz mı? Tanırdı elbet. Hem Çoban Ahmet’ten daha iyi tanırdı. Okutmalıydı bu çocuğu ama nasıl? Tütününde bir nefes daha çekti. Dumanı ağzından çıkarken sözcükler arkasından döküldü;
“Ne aman zormuş bu dünya be Mehmet…”
Sonra çocuklarına kaydı gözleri. Ayşe’si, Emine’si, Abdullah’ ı ve en küçükleri Fatma’sı… Nasıl da masum bakıyorlardı gözleri. Nasıl da her şeyden habersizlerdi…
…
Sabah ezanında kalktı Hüseyin, abdestini alıp namazını kıldı. O namazını kılarken Fadime de ocağı yakıp geceden yaptığı Tarhana çorbasını ısıttı. Birlikte oturup çocukları uyandırmadan çorbalarını içtiler. Hüseyin her zamanki alışkanlığıyla tütünü sardı, yanına suyunu ve orağını alıp gün ağarmadan tarlanın yoluna düştü. Yolda birkaç kişiyle karşılaştı, kafasıyla selamlayıp yoluna devam etti. Son kez çektiği tütünü yere atıp ayağıyla ezdi. Bir taraftan da yapığı eylemlerin farkında olmadan söyleniyordu.
“Ey canına yandığımın güneşi, daha doğar doğmaz yakmaya başladın. “
Bu sene tüm köyü kasıp kavurmuştu sıcak. Yeterli yağmur yağmadığı için ne ekin olmuştu ne pancar. Ekinler yetişmediği için büyümemiş başakların içi de boştu. Bu kuraklık bütün köyün belini bükmüştü. Hayvanı olan yine geçinebilirdi, sütünden, tüyünden, etinden faydalanabilirlerdi. Ama Hüseyin’in hayvanı yoktu. Onun varı yoğu biri 2 dekar diğeri ise 1 dekar olan arazisiydi. Gerçi 2 dekar olan arazisini su olamadığı için ekemiyordu.
Dığrak Köyü, Konya’ya bağlı Ilgın ilçesinin 40 km. güneyinde, Sultan dağları üzerinde kurulmuş, güzel bir piknik alanını andıran orman köylerinden biriydi. 1850 lerde Antalya ve Emirdağ’dan gelen Yörükler tarafından kurulmuş. İlk kurulduğunda 6 hane olduğu, Sıçan suyu ve Yaylak adlı 2 mezrası var. Ekilir arazisi çok azdır. Köyde toplamda ise , hepi topu 10 hane bulunuyor. Köyde içme suyu bile zor bulunuyordu.
Hal böyle olunca bu sene üründen fayda yoktu. Bu arada tarlasına gelmiş, gördüğü manzara düşüncelerini adeta onaylıyordu. Bilek boyunu çok az geçen sapsarı ekinler “benden sap ve samandan başka bir şey çıkmaz. Samanda zor sanki “diyordu.
Canı sıkılan Hüseyin orağıyla suyunu Çınar ağacının yanına koyup yine düştü yollara. Aklındaki düşüncelerle Oğlu Mehmet’in yanına Sıçan suyuna doğru yürümeye bir yandan da söylenmeye devam etti.
“Ey gözünü sevdiğimin Konya’sı Mevlana’nla, evliyalarınla ne güzel şehirsin. Birde bizim köye bak! Kurak bozkır. Ne ürün yetişir, ne iş güç sahibi olunur burada. Ah babam zamanında buradan göç etseydi…”
Hüseyin babasına çok kızıyordu. İki kıçı kırık tarla yüzünden buradan girmemişti. Köy ahalisinin çoğu göç etmişti, büyük şehirlere gitmişlerdi. Belki onlarda gitseydi Hüseyin de okurdu. Ya da en azından bir meslek sahibi olurdu. Gerçi askerde arkadaşı ona ayakkabı dikmeyi öğretmişti.
Mezraya geldiğinin farkında olmayan Hüseyin, Çoban Ahmet’in sesiyle irkildi.
“Nereye daldın böyle Hüseyin ağabey?”
Düşüncelerinden sıyrılıp öfkeyle Çoban Ahmet’e baktı. Aslında severdi bu iri yarı, cüsseli oğlanı. Yaşında oldukça büyük görünen iri vücudunu zar zor taşırdı Çoban Ahmet. Açık alnı, dolgun yanakları, kocaman ağzı ve rastgele sıralanmış görünen sapsarı dişleriyle sırıtıp duruyordu. Yüzü çirkin lakin içi güzeldi Çoban Ahmet’in. Çocukluğundan beri babadan kalma mesleği sürdürür çobanlık yapardı. Mehmet’i de o istemişti yanına. “Mehmet’i bana gönder Hüseyin Ağabey. Bu köyde ya çoban olacak ya çiftçi. İkisini de öğrensin garip” demişti. Şimdi de bu çocuğu okut demişti. Anlaşılan Hüseyin bu ablak suratlı oğlana çok yüz vermişti.
