Bir buçuk yıllık ilişkime son vermemin üzerinden resmi olarak bir hafta geçti. İnsanoğlunun zamanı ölçmek için icat etmiş olduğu saatin hesaplamalarına göre bir hafta. Takvimine göre ise yaklaşık ayın dörtte biri. Fakat siz de biliyorsunuz ki bu ölçümlerin pek bir kıymeti yoktur. Bu durum sıradan ve önemli bir hadise gelişmeyen zamanlar için geçerli. Hem bana soracak olursanız bu süreyi, dünya güneş etrafındaki dönüşünü üçüncü kez tamamladı. On iki kez mevsim değişikliği yaşandı.
İşte bu düşüncelerin kontrolsüzlüğü neticesinde sıçıp sıvanmış olan ilişkime bir şans daha vermek için Beşiktaş meydanındaki en ücra kafelerin birinde oturuyordum. Buluşmamıza otuz dakika kadar bir şey kalmıştı. Her zamankinden biraz daha fazla kafa karışıklığımla, neler hissettiğimin muhasebesini yapıyordum. Bulunduğum kafe sırf bu saçma sapan muhasebeleri yapmak için tayin edilmişe benziyordu. Diğer taraftan da mesaj atmış mı, diye telefonu yokluyordum. Çaycının içten olmayan gülümsemesi, yalnız oldukları halde etrafa birilerini bekliyormuş süsü verenler, kolundaki kadını öptüğü halde yolda geçenleri süzenler… Özetle; düşünmem gerekenin dışında kalan her şeyle ilgileniyordum. Artık düşünmek istemiyorum bu birliktelik olayları üstüne. Mantıkla açıklanabilir bir tarafı yok çünkü. Tamamen duygular üstüne kurulu bir müessese. Her bir b*kun yeri vardır, bir mantığın yeri yoktur. Mantık yürütülmez. Yürütemezsin.
Bu tür durumlarda ne yapmam gerektiği ile alakalı düşünmeye başladığım vakit müthiş bir kararsızlığın bataklığında buluyorum kendimi. Gönül işleri üstüne düşünmek, beraberinde saçmalamayı da getiriyor bazen. İş içinden çıkılmayacak hal alınca ve daha fazla saçmalamaya mahal vermemek için Beşiktaş’ın göbeğinde oturduğu yurdun kapısına yürüdüm. Bir iki dakikalık beklemeden sonra aşağı indi. Bir buçuk yıl önce, birlikte olmaya karar verdiğimiz günkü kıyafetler vardı üzerinde. Saçları yine ilk günkü gibi yeni kızıla boyanmış ve aynı kısalıkta omuzlarına dökülüyordu. 14 şubat sevgililer gününde, imalatı bittiği için, neredeyse bütün İstanbul’u dolaşıp en nihayetinde bulduğum ve boynundan hiç ayırmadığı el yapımı olan telkâri kolyesini de takmamıştı. İlk günkü heyecanım ve vermiş olduğum ayrılık kararı dışında her şey neredeyse ilk günün aynısıydı.
“Çok bekletmemişimdir, umarım?” diyerek elini uzattı. “Aç mısın? Bir şeyler yiyelim mi?”
“Hayır, değilim.” dedim, uzattığı eli sıkarken. “Seni beklerken atıştırdım bir şeyler. Ama sen istersen oturabiliriz?”
“Boşver öyleyse” dedi. “ Ne konuşacağız.”
“Biraz yürüyelim mi? diye sordum.
Başıyla hafifçe onayladı. Dört bir yanı anılarımızla yüklü olan kafeleri bir bir geride bırakıp meydana doğru yürüdük. Nereye gideceğimize karar vermeden Yıldız parkına getirmişti bizi ayaklarımız. Banklardan birine oturmak geçti içimden. Aynı şeyi Sinem de düşünmüş olacak ki soru sorma gereği duymadan oturduk. Oturup bir müddet bekledik. Sanki birileri çıkıp da bütün kafa karışıklığımızı giderecek gibi bekledik. Kısa bir süre sonra karanlığın içinden bir ihtiyar belirdi. Karanlıktan dolayı bizi iyi seçememiş olacak ki iyice yaklaştıktan sonra
“İyi akşamlar… Alkol almıyorsunuz değil mi? yasak çünkü… Bana kalırsa içebilirsiniz tabi de… İşte, prosedüre aykırı…”
Alkol almıyorduk. Ama hakikaten o kadar ihtiyacım vardı ki. Kafamı meşgul eden düşüncelerle başka türlü başa çıkmam mümkün değildi. İhtiyar, belli ki Sinem’in ağzına götürdüğü su şişesini bira tenekesiyle karıştırmıştı.
