Asla ait hissetmediğim fakat bir biçimde içine doğmuş olduğum bu yaşamdan kurtulabilmem ne mümkündü. Böylesine talihsiz bir yaşamla heba olmak istemiyordum ancak dengesiz ve berbat yaşantımın yanı sıra bu yaşantının kaçınılmaz bir sonucu olan değişken ruh halim, zayıf ve tehlikeli psikolojim buna müsaade etmiyordu.
Bok tabakasından bir zavallı olarak bir günden diğerine çalışarak koşuyordum. Ben bir zavallı olduğuma göre anne ve babam da öylelerdi pekala; derme çatma bir eve sahip olabildikleri için kendilerini şanslı hissediyorlar, bu kazanımı yeterli olarak görüp daha fazlasını yahut başkasını istemeye yeltenmekten kaçınıyorlardı. Onların hayatla işi bitmişti: babam benim yaşayacağım bütün günleri çoktan yaşayıp kenara çekilmişti(buna emeklilik diyordu); annem ise sözlükteki karşılığıyla bir ev hanımı, bana kalacak olursa bir mekanik ustasıydı. Üstelik işinde çok başarılıydı. Öyle ki babam, benim ileride yaşayacağım binlerce gün sürecek olan işçilik günlerini hiç hastalanmadan tamamlamıştı. Kuşkusuz annemin maharetli ellerinin bu makine üzerinde epey etkisi olmuştu.
Dahil olduğum bu sınıftan nefret etmiyor değildim. Nefret ediyordum etmesine fakat bir başına bunun da yarar getirmeyeceğinin ayırdındaydım. Her şeyden önce, kurtulma isteği duymuyordum. Çünkü hiçbir sınıfı yüksek görmüyordum. Elbette bunun bir önemi yoktu; ne benim ne de diğerlerinin durumunda değişme yaratmıyordu. Sorun oydu ki ben görüşümü değiştirmiş olsam, o yüksek mevkiler için mücadele etsem, hatta o yüksek sınıfa dahil olacak fırsatı elde etsem dahi düşüncemde asla bir değişme olmayacaktı. Bunu bilebilir miydim? Hiç yaşanmamış durumların içinde nasıl davranacağımı eksiksiz olarak bilebilir miydim? Üstelik bu halimle: yarım ruh ve yarım kafayla?
Ben yarım bir insandım. Benim payıma eksik yaşamak düşerdi.
Ne okuyabiliyor ne yazabiliyordum. Okuyamıyordum çünkü çalışmak dışında kalan zamanımı bu iğrenç, dar, kalabalık evde geçirmek zorundaydım. Tuvalette bile bir an rahat bırakılmadığım bu evde kendime kitabımı okuyabileceğim bir yer bulabilmek için ya güvercin boklarıyla sıvalı, ancak yazdan yaza temizlenen balkonda oturup masada ve yerde birikmiş tozun, devrilmiş saksılardan dökülen toprakların, çeşitli kara böceklerin verdiği rahatsızlıkla, insanın etini kesen soğukta, rüzgarın kulağıma fısıldadığı uğursuz uğultusundan ürpererek balkonda oturacaktım ya da kış mevsiminde yemek hazırlanan vakitlerden başka asla kimsenin uğramadığı, balkon kadar olmasa da yine de dişleri takırdatacak kadar soğuk olan, mide bulandırcı kızartma yağı kokusuyla dolu mutfakta. Mutfak balkondan daha makul görünüyorsa da buradaki zamanımın kısıtlı -televizyon izlenirken düzenli olarak atıştırmalık hazırlanıyordu-, kısıtlı zamanın baskısı altında ise herhangi bir şeye dikkat kesilmek zor olacağı için bu makul tercihi yapmaktan da çekiniyordum. İşte böylece kış mevsimi boyunca, isteksizce tembel tembel oturuyordum.
Yazmaya kalkışmak daha büyük bir delilik olurdu. Kalemi kavrayamayacak, düşünce ve cümlelerimi hizaya sokamayacak derecede yorgun oluyordum. Fiziksel yorgunluğu aşabilmemin yollarını bulduğum oluyordu zaman zaman. Daha ağır, daha yorucu işlerde çalışmış olduğumdan bedenim, her ne kadar sağlıksız bir gelecekle karşılaşacak olsa da, güçlüydü. Gel gelelim bu evin içine adım atar atmaz, ne adımı, henüz sokağın başında şakaklarımı zonklatacak ağrı başıma tırmanıyordu! Hastalık sarısı duvarlarıyla midem ağzıma geliyor, soluduğum bu kanser havasıysa olanca gücümü bir anda tüketiyordu. Sonra birer birer beliren, birlikte yaşamaya zincirlendiğim o insanları gördükçe umutsuzluğa gömülüyordum. Mahpus kimseleri düşündüm; ben de onlar gibiydim. Ben de onlar gibi bir hücreye tıkılmıştım, suçsuzdum, her şeye boyun eğiyordum. Onlardan ayrıldığım tek bir aşama vardı: Alışmak. Bu son aşamayı kabul ettiğimde bir ölüm belgesine dönüşeceğimden kesinkes emindim.
İşte böylesine dağınık bir zihinle yazmaya giriştiğimde hiç de hoşnut olmadığım metinler ortaya koyuyordum. Bu da yetmezmiş gibi ev halkı, kendilerinden habersizce davranarak, beni ve yazdıklarımı alaya almaya başlıyorlardı. Yazdıklarımdan memnun olmasam da onlara bu denli kaba davranılmasına canım sıkılıyordu. Sadece o kirli işçi ellerinde buruşup yırtılan, lekelenen kağıt değil; aynı kağıdı, bozuk gözlerinden ötürü pis nefeslerini üfleyecek kadar burunlarının dibine sokup okumayı yeni sökmüş çocuklardan bile daha kötü bir hecelemeyle okudukları sırada kelimelerimin bağıra çağıra geberdiğini duymak da içimi sıkıntıya boğuyordu. On yedi yaşında olmasına rağmen ikinci çocuğunu kucağındaki kundakta tutan kız, bu cahil insanların kendi dilleriymiş gibi rahatça anladığı o hecelemelere gülüyordu. O an bebeği kucağından çekip almak ve hepsinin önünde baş aşağı sarkıtmak istedim. Peşi sıra kahkahayı patlatmak. Onların bana yaptığı tam olarak buydu.