“Mehmet yok mu?”
“”Hayvanları götürdü Hüseyin Ağabey, hayırdır inşallah?”
“Hayır hayır, ne tarafa gitti?”
Eliyle sağ tarafı gösterip,
“Aşağıya doğru indi” dedi.
Hüseyin gösterdiği yöne yönelip yürümeye başladı. Bir taraftan da Çoban Ahmet’e;
“ Küçücük çocuğu tek başına mı gönderdin? Ya kurt inerse?” diyerek kızdı.
“Merak etme ağabey, Karabaşla Çomar yanında. Karabaşın kaç leşi var bilir misin?” diyerek arkasından bağırarak sırıtıyordu.
Hüseyin pekte inanmadığını arkası dönük el sallayarak gösterdi. Bu hareketi Çoban Ahmet’i daha çok meraklandırdı.
“Allah Allah, hayırdır inşallah. Sabah solundan kalktı ellem” diye söylenerek, meraklı gözlerle Hüseyin’in arkasından bakakaldı. Sonra da sıcaktan bunalmış yüzünü elliyle yellerek koca vücudunu ağacın altında duran sedire bıraktı.
Mehmet babasını görünce gözleri sevinçle parladı. Nasıl da özlemişti. Görünce anladı. Hüseyin’inde ondan pek farkı yoktu. Mehmet onun ilk göz ağrısı, babasının adıydı. Kollarına aldı çelimsiz oğlunu. Sımsıkı sarılıp terinin kokusunu içine çekti.
“Nasılsın oğlum?”
“İyim baba, hoş geldin.”
“Hoş bulduk aslan oğlum. Gel şöyle oturalım.”
Mehmet günün bu saatinde babasını görünce sevinmişti ama şaşkınlığını da gizleyemiyordu. Suyu da yoktu, bu sıcakta öyle çıkıp gelmişti. Yüzünde de çözemediği bir endişe vardı. Yoksa anasına mı bir şey olmuştu? Ya da kardeşlerine… Babasının yanına çayıra oturdu. Yanındaki matarayı babasına uzattı.
“Su iç baba, sıcakta bunalmışsındır.”
Hüseyin minnet dolu gözlerle oğluna baktı, uzattığı matarayı alıp kurumuş dudaklarına götürdü kana kana suyunu içti. Matarayı oğluna gülümseyerek verdi.
“Nasıl gidiyor bakalım çobanlık Mehmet?” diye sordu.
“İyi” dedi Mehmet. “Ahmet Ağabey bana iki koyun verdi. Daha bak orada otluyorlar. Şu yüzünde karalar olan, bir de yanındaki tosun olan.”
“Ahmet sana mı verdi onları?”
“Bana verdi ya. Hakkın dedi. Ananın ak sütü gibi helal dedi.”
Yüzü bulutlandı Hüseyin’in. Haksızlık mı etmişti Ahmet’e? İyi insandı, hoş insandı oğluna da iyi bakıyordu. Keşke öyle davranmasaydı ama oda evinin işlerine karışmıştı neticede. Mehmet’e dönüp;
“De bakalım ne yapacaksın bu koyunları?”
“Kuzuları olacak, onları kurbana yetiştireceğim. Analarını bırakacağım ki bir daha yavrulasınlar.”
Oğlunun bu yaşta bunları düşünmesi duygulandırdı Hüseyin’i. Nasılda akıllıydı kerata. Ona kalsa hemen satar kışlık erzak alırdı.
“Parasını ne yapacaksın?”
“Kışa kömür alırız, sonra erzak da alırız. Kalan parayla, para kalırsa belki okula giderim…”
Okul ya: Okul… Hüseyin’in düşüncelerinin temeli, uykularını kaçıran derdi… Okul defter ister, kalem ister, ayakkabı mintan ister. Haydi, onlar halledilir de köyde okul yok. Okula çocuğunu gönderen yok. Otobüsle her gün baş mı olur? Para yetişmez. Katırla eşekle olacak iş değil. Hüseyin bunları düşünmekten uyuyamaz olmuştu. İşin içinden bir türlü çıkamadı. Tek bir yol vardı. Oda göç!