Gayri ihtiyari “Alkol değil o, su şişesi” dedim.
Çimleri sulayan aletlerden korunmak için tümden bir poşet çuvalı giymişti. İhtiyar suskunluğumuzu fırsat bilip nereden emekli olduğu, ne kadar maaş aldığı ve emekli olduktan sonra burada bekçilik yapmaya başladığı hakkında bir sürü ıvır zıvır anlattı. Bir an önce çekip gitmesi için kısa kısa cevaplar veriyordum. İhtiyarlar böyledirler, sürekli onlar konuşup karşısındakinin de ritim kaçırmadan yerine göre kafayı sallamalarını isterler. İhtiyar gitmeye yakın, samimiyetten yoksun, tamamen bilgeliğe dayalı bir tavır takınarak “Birbirinize sımsıkı sarılın. Zira yalnızlık, iyi görünümlü kötü bir öğretmendir. Bilindiği üzere insana çok şey kazandırdığı gibi, aynı zamanda birçok şeyi de kaybettirir. Bilgiçlik taslayan maskesinin altında, sürdürülemeyecek kadar güç bir yaşamın izlerini barındırır. En olmayacak işler yaptırmanın yanı sıra komik duruma da düşürebilir.”
İhtiyara kızmadım. Belli ki oda inandığı bir davaya hizmet ediyordu. İhtiyar gittikten sonra ortalığa bir öncekinin neredeyse yedi katı şiddetinde bir sessizlik çöktü. Şimdi etrafımızdaki sesler de suskunluğumuza eşlik ediyordu.
“Kolyeni takmamışsın?” diyerek sessizliği alıp ortadan ikiye ayırdım.
“Denedim ama cesaret edemedim bir türlü” dedi ve bana dönerek “Eninde sonunda bitecek bir şeydi… Bunu ikimizde biliyorduk. Böyle davranıp daha fazla zorlaştırma sende. Hem seni daha fazla üzmek istemiyorum artık.”
“Beni üzmüyorsun Sinem” diyerek ciddi bir tavırla kestim sözünü. “Beni asıl üzen şey bu çaresizlik. Beni asıl korkutan, nereye çıkacağı belli olmayan bu zifiri yol. Ben kaybolmuş bir insanım ve kendimi arıyorum. Kendimi ararken de seni buldum. Ve uzun bir süre kendimi aramayı sende unuttum.”
“Sen ve şu saçma sapan edebi zırvalıkların yok mu!” diye çemkirirken biraz evvel ki tavrından eser yoktu. Sakinleşince ise ” Hem ne yani şimdi! Tekrardan mı aklına geldi kendini aramak?”
Sustum. Konuşmak anlamsızdı. Yaşadıklarım Yusuf Atılgan’ı bir kez daha haklı çıkarmıştı. Ayağa kalkarken, çaktırmadan yanaklarımdan süzülen gözyaşları silmeye çalıştım. Ve sessizce otobüs durağına yürümeye başladık. Durağa varmadan önceki kavşakta “sen istersen buradan dönebilirsin?” dedi.
O an garip bir hüzün kapladı içimi. Şimdiye kadar durağa onu hep ben bırakmıştım. Soğuktan dişlerimin zangırdadığı zamanlarda bile böyle bir teklifte bulunmamıştı. Şimdi ise yanı başımdaki sesi tanımakta güçlük çekiyordum. Hatta öylesine yabancıydı ki bu ses, bir aralık bana söylenmemiş gibi bir hisse kapıldım. Fark ettiğimde ise çoktan geçmiştik kavşağı, oda hiç bozuntuya vermemişti. Otobüs durağına varınca, can havliyle boynuma atıldı, daha önce şahit olmadığım bir şiddetle kavradı bedenimi, yanağımdan öptü. Gözlerini kaçırarak, yarı ağlamaklı bir sesle “hoşçakal” dedi.
