– efendim isterseniz zeki müren’i kapatın.
– ne o, sen severdin?
– sınavınız var. kafanız dağılmasın.
– ben bir sigara yakıyorum.
.
.
.
– o halde ben size çay getireyim efendim.
– rakı yoktur değil mi?
– ben çayı demli koyayım efendimiz.
genç adam yangın merdivenine doğru ağır adımlarla yürüyordu. elinde sek çayı vardı. paltosuna da iyice sarındı.
dışarısı soğuk. yağmur da çok hafiften yağıyor.
– üşüyünce insanlar duygulanır mı?
– eğer zeki müren dinliyorsanız ve elinizdeki çayı rakı niyetine içiyorsanız yaz günü öğlen sıcağında bile duygulanabilirsiniz efendim.
– peki sence beni istemiyor mu?
– haddimi aşarak belki de sizi beğenmemiş olduğunu söyleme cesaretini göstereceğim.
– öyle deyip üzme beni şimdi.
– o halde belki de yalnızlığa alışmıştır. hatta belki de eski sevdiğini unutmamıştır. bilirsiniz insan bazı kapıları çarparak kapatamaz. belki de o kapı aralık kalmıştır.
genç adam iç sesine ters bir bakış attı ve son cümleyi duymazdan geldi. sonra merdivenin eğimli demirine dirseğini yaslayıp sigarasından derin bir nefes çekti. yanan sigaranın ucu gece karanlığındaki tek tük ışık kaynaklarından biriydi.
– gülüşü çok güzel değil mi? keşke hep gülse.
– bana kalırsa sevdiği halde sevdiği kadından ayrılmak zorunda kalan meftun bir adamdan farkınız yok. neden mutlu değilsiniz?
– belirsizlik..
– peki şimdi ne hissediyorsunuz?
– iyiyle kötü arasında bir bahçe var. orası ne tamamen hazan ne de bahar. hem hafiften yakıyor hem de üşütüyor. o bahçede gözlerin dolu dolu oluyor ama ağlayamıyorsun. mutlu da olamıyorsun. en derin arzularına ne ulaşabiliyorsun ne de onlardan umudu kesebiliyorsun. onu orada 38 gün bekledim. sonra da çıkageldi.
– çıkageldi efendim. belki de bahçenin bahar kısmına geçmelisiniz. belki de elini tutmalısınız. elini tutarsanız hiç bırakmayın.
– çayımı tazeler misin?
– efendim yatın isterseniz. sınavınız..
– sen tazele. buzlu olsun. suyunu da fazla koyma ki güzelce bir çarpsın. çayımın bu kadehini de 24 anayasasına içerim o halde. n’apalım. malum sınav…