Yutkundum. Paslı bir çivi gibi, tam karşıdaki aynaya kilitlenmiş bir çift göz ancak bu kadar yaralayabilirdi beni. Sonra aynı paslı çiviyi tahtadan sökerken çıkan kulak tırmalayıcı gıcırtı gibi başka yöne döndü bakışlarım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Gitmiş birine ne söylenirdi ki? Daha önce hiç kimse gitmemişti çünkü, çünkü hiç kimse zaten burada, yani şu an olduğum yerde bulunmamıştı. Tecrübesizdim yani bu konuda. Gitmek için önce orada bulunmak gerekir herkesin bildiği gibi. Ben hiç burada bulunmamıştım. Aynada baktığım, daha sonra bakmaya cesaret edemediğim gözlerim daha önce hiç bakmamıştı az ötemdeki denizin enginliğine. Hiç bakmamıştı gözlerim çünkü herkes aksini iddia etmesine rağmen hiç buraya ait olmamıştım, kimliğimde yazsa ne çıkar. Buraya ait olsaydım, burada olsaydım yani mutlaka bakardım hem kendim için hem de yerimde olmak isteyen herkes için. En zoru da birileri senin yerinde olmak için her şeylerini feda edebilecekken senin kendini oraya ait hissetmemen. Sanki herhangi bir apartmanın karşısındaki herhangi bir elektrik direğine yuva yapmış herhangi bir göçmen kuş gibiyim bu sabah, her sabah olduğu gibi. Geldiğim yerden gideli çok olmuştu buradan da gideceğim. Adressizim ve bulunduğum her yerde, -başkaları burada olmaya çoktan gönüllü olduğu için- orayı işgal ediyormuşum hissiyle yaşıyorum. Çöpleri karıştıran bir eskicinin bile bulunca almaya tenezzül etmeyeceği kadar yol gezmiş bir ayakkabıyım. Ve gerçek ayakkabılar için en kötü durum nasıl içindeki ayağın günlerce içinden çıkmayıp seni leş gibi kokutmasıysa, ben de içimde olanları çıkaramıyordum bir hamal gibi her yere taşıyordum ve artık tam anlamıyla tükenmiştim. Bıkmıştım.
Sekiz dakika sonra yurttan son çıkış vakti gelecek, üstünü değişmemiş ve her zaman olduğu gibi kahvaltısını yapmamış bir yatılı öğrenci için sabah sabah aynaya böyle bakakalmak, bakarken düşünmek bile bir lükstü. Benim dışımda herkes bu koşuşturmaya alışmış kabullenmiş ve çoktan buralı olmuştu. Bense hala yerimi yadırgıyordum. Dedim ya göçmen bir kuş gibiyim diye. Muhtarlıktan alınan ikametgah belgemde yazan adreste bile kendimi evimde hissetmiyordum. Benim için ev çoraplarımı çıkarabildiğim yerdir. Çünkü çoraplarımı çıkardığımda kendimi çıplak hissediyorum. Biliyorum bu biraz garip ama kimse bunu bilmediği sürece bence kabullenilebilir bir şey. Bu konuda fazla konuşmayacağım.
Tüm bu sonu -mecburen- kabullenmeye çıkan düşüncelerimden sıyrılmama pansiyonun hoperlörlerinden yankılanan ‘Kahvaltı servisi bitmiştir!’ sesi neden oldu. Bu sesin altında sanki başka anlamlar vardı. Açlıktan ölseniz sikimizde olmaz demek ister gibi yapıyordu anonsu nöbetçi öğretmen. ‘Acaba gerçekten ölsem birilerinin umurunda olur muyum? Ya da gerçekten birilerinin umurunda olmak için ölmek mi gerekir?’ ikilemini yaşarken bir yandan da geceden ütülensin diye yatakla bazanın arasına askeri bir disiplinle serdiğim pantolonu giymeye çalışmak bir hayli yorucuydu. Zaten bu lanet yerde hiçbir zaman uykumu almış olarak uyanamamıştım. Bir de üstüne üslük bu ilk gün sendromu sarınca her yanımı, 16 yaşında biri için rutine bağlanmış olması gereken pantolonunu yardım almadan giyebilme işlemi bile böyle can sıkıcı olabiliyordu. Gecenin ilk saatleri, geçen senenin ilk gecesinde olduğu gibi benim burada ne işim var amına koyayım demekle geçmişti. Daha sonra devreye şarkılar girdi. Bir anlığına uzaklaşıp tepeden erkek pansiyonuna baktığımda benim huzursuzluktan ve adressizlikten kuduran ruhuma inat herkes her zaman olduğu gibi bir koşuşturmanın içindeydi. Bazen koşuşturmalar durgun olur. Uyurken bile koşuşturanlar var. Zaten bir yerlere koşmaya dünden hazırken herkes, bunların üstüne yeni yurt binası, okula yeni gelen alt dönem gibi faktörler de eklenince koşuşturma almış başını yürümüştü. Nitekim sabah kalktığımda da devam ediyordu. Pansiyonun bahçe kapısından okula kadar olan taş çatlasın 25 metrelik mesafede bile herkes bedenen değil ruhen koşarken benim ayaklarım geri geri gidiyordu.