Ya hep birlikte Ilgın’a giderlerse? Nasıl olsa köyde iki tarlasında başka bir şeyi yok, her yıl kıt kanaat ancak geçiniyorlar. Bu yıl mahsul de yok. Hem Ilgın büyük şehir de değildi. Büyük şehir de kaybolmak var ama Ilgın kaza küçük yer neticede, tarlaları satar dükkân açardı. Gül gibi geçinip giderlerdi. Çoban Ahmet koyunlarına bakar, Mehmet’e parasını gönderirdi. Mehmet de okuluna rahat rahat giderdi. Kederli gözleri otayan koyunlara dalmış gitmişti Hüseyin’in. Mehmet’in sesiyle kendine geldi.
“Olmaz mı baba, kuzuları satarız. Hem belki birden fazla kuzularlar. O zaman rahat ederiz.”
“Olur ya aslanım. Neden olmasın? O zaman bir gelsin Mehmet’im, inşallah sende okullu olacaksın.”
Mehmet duyduklarının heyecanına dayanamayıp sevinçle atladı babasının kollarına;
“Göreceksin baba okulun en akılı çocuğu olacağım. Öğretmenin hep aferin diyecek bana. Hele bir büyüyüm anamı, kardeşlerimi rahat içinde yaşatacağım.”
“Bilirim Mehmet’im. Benim umudum, uğurum sensin.”
Mehmet’in yanından ayrıldıktan sonra tarlaya gitti Hüseyin. Sap da olsa saman da üç beş kuruş dedi, aldı orağını eline. Gölgede sıcaklık 35 dereceydi. Öğle sıcağı inmeden ne yaparsa kardı. Güneşten korunmak için mendilin 4 köşesini düğümleyip kafasına yerleştirdi, üzerine de kasketini taktı. Güçlü elleriyle sıkıca kavradı orağını. Tabiat ananın yaptığı nadide resimlerden biriydi görünen. Esmer, kara yağız, boylu poslu Hüseyin’in adaleli kolları, nasırlı güçlü ellerinde orağı, kan ter içinde omzunda sola doğru usta hareketlerle orağını savuruşu, ekinlerin yavaşça yana devrilişi her şey uyum içindeydi adeta. Arada duraklayarak kendini işine kaptırdı.
Sıcağın dayanılmaz olduğu öğle saatinde susuzluktan dili damağına yapışmıştı. Durup nefes aldı, alnındaki teri elinin tersiyle silerken karnı burnunda Fadime’sinin eli belinde onu izlediğini fark etti.
“Ne zamandan beri oradasın?”
“Yeni geldim. Öğlen için azık getirdim buz gibi ayranda var. Testide suyu da yeni doldurdum.”
“Neden yordun kendini? Ayşe getirseydi ya.”
“Ayşe kardeşleriyle oynuyor. Hem bana da iyi geliyor yürümek.”
Karsının yanına gitti, yüklerini aldı. Koluna girdi beraber çınar ağacının altına gittiler. Hüseyin buz gibi suyun boğazında aşağıya inerek onun serinletmesinin ferahlatmasının tadını çıkardı. Fadime de yiyecekleri hazırladı. Diğer testideki ayranı da yanına koyup kocasının karnını doyurmasını izledi. Yemekten sonra Hüseyin, Mehmet’in yanına gittiğinden bahsetti. ”Çoban Ahmet ona iki koyun vermiş. Kuzuları olacakmış, onları satıp bize kömür erzak alacakmış. Kalanıyla da okula gidecekmiş.” Karısının ellerinde tuttu; “Bana böyle hayırlı bir evlat doğurduğun için hakkını ödeyemem Fadime’m. İnşallah diğer evlatlarımızda Mehmet’im gibi kadir kıymet bilirler” dedi. Karısının karnını okşadı. Gözlerine bakıp asıl konuya geldi.
“Ben diyorum ki; bu topraklardan bir şey olmayacak gibi. Seneye de devam ederse bu kuraklık acımızdan ölürüz. İçme suyu bile bulamazken tarları nasıl sularız. Satalım ne varsa Ilgın’a gidelim. Buradan aldığımız parayla bir dükkân açayım. Mehmet’imizde okuluna gitsin. Olmaza mı?”
“Olur ya, neden olmasın. Sen nereye ben oraya, doğduğun yer değil doyduğun yer derler. Gidelim Hüseyin’im.”
Olurdu ya, neden olmasın dı? Bu köy bunca yıl ne vermişti ki onlara. Yarı aç yarı tok yaşamışlardı. Boyları uzamamış, bir arpa boyu yol alamamışlardı. Hem belki diğer çocukları da okurdu. Fadime bu karardan çok mutlu olmuştu. Yüzünde gülümsemesiyle toparlandı, kocasına son kez bakıp eve dönüş yoluna düştü.
