Hayatın materyalist gerçekliği, düşlerin idealist kavramlarından çok önde. Anladığında nasıl içinin kıyılıp, değersizleştiğini görüyorsun. Kendini nasıl hissediyorsun? İzbe kaldırımlarda yalın ayak yürüyen bir düş gezgini mi? Yoksa en amiyane tabir ile, içindeki hayalleri yitirmiş ve doymak için çalışması gereken, çalışması için kimliğini değiştirmesi gereken, fabrika önlerinde bekleyen sığınmacı mı? Her insan kendi penceresinden bakıyor, başka pencereden bakınca acıyor sanırım. Bazı acıların dile gelmez olması, onların insana ve hayata bakışta tüm değer yargılarını alt üst edecek gerçeklikler olması, olmaları dayanılmaz değil mi? En son, baktığım ve bıraktığım yerde bulamadığım, tüm olumlu düşlerimin kaybıyla yola çıkmanın elzemliği ikileminde çırpınmıştı yüreğim. Ama yola çıkıldı. Terk edildi diyarlar. İnsanlar geçip giden, akıp duran nesnelerdi yol kenarlarına serpiştirilmiş. Yitirilmişlik duygusunun hazinli, buğulu ve burun akıntısının göz yaşına karıştığı, en sade insan tepkisiydi dışarıdan gözlemlenen. Yolun uzun ve meşakkatli seyrinde günün geceye dönmesi, karanlığın utançları örtmesi, hüznün tonlarında renklerin kendini siyaha bırakması, zihnin siyaha esir olması, uykunun göz kapaklarına çökmesi ve yanı başında seyrüsefer yabancısının horultuların da, titrek ışıklarıyla uzaklardan el eden kasabaların merakına kapılmayı bırakmak. Yeni başlangıçların, eski alışkanlıkların üzerine heyula gibi çökmesinin ürpertisi bir yana, yeninin eskinin bir adım önde olacağı inancının yanılsamalı tesellisi ile, sabahın tan kızıllığında tutulmuş bedenin uyanması ve karşıda görünen şehrin büyüleyici, devasa görüntüsünde korkuya kapılmak. Ağzını açmış seni bekliyor…