Sinem’i otobüse bindirdikten bir iki dakika sonra telefonuma kısa bir mesaj geldi. Apar topar telefonu cebimden çıkarıp şu satırı gördüm karşımda
“Bir şeyler söyleyip bu ilişkiyi kurtarmayacak mısın?”
Uzun bir müddet ekranı tepkisiz bir şekilde seyrettikten sonra ekran kilidini kapatıp geri sol cebime koydum. Hemen yanı başımdaki Sevinç tekel bayiden 2 tane bira kapıp Beşiktaş’a yürüdüm.
Meydana varınca telefonu cebimden çıkarıp önüme çıkan ilk kaldırıma oturdum. Seri bir şekilde mesaj kutusunu açıp şunları yazdım.
“Söyleyecek çok şeyim var aslında Sinem. Bunların birçoğu biri söylenmeden diğerinin anlaşılmayacağı türden şeyler. Belki de hepsini bir arada söyleyemediğim için susuyorum. Hangi birine başlasam bir diğerine haksızlık olacakmış gibi… Üstelik söyleyeceklerimin bir şeyleri değiştireceğinden de emin değilim. Yanlış veya doğru oldukları için değil! Daha çok böyle bir kabiliyetleri olmadıkları için.”
Tam telefonu cebime tıkıştıracakken beklediğim mesaj geldi.
“Peki…”
Bunun üzerine hemen ikinci mesajı yapıştırdım.
“Seni otobüse bindirdikten sonra yürüdüm, düşündüm. Saçma sapan hareketler yaptım Beşiktaş’a varana kadar. Her bir haltı düşündüm. Yine de ne yapacağıma karar veremedim. Müsaitsen aşağı in konuşalım?”
Gönder butonuna basmadan önce şişenin dibinde kalan son birayı fondipledim. Daha sonra yanı başımdan hızla geçip giden insanları seyretmeye başladım. Hepsinin ne çok işi vardı, geç kalınmış bir randevuya yetişmeye çalışıyorlardı sanki. Aynı zamanda karşıdan karşıya geçmek için efendi bir şekilde yeşil ışığın yanmasını bekliyordular. Bana karşı bu kadar kayıtsız kalmalarını bir hayli içerlemiştim. Halbuki tek kelime etmesem dahi o an ki duruşum ne yaşadığımı ve birlikteliklerden ne anladığımı anlatmaya yetiyordu. Bir aralık önümden hızlı bir şekilde geçen ve el ele tutuşmuş çiftlerin kafasına boş bira şişesi ile vurmayı düşündüm. Bunun hiçbir işe yaramayacağını ve bunu yapsam dahi çevrelerine karşı kayıtsız kalmaya devam edeceklerini fark ettiğimde ise çoktan karışmıştılar kalabalığa.
Telefonu çıkardım. Henüz mesaj yoktu. Belli ki Sinem de diğer bütün insanlar gibi mesajıma kayıtsız kalmıştı. Ve belli ki bu sefer gelmeyecek. Kendine göre haklı sebepleri de var elbet. Ama şu yaşanmışlıkları diyorum. Ne olurdu onları beraberinde götürseydi. Her ota b*ka baktığım vakit, vücut bulmasalardı. Hadi diyelim, Sinem’in yokluğuna razıyım. Peki ya yaşanmışlıkları? Onları ne yapmalı? Hem ben o mesajları dolaylı olarak evrene de yollamamış mıydım sanki? Hepimiz için yapmıştım bunu. Şimdi ise doğrudan hedef alıyorum.
“Çok sayın evren kardeş… Bizler, konuşma dili ve beden dili dışında kendi aramızda anlaşabileceğimiz başka bir lisan istiyoruz. Ya da biz İnsancık’lara Dostoyevski’nin ruhunu gönder. Başka türlü anlaşamıyoruz.” çağrıyı doğrudan yaptıktan sonra saate baktım. Son otobüsün kalkmasına beş dakika kadar bir şey kalmıştı. Hızlı bir şekilde oturduğum kaldırımdan doğrulup on metre uzaklıktan bana doğru yürüyen Sinem’i gördüm.