Hüseyin de karısının verdiği cevaptan memnun gidişini izledi. Fadime gözden kaybolunca çınarın altına uzandı. Öğle güneşi insin devam ederdi. Zaten küçücük tarlaydı. Birkaç gün içinde biterdi Allah’ın izniyle. Tarlanın işi bitince hemen satışa çıkarırdı. Satılır satmaz da giderlerdi. Biraz ucuza gidecekti ama olsundu. Tez zamanda gitmeli işini ayarlamalıydı.
Hüseyin bu düşüncelerle uykuya daladursun Fadime yüzündeki gülümsemesiyle köy meydanına varmıştı. İçi kıpır kıpırdı. Ne sıcak, ne de farkında olmadan hızlı attığı adımlar onu yormuştu. Köy meydanındaki çeşmenin başına varınca, köyün dedikoducu 3 kadınının toplanmış konuştuklarını gördü. Kenarda sırasını beklemeye koyuldu. Dedi kodu sevmez, yapanı da sevmezdi. Gıybet ediyorlar, kul hakkına giriyorlar diye konu komşuyla da fazla sık görüşmezdi. Onu gören kadınlarda memnun olmadıklarını belli ederek kenara çekildi. “Soğuk nevale” dediler. Fadime bunu duydu ama duymazlıktan geldi. Bunlarla ağız dalaşına girmenin lüzumu yoktu.
Sırası gelen Fadime testlerini birkaç defa çalkaladıktan sonra doldurdu evine doğru yürüdü. O giderken kadınlar hala çeşme başında arkasında konuşuyorlardı. Dedikodusu yapılacak birisi değildi Fadime, onun hakkında daha çok burnu havada, kendini beğenmiş diye konuşurlardı. Bir de kocası Hüseyin’inin yakışıklılığından…
Evine giren Fadime vakit kaybetmeden ocağa odunları atıp tutuşturdu. Çocukları kontrol etmek için odaya geldiğinde ne kadar yorulduğunu anladı. Serdire uzanıp kardeşleriyle beş taş oynayan Ayşe’ye;
“Ayşe kızım, arada ocağa bak odun attıydım. Yoruldum şöyle biraz uzanayım” dedi. Biraz sonra yorgunluktan kendinden geçti.
Köyün delisi Mıstık tarlaya vardığında nefes nefeseydi. Hüseyin koşarak gelen ağzından kelimeler yerin bağırtı çıkan Mıstığı görünce haline güldü. Pantolonunun bir paçası yaz kış giydiği lastik botlarının içinde, gömleğini düğmeleri yanlış iliklenmiş koşa koşa Hüseyin’e bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
“Dur hele Mıstık, hayırdır bu ne telaş?”
Mıstık, Hüseyin’in kolunda tutmuş çekiştirerek konuşmaya çalışıyor beceremiyordu.
“Hay Allah dur Mıstık çekiştirme. Tamam, tamam seninle geleceğim.”
Orağını omzuna attı, diğer kolu Mıstığın himayesinde onunla birlikte koşturmaya başladı. Köy meydanında dumanı görünce;“Hay aksi neresi yanıyor Mıstık ” diye sordu. Mıstığın kederli acı dolu bakışı karşısında orağını attı, Mıstıktan kurtaramadığı kolunu bir çırpıda kurtarıp evine koştu.
Önce biraz durakladı, ayakları taş kesilmişti sanki. Köy halkı evinin etrafında toplanmış vah tüh diyorlardı. Gencecikti diyorlardı, ya çocuklar diyorlardı. Hiç kimse yangını söndürmeye bile kalkmıyordu. Sonra ağızları konuşuyor sesler uğultuya dönüşüyordu. Gözleri karardı. Hayır hayır olmazdı toparlanmalıydı. Güçlükle bir adım attı, sonra ikinci adım, sonra üç… Sonra koşmaya başladı. Fadime’si, Ayşe’si, Halime’si, Abdullah’ı, en küçükleri Fatma’sı ve henüz doğmayan çocuğu. Yanıyordu. O eve girmeye çalışırken birinin kendini tuttuğunu fark etti.
“Bırakın Allah aşkına, bırakın.”
“Deli olma Hüseyin. Bu yangından çıkamazsın.”
“Bırakın yanıyor, ciğerlerim yanıyor.”
“Allah kalanlara ömür versin.”
“Tabi ya, kardeş Allah sabır versin. Bak bir evladın daha var. Allah ona ömür versin.”
“Su bulun, toprak atın. Söndürün, yanıyor, ciğerlerim içeride yanıyor. Allah aşkına su bulun…”