Baba olmak kolay iş değil, hiç olmayan olamayan dahi bilir bunu. Kimisi kömür karasında elleri tutar bembeyaz somun ekmeği,
Kimisi akşama kadar sayar her renkten parayı şakır şakır ardı arkasına da, cüzdanında yanyana gelmez renklerden iki tanesi.
Sönmesin ocağı diye terini can suyu yaparak kendine, kimisi ezan sesi ile başlar yoğurmaya yumuşacık hamurları yaz sıcağında odun ateşi ile yanan ocakların yanında,
Bazısı tüm gün ayakta baret başında, taşır tüm dünyanın derdi yetmiyormuş gibi, tabanlarının üzerinde yorgun bedenini,
Kimiyse gün aydınlığını göremeden kapatıverir gözlerini gece ile gündüzü yer değiştirmiş dünyasında, günün aydınlığı acıtırken canını gözlerin.
*Adam gibi babaların, babalar gibi adamların, hiç baba olamamış ama bu dünyanın gördüğü en baba adamların, en çok da çocuğu yaşındaki insanlara baba şefkatini hissettirerek bakanların, gönlü kocaman yüreği geniş babalarındır bu iki satır, birkaç kelam. En çok benim babalarıma; sana, size, canım babama.
Kolay değil bu hayatta hiç bir şey. Önce ne istediğini bilerek, düşünerek, bularak başlyacaksın yaşamaya. Sıkılsan da bırakmayacaksın, can bu yorulur elbet, yorulup dinlendiğinde dahi düşünmekten uzaklaşmayacaksın. Zor değil be oğlum en kolayı hükmetmek akla. Güç ellerinde, sımsıkı tuttuğunu farz et bir lastik topu; hani küçükken bisikletine tercih ettiğin tek şey olan o büyük toplar gibi. Daha küçüğünü hayal et, tut ellerinde sıkıca, tüm gücünü toplayıp sık bakalım gidiyor mu bir yere. İşte akıl böyle sıkışır düşüncelerinin içinde, ne kadar kuvvetle sıkarsan o kadar battığı gibi topun ellerinin ayasına, akıl da öyle yerleşir düşüncelerinin gizli kapaklı kara deliklerinin arasına. Sonrasında tek güç sensin dünyanda. Hani bağıra bağıra ağladığın o günü hatırla, özgür olamadığını haykırdığın günü. İşte meselenin bütünü burada oğlum, özgürlüğün sende. Ellerinde demeye varmıyor dilim, ellerin uzak düşüncelerine göre. Özgürlüğün senin ruhun oğlum, bırak beni hiçkimse alamaz onu ellerinden.
‘Anlamak bu kadar mı zor?’ o günden beridir aklımdan geçen, dilime gelen de kimselerin duymadığı tek cümle bu sanki. Bu kadar mı kolay gördüğüne sırt çevirmesi insanın, duyduğuna tepkisiz kalması bu kadar mı kolay. Bu sıralar bir insanın yerine geçme arzusundan ziyade bir hissiyatın içinde olma arzum var, hem de o kadar içimde. Gıdıklama dürtüsü yok mudur hani, dünyadaki her bir cümleyi, her bir durumu, her bir gerçeği bir anlığına unutturuveren insana. O duygu içinde olmak için ölürüm bilir misin baba? Beni gıdıkladığında yaşadığım o duygu, tıpkı ne gibi biliyor musun; ilk kız arkadaşımı belinden kavrayıp havalarda döndürdüğümde yaşadığım duygu gibi, hayalle gerçeğin tam olarak karıştığı ebruli bir tablo misali hissiyat. Kan ter içinde kana kana içtiğin berrak tap taze su gibi. Tam olarak bu değil anlattığım