Otobüste Albert Camus Veba adlı romana başlamıştım. Nereye gittiğimin yada nereden döndüğümün bir önemi yok.
Daha kitabın ilk sayfalarında, doktor Bernard Rieux karısını bir hastabakıcıyla beraber tedavisini daha iyi sürdürebilmesi için uzak bir rehabilitasyon merkezine gönderiyordu. Kitabı okuyanlar anımsayacaktır.
Yataklı komparmanda karısı bir an sırtını kocasına dönmüş, Doktor Rieux ayrılığın kısa süreceğini ona hergün yazacağını söylerken kadın sürekli pencereden perona bakmayı sürdürmüştü. Kısa bir seesizliğin tedirginliğinden olsa gerek (Albert Camus bu hususa uzun uzadıya değinmiyor) Doktor Bernard Rieux karısına ismiyle seslendiğinde karısı dönüp bakmış ve doktor Rieux karısının ağladığını ancak fark etmişti.
Bu sahneyi öylesine içten, samimi bulmuştum ki bir an için tümüyle hikayeyle özdeşleştim. Seninle muhtemel bir geleceğimiz olsaydı hiç kuşkusuz bu gibi ayrılıkları zaman zaman yaşardık. O zamanlarda belki bana sarılacak, belki beni yolcu ederken doktor Rieux’un karısının aksine güzelim gözyaşlarını sakınmadan ağlayacaktın. Senin ağlamanı katiyen istemeyeceğimi düşündürdüm hep, ağlarken ne kadar güzel olacağının bir önemi yok. Ama bu hayalimdeki sevgiyi öyle kuvvetli arzuladım ki. Bir otobüs, veya tren garında ya da havaalanında (her ne haltsa işte, ve evet hala nereye gittiğimin bir önemi yok) benden ayrılırken benim için ağlayacak kadar beni sevmeni istemiştim.
Berzah