Evdeki sessizliği cama vuran yağmur taneleri bozuyor. Uzaklardan gelen köpek havlamaları yıldırım seslerine karışıyor. Birbirimize karşı koruyabildiğimiz heyecanın rağmen kelimeleri zor bela araya getirip bir kaç cümle kurabiliyorduk. Evin sesi yankılanmasını sağlayan uzun koridorlarından geçiyordum. Duvardaki onlarca anı dondurup çerçevelere koyduğumuz mutlulukları inceliyordum. Her şey yerli yerindeydi. Masanın üzerinde duran kitaplar, özenle dizilmiş kalemler, tozlu kalemlik, tıpkı yıllar önce olduğu gibi odamı saran sessizlik… Bu sessizliği bozmak için aklıma gelen her şeyi saçmalamak pahasına söylerdim. Bir şeylerin yolunda gittiğini kendime inandırmak için sana onca sorular-yeri gelirdi çok alakasız ve anlamsız sorular- sorardım sırf sesindeki tondan bir şeylerin iyi gidip gitmediğini anlayabilmek için.
Kabul etmek istemeyecektin ama itiraf edeyim istersen: Seninle değildi benim derdim, kendimleydi… Neye yaradı ki seni anlamam. Neye yaradı da o kanayan sesini içimde hissetmedim. Benim derdim seninle değil, aynaya baktığımda göremediğimde. Boşluklarımı saklayarak yaşıyorum; aynada gördüğüm sadece bir hayalin yansıması artık. İyilileşmez yanlarımı saklayarak yaşıyorum. Görüldüğü gibi değil, dile geldiği gibi saklarım, korkuyu andıran cesaretimi. Yaşamdan uzaklaşmak istediğim zamanlarda beni geri çağırabilsin diye.
Yaşayacak yer bırakmadılar bana, kentler onlarındı. Köyleri özledim bu yüzden, kıyı kasabalarım, ormandaki tahta pencereleri olan kulübeleri… Ama kentlerin dışında nereye sığınsam, içime bıraktıkları o binlerce kimsesiz yüzün haykırışından kurtulamadım, o binlerce yüz içinden kendi yüzümü bulamadım. Senin yüzünü…
Mevsimsiz Sohbet’ten
https://twitter.com/arpaslanbudak