Her zaman olduğu gibi neyse dedim. Aylardan eylül olmasına, havanın mevsim normallerinin üstünde seyrediyor olmasına rağmen, üstümde dolaşan yeni bakışlara aldırmadan bana nerden geldiğimi hatırlatan Tavşanlı Neşter atkıma daha bir sıkı sarıldım. Evet geldiğim yerden gitmiştim artık ama geldiğim yeri unutacak kadar da vefasız değildim. Gerçi arkadaşlarım yani okulun ilk dönem –üç yıl sonra ilk mezunları- öğrencileri alışmıştı bu ve buna benzer ritüellerime ama bu yeni bakışlar rahatsız ediciydi. Aslında haklıydılar bakmakta hava otuz iki dereceyken benim boynumda atkı olması tabiî ki garipti ama onlara neydi ki? Neyse demeye başlamışken arkası kesilmez zaten. Buna da neyse dedim.
Sallana sallana, o yirmi beş metreyi yirmi beş kilometre yapmak istercesine yavaş yürüyordum. Bugün okulun ilk günü dolayısıyla haftanın da. Bayrak töreni yapmak üzere herkes ön bahçedeydi. Herkes dediğime bakmayın standart bir okulun dörtte biri öğrenci bile yoktu ama bu sayı bile fazla geliyordu şimdiden. Hiçbir zaman çoklukla kalabalığı karıştırmadım. Çoklukla kalabalık arasındaki farkı daha müsait bir zamanda anlatırım. Bizim dönemimiz kalabalıktı ama böyleyken herkes çokluktu gözümde üstelik olması gerekenin yarısından az öğrenci ve sınıf varken bile çoklardı. Buna da neyse dedim. İnsan ölümlere alışıyor savaşlara alışıyor açlıklara sefalete düşünmemeye alışıyor. Buna mı alışamayacaktım. Bana dokunmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar. Bayrak töreninde görevimi icra etmek üzere bayrağın başına geçtim İstiklal Marşımızı okuduk. Bayrak direği müdürün konuşma yaptığı yerden daha geride olduğundan bütün konuşma boyunca müdürün ensesine baktım akabinde sınıfa geçtik. Yeni öğretmenler gelmiş. Buna da neyse dedim ve neyselerle dolu bir ‘ilk’ okul gününü daha geride bıraktım. Ama burası 24 saat canlı bir müesseseydi.
Başka bir müesseseye benzetecek olsam burayı her gün tekrar tekrar batan eski bir gemiye benzetirdim. Tıpkı tanrıların Sisyphos’a verdiği ceza gibi. Sisyphos, tanrılara karşı suç işlemişti ve cezası, sonsuza kadar tepeye her vardığında aşağı yuvarlanan bir kayayı tekrar yukarı çıkarmaktı. Tanrılar yararsız ve umutsuz bir çabadan daha ağır bir ceza olmadığını biliyorlardı. Acaba ben tanrılara karşı ne suç işledim de beni her gün tekrar tekrar batan bir gemide, her gün tekrar tekrar tutunacak bir dal aramaya mahkum etmişlerdi? Tanrılara neyse diyemeyeceğimi ve biraz daha politeist kelimeler kullanırsam annemin tabiriyle ‘taş olacağımı’ bildiğimden bu konuyu unutmaya karar verdim (Sisyphos ile olan ortak yönümün tuvalette aklıma geldiğini ve bunu unutmamak için telefonuma not düştüğümü kimseye söylemeyeceğim.).
