Güneşin doğuşunu izledim. Bunun için beklemiştim bütün gece. Göz bebeklerime doldu ışınlar, yarış yapar gibi birbirlerini itekleyip üzerlerine binerek. Sonra yavaşça içeri girdim. Balkon çok soğuktu. Kendimi dışarı atmamdan hemen önceydi.
Belki de ellerimle düzeltebilecektim. Ellerimi üzerinde gezdirsem belki de düzelecek kırışıklıklardı. Yatağın sahip olduğu kırışıklık, hayatımın sahip olduklarından azdı. Ellerim düzeltmeye yarardı belki yataktakileri. Peki hayatımdakileri? Hayatımda olanları? Ellerimden kayıp gidenleri? Ellerimden kayıp gideni?
Gözlerimi kapattım. Üçe kadar saydım. Derin bir nefes aldım. Vermedim. Benim yaptım oksijen moleküllerini. Değiştirdim içimde. Oksijeni karbondioksite çevirdim. Hayatımdaki hiçbir şeyi bir başka şey yapamamıştım bundan başka. Benden gidenler oldu. Beni bırakıp da gidenler. Arkalarına bakmadan. Şimdi bu yatakta yalnız yatmam da bundandı zaten. Yanımdaydı. Yanımda yatıyordu. Ama bir o kadar da uzaktı bana. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Onu seviyordum. Bunu deli gibi yüzüne haykırmak istiyordum. Ama yapamazdım. Çünkü ben gidiyordum. Bu şehirden, bu ülkeden, onun hayatından. ‘Geleceğim’ demişti. ‘Geleceğim seni görmeye. Sadece sabret birkaç ay.’
Gelmedi. Bekledim. Beklediğimi yapıp gelmedi. O gün o yatakta verdiği söz bir yalandan ibaretti. Beni bekletti. Ve gelmedi.
İçimi bir huzur kaplamış ve beklemiştim bana söylediği şeyin gerçek olmasını. ‘Sadece birkaç ay’ demişti ve ben beklemiştim o birkaç ay sadece. Sonunda elimde kalan, o gün, o sarı çarşaflı yatakta verdiği sözden başkası değildi.
Gözlerime dolan yaşları elimin tersiyle sildim. Yalnızdım. Tanımadığım bir ülkenin tanımadığım sokaklarında gezerken, içim içime sığmıyor, adeta dışarı çıkmak için göğüs kafesimi sıkıştırıyordu. Gitmek istiyordum ben benden. Onun yanına gitmek. Hesap sormak. Hani gelecektin diye haykırmak. Ağlamak. Bağırmak. Yeniden ağlamak. Ve kollarının arasına kapanıp, yüzümü sıcacık göğsüne yaslamak.
Ama hava çok soğuk. Ve ben yapayalnızım. Kafamı göğsüne yaslayacağım kimse yok. Onu bekliyorum, ama, o yok. Gelmeyecek. Ve ben yalnızım. En son yattığımız yatağın sarı çarşafı yine aklımda. Saatlerce sarılıp onun kokusunu içime çekişim aklımda. Dinlediğimiz şarkı ve benim onu aylar sonra göreceğim günü zihnimden geçirişim. Gülümseyişim geçirirken. ‘Geleceğim’ demesi kulaklarımda. Ona inanışım.
İnsanlar yalan söyler. Kandırır, aldatır. Bunu öğretti bana o yatak. O, her tarafı tozlu odanın ortasındaki çift kişilik yatağın sarı çarşafı öğretti bana kimseye güvenmemeyi. Sevdiğim adam öğretti. Yokluğu öğretti kalp kırıklığının gerçek manasını.
Arkamı dönmüştüm ona. Arkamdan sarılmıştı. Kaşık pozisyonunda yatıyorduk. Göğsünde atan kalbinin izi sırtımda çıkıyordu. O kadar güçlü atıyordu ki, ileri doğru hafifçe itekliyordu bedenimi vücuduna her kan pompalanışında. Bir de o şarkıyı dinliyordum. Huzurun tanımıydı bu ikisi benim için. Ömrü boyunca romantizmi kafasına takmamış bir insanın romantizmin tanımını öğrendiği gündü o gün. Onun kollarında, muhteşem bir şarkı eşliğinde, sıcacık yatakta kıvrılmış, uyurken alıp verdiği minik nefes sesleri ve kalp atışları eşliğinde uyumasını dinleyişim, dünyanın ne kadar mükemmel bir yer olduğunu düşündürmüştü.
Evet, bunu yapan bendim. Bendim bu romantizmin neyin nesi olduğunu öğrenen o gün. İnsanın küçücük göğsünü dolduran, saran, kaplayan duygunun ne olduğunu öğrenen bendim. Onu uyandırmamak için kramp giren ayağımı bile yerinden oynatamamıştım. Sadece bir anlık bir cesaretle kafamın altından uzattığı sağ elinin boşta kalan avuç içine elimi yerleştirmiş, uçurumdan düşmek üzere olan bir insanın ağaç köküne tutunduğu çaresizlikle parmaklarından birine tutunmuştum. Onu sevdiğim gibi o yatakta yatarken, o müziği dinlerken, onun da beni sevmesini sağlayabilirim sanmıştım eline dokunarak.
Bir insanın bilinçaltını etkileyebileceğinizi bilseniz neler yaparsınız?
Ben çaresiz bir insan değilim. Değildim. Ta ki o sarı çarşaflı yatağa kadar. Onunla uyuyup, dahası onu uyutup uyumasını dinlerken, yavaşça savurduğu tekmelerini bacağımda hissederken, aşkın ne olduğunu öğrenmiştim. Ne gerek vardı peki? O gün o eve gitmeyip de başka bir yere gitsem, kendime çok büyük bir iyilik yapmış olacaktım. Ama ben, o eve gitmeyi tercih etmiş, âşık olmuştum neticesinde. Bana âşık olmayan bir adama. Kalp atışlarının kulaklarımı doldurduğu bir koca saat boyunca, ona yavaş yavaş âşık olduğumu fark etmeden, âşık olmuştum. İnsan bir koca saatte âşık olabilirmiş. Bunu öğrenmiştim ben o gün ilk defa. Uyandırmamıştım onu. Kollarında, o uyurken kıpırtısız yatmış ve o şarkıyı defalarca dinlemiş, ağlamamak için kendimi zor tutmuştum.
Gidiyordum da aynı zamanda. Tam beş gün önceydi. Ülkeyi terk etmemden, beş gün önce. Geri dönmeyeceğimi bildiğim, terk ettiğim ülkede şimdi kalbimi bırakıyordum. Bilmediğim bir ülkenin soğuk sokaklarında gezerken, etrafımdaki insanların yüzlerine, acaba o mu diye bakıyordum.
Ne gerek vardı ki?
Kalbimi onda bırakmamın, ne gereği vardı?