Dedim ya burası 24 saat canlı bir müessese diye. Canlı olmasına canlı ama bir ayağı çukurda. Her gün ölüp tekrar diriliyor. Evet her gün tekrar diriliyor. Ama tekrar dirilmenin şiirselliğinden olabildiğince uzak, yani anka kuşunun kendini külünden yaratması gibi değil. Geri dönüştürülsün diye çöpe atılmış ve evveliyatında okunmayıp sadece bira şişesini kamufle etmek amacıyla kullanılmış bir gazetenin geri dönüştürülmesi gibi. İşin içinde dış mihraklar var kesinlikle. Bir çöpçü her gece süpürüyor okunmamış ve bira kokan gazeteyi. Bir kamyonet diğer gazetelerle birlikte onu daha çok gazetenin arasına götürüyor. Hepsi ilk basıldıklarında üzerlerine ne yazıldığını unutuncaya kadar yıkanıyor ve dönüşüm tamamlanıyor. Artık üzerine ne yazarsanız yazın gazetenin. Hepsi kabulüdür. Benim hikayemin basılı olduğu az tirajlı yerel gazetenin okunmayan sayfasını da nöbetçi öğretmenin, “yatsanıza amk” içerikli “yat saati gelmiştir ışıklar kapansın” anonsu süpürüyor yerden ve diğer sayfalarla birlikte her gece olduğu gibi o gün neler yazdığımızı unutmak için mürekkeplerimizden arınacağımız rüyalara dalıyoruz.
İki medeni insanın yumruklaşması nasıl olur bilir misiniz? Ben sizin kafanızda bir tablo oluşması için biraz betimleyeyim. Bir medeni insan, betimleme bu ya, mevzu bahis diğer medeni insanın gözü gibi baktığı çiçekleri ezmiştir. Ya da bu medeni insanlardan biri diğerinin arabasını her gün park ettiği yere kendi arabasını park etmiştir. Eğer bunlardan biri değil ise kesinlikle bir medeni insan çöplerini diğer medeni insanın evinin önüne çıkartmıştır. Bunlar ve bunlar gibi farklı nedenlerden dolayı mağdur bir medeni insan kendini mağdur eden diğer medeni insana bilenir. Kendi medeniliğine yakışmayacak, karısı duyarsa esefle kınayacağı küfürleri kombine ederek sıralar diğer medeni insanı sabah kapının önünden gazetesini alırken gördüğünde. “Sizin ben amınıza koyayım emi.” içerikli bir medeni insan “Günaydın”ından bahsediyorum.
Bu ve benzeri içten yanmalı küfürlerin dumanı birikir birikir ve artık dayanamaz medeni insan. Diğer medeni insanın kapısını çalar ve niyetini belli eder. İçlerinden gözle görünmeyecek kadar, bir kimya formülünde ihmal edilebilecek on üstü eksi bilmem kaç kadar daha az medeni (Eğer kimya ihmal ediyorsa onu dahil etmek bizim haddimize düşmez. Bizim için her ikisi de medeni. Burada sadece kimin ilk hamleyi yapacağını yazı tura ile belirleyemeyeceğimizden dolayı böyle bir ayrıma girdik.) olanı medeni bir yumruk salar medeni insanın her sabah itina ile medenileştirdiği yanağına. Elinde biraz tıraş losyonu kokusu kalır diğer medeni insanın. Yumruk yiyen medeni insan sağ eliyle çene diskinin yerinde olup olmadığını kontrol eder ve bir filmde medeni olmayan bir insan rolünü oynayan başka bir medeni insandan gördüğü gibi başını hafifçe sola çevirip tükürür. Medeni adımlarla oradan uzaklaşır ve medeni şekilde giyinip mahkemeye verir diğer medeni insanı. Diğer medeni insan zaten pişmandır yumruktan. Hakim de “iyi hal”den dolayı cezasını kamu hizmetine çevirir medeni insanın ve medeni insan, insanlığa hizmet etmenin verdiği huzurla pişmanlık karışımı bir duygunun pençesinde 21 gün sokaklarındaki çocuk parklarını temizler. Daha az selamlaşmaya özen gösteren medeni insanlar medeni medeni hayatlarını sürdürürler.
Şile ile benim iki medeni insandan farkımız şuydu. Bir, Şile insan değildi. İki, ben medeni değildim. Bu yüzden Şile ile olan kavgam, iki medeni insanın yumruklaşmasından çok iki komşu çocuğunun bir altın gününde birbirini ısırması gibiydi. Şile sabah benden önce uyanıp kendini o günkü dövüşe hazırlıyordu. Daha uyku mahmurluğumu üzerimden atmadan bir gün önce güllük gülistanlık olan havayı geceden buza kesmiş benim yurdun kapısından çıkmamı bekliyordu . Ahmed Arif’in “Vurun ulan vurun. Ben kolay ölmem!” dizelerini mırıldanarak ve parkamı giymeden inmiş olama lanet ederek okula yürüyordum kavganın ilk anlarında. Ama her şey yeni başlamıştı. Şile’yle kavga etmenin yeni bir yolunu bulmuştum. Ne kadar çok kendimi bildiğim sokaklara atabilirsem o kadar çok saçını çekebiliyordum Şile’nin (Şile bir insan olsaydı kesinlikle mavi gözlü kumral kızgın bakışlı ve gün görmüş orta yaşlı bir kadın olurdu.). Bu yüzden her yanım bana nerden geldiğimi hatırlatan objelerle doluydu. Defterlerim, kitaplarım, odam, yastığım, ranzam, zincirim her şey bana nerden geldiğimi bir şekilde fısıldar hale gelmişti. Bu sayede Şile’den yediğim tokatların acısını misli misli çıkartıyordum kendimce. En azından ben Şile olsam bi’ düşünürdüm. “Bu çocuk buralı. Yedi göbek Şileli bu çocuk ama ben burada ona kendini evinde hissettiremiyorum. Lanet olsun bana.” derdim en azından. Tabi ben o zamanlar Şile’yi duyamadığımdan, hissedemediğimden daha doğrusu, bu yaptıklarımın ona zarar verip vermediğini bilmiyordum ama sürekli batan bir gemide yeni yeni tutunacak dallar oluşturmuştum kendime. Kalıcı çözümün gemiyi onarmak olduğunu ise çok sonra fark edecektim. Bunu fark ettiğimde de “Keşke biri Sisyphos’a kayayı son kez tepeye çıkardığında kaymasın diye altına ufak bir taş koymasını söyleseydi. Zaten tanrıların oyunlarını bozmaya, onları kandırmaya alışık değil mi? Zaten tanrıları kandırdığından bu cezayı almadı mı?” diyecektim, çok sonra.
İşte yine başlıyordu Şile ile olan yorucu kavgalarım. Şimdi ismini hatırlamadığım bir ses sanatçısının da dediği gibi alışmak sevmekten daha zor geliyor. Sevilecek yanları da yok değil Şile’nin. Ama herkes için bu yönler daha fazlayken benim için bir o kadar az. Böyle düşündükçe de Şile’yi yeni doğmuş bir çocuğa benzetirim. Kimin çocuğu olduğu önemli değil. Yeni doğmuş her çocuk gibi Şile ağlıyor ve etrafımdaki istisnasız herkese bu sevimli gelirken, birileri her gün gözlerini Dünya’ya yeniden açan bir bebeğin çığlıklarıyla mutlu oluyorken, ben o bebeği müjdeleyen ebeden bile nefret ediyordum. Bu hikayede her gün yeniden batan gemi de her gün yeniden doğup her gün yeniden zırlayan bebek de Şile olduğuna göre onu müjdeleyen gudubet suratlı ebe de kesinlikle anons yapan nöbetçi öğretmenden başkası değildi. “Etüt saati başlamıştır, herkes odasına!”
Birkaç gün sonra bu ‘anonslar, küfürler, dersler’ üçgeninde geçen hayatıma alıştım. Sanırım alışılmayan tek şey bir şeylere alışma korkusu. Bu alışma korkusu, alıştığın her ‘şey’in hayatından bir şeyler alıp götürdüğünü ve senin bunu, ona alıştığından dolayı fark etmediğini anladıktan sonra doğar ve bir daha asla gitmez. (Bu fark etme sürecini anlatabilseydim bile emin olun anlatmazdım. Sadece bir kere en değerliniz sizi yanıltır. Ve o zaman alıştığınızda neler olduğunu anlarsınız. Bir kere yanıldıktan sonra kocaman ön yargı duvarları örersiniz. Kimse giremez içeri. Çok gerçekçi gülüş replikaları bulursunuz eskilerden. İçinizden hiç gülmek gelmediği halde gülüyor gibi görünebilirsiniz. Ve şaşırtıcı derecede güçlü hissedersiniz kendinizi, hissettiğiniz duyguları yüzünüze yansıtmadan yaşadığınızda. Bu anlattıklarımı alışma korkusuyla yaşayan herkes anladı sanırım. Anlamayanlar ise umarım hiç alışma korkusu yaşamazlar.)
Bu alışma korkusunu ilk defa hissettiğim üçgenin içindeyken ve içinde bulunduğum üçgene yani coğrafi anlamda konuşacak olursak Şile’ye küfürler savururken birden kendimle çatıştığımı fark ettim. Daha birkaç gün önce küfrün dünya üzerindeki en samimi şey olduğunu söylemiştim. Peki küfür en samimi şey ise Şile ile bu samimiyetim nerden geliyordu? Hala bu görüşümü savunuyorum. Evet küfür en samimi varlıktır. Küfrün bu samimiyeti içinde patlama noktasına gelmiş duyguların dışa vurulduğu anda ağzından istemsiz dökülmesinden gelir. Sevinçten, kızgınlıktan, boşvermişlikten veya adı her ne ise yaşadığın duygunun… Bu duygunun nirvanasında, yerinde edilmiş küfür kadar samimi bir kelime, dünya üzerinde yoktur. Çünkü o en içten gelmiştir. Şöyle bir örnekle anlatayım. Misafirliğe gelen ailenin çocuğu halıya çay dökmüştür ve annenizin ağzından yalancı bir gülümseme eşliğinde olabilecek en samimiyetsiz ‘Olsun ya önemli değil.’ cümlesi çıkar. Ama aynı çayı siz dökseniz o anda kendinizi bir hakaret bombardımanında bulabilirsiniz. Bu annenizin halıya ve size verdiği değer oranında değişebilmekle birlikte en azından anneniz siz halıya çay döktünüz diye size gülümseyip olsun ben temizlerim demez. Çünkü anneler samimidir. Burada biyolojik annelerden söz etmiyorum. Anaçlık iç güdüsü taşıyan ‘gerçek’ annelerden söz ediyorum. Bu örnek sanırım küfrün samimiyeti için açıklayıcı olmuştur. Demin sorduğum soruya dönecek olursak, eğer ben Şile’ye küfür ediyorsam bu aramızda bir samimiyet olduğunun işaretidir. Acaba Şile’ye alışmış mıydım? Hiç sormak istemiyorum ama Şile’yi sevmeye mi başlamıştım? Bu soruları sormak istemediğimden olsa gerek anons ilaç gibi yetişti. Giyinip koşuşturmacanın arasına karıştım. Düpedüz kaçtım düşünmekten ama bir kere düşündüm artık geri dönüşü yok.
Bütün gün derslerde beynimi kemiren soruyu kendime tekrar sorduğumda herkes çoktan uykuya dalmıştı. Acaba Şile’yi seviyor muydum? Önce sevmemem için bir neden olmadığına karar verdim. Çünkü Şile beni evden ayırdıysa diğerlerini de evden ayırdı. Ben onu sevmemekte ısrar ettiğimden kendimi burada evimde hissedemiyordum. Şile soğuksa herkese soğuk. Derslere ve nöbetçi öğrenmelere kızıp hıncımı Şile’den çıkaramazdım. O gece Şile’ye karşı nötr olduğum ilk gece idi. Daha sonra Şile’ye aşık olmam hiç de zor olmadı zaten.
Şile’ye karşı nötr durumum bahar aylarına kadar devam etti. Ben her sabah Şile’ye günaydın dedim, o da bana dedi. Ben her gece yatarken Şile’cim iyi geceler dedim, o da bana tatlı uykular Yuşa’cım dedi. Belki de ilk defa bu kadar rahat uyumuştum Şile’de, o tatlı uykular dediği zaman. Artık Şile’yle savaşmıyordum. Ben ona iyi davranıyordum o da bana. Sanırım artık her gün batan gemiden kurtulmanın yolunun onu onarmak olduğunu görmüştüm. O soruyla Struma’nın torpillendiği yerin az ötesinde her gün batıp her gün yeniden doğan gemim, son defa pruva bodoslamasından bu denli büyük bir darbe aldı ve ben, gemimin yeniden doğmasını beklemeden onu kızağa çekip onarmaya başladım. Ben Şile’yi gemimi kızağa çektiğim tershanede yani okulumda sevdim, oda beni sevdi. İşte benim Şile’ye olan aşkım böyle başladı.
Elbette her aşk filmine konu olduğu gibi Şile ile benim aşkım da ayrılıklara sahne oldu. Ben tam kendimi evimde hissetmeye başlamışken bir haziran sabahı nöbetçi öğretmen son kez ‘Kahvaltı servisi bitmiştir.’ dedi. Araya yaz tatili girecekti ve bu esnada ben Şile’de gemimi onarırken bana iki ağzı keskin bir balta ve keser verip yardımcı olan, onardığım gemimle yola çıkarken bana ekmek su ve şarap veren güzeller güzeli Kalypso ile karşılaşmıştım. Kalypso, Şile’nin vücut bulmuş haliydi. Her gece Şile’ye ‘İyi geceler Şilecim’ derken o duymasa da Kalypso’ya da iyi geceler diyordum. Zamanla önce Kalypso iyi geceler dediğimi duydu. Sonra bana günaydın demeye başladı. Ve bu sürecin sonunda Kalypso, ben –bu sefer gelmek üzere- evimden giderken tanrılara beni geri ulaştıracak tatlı ve uygun bir rüzgar estirmeleri için yalvarıyordu.
Kalypso’nun benim geri dönmemi istemesi de Şile’ye aşık olmam için ayrı bir nedendi. Ben denizi, maviliği, ilk şiirimi, ilk kavgamı, 17 yaşımı Şile’de Kalypso’yla tattım. Yani Şile bana ilk şiirimi, ilk kavgamı, 17 yaşımı ve Kalypso’yu getirdi. Sanırım Şile aşkıma böyle karşılık vermişti. Odysseus için Ogygia adası özel midir, Kalypso’yu ilk gördüğü yeri Kalypso’nun elinden tattığı ilk şarabı hatırlar mı bilemem ama benim için Şile çoktan memleket olmuştu. Artık İthaki’yi düşünmüyordum.
Her ne kadar İthaki’yi düşünmesem de ailem oradaydı ve yaz tatilini orada geçirmek zorundaydım. Edip Cansever, yaşama sevincini, anahtarlarını, bakır kaseye çiçekleri, sütünü yumurtasını, pencereden gelen ışığı, bisiklet sesini, çıkrık sesini, ekmeğin ve havanın yumuşaklığını, aklında olup bitenleri, ne yapmak istiyorsa hayatta işte onu, kimi seviyordu kimi sevmiyordu onları, dokuzu, sonsuzu, biranın dökülüşünü (mutlaka bana sarmıştı o birayı), uykusunu, uyanıklığını, tokluğunu, açlığını, nasıl masaya koyduysa ben de İthaki’ye doğru yolculuğa çıkarken hem Edip Cansever’in bu mısralarını mırıldanıyordum hem de Kalypso’nun verdiği ekmeği, suyu, şarabı, şiirleri şarkıları, hayalleri, özlemleri, sıkıntıları, aşkları, kızıl renkli toprağı, turşu suyunu, yaşama anlam katan kokoreci, parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı ve kalemimi ve saatimi ve kavgamı çantama koyuyordum. Gelişimiz –Hasan Hüseyin Korkmazgil’in tabiriyle- götü mumlu mektupla olmadığı gibi gidişimiz de bando davul olmadı. Belki Şile biraz ağladı, Kalypso ne düşündü bilemem hiç de öğrenemedim.
Devamı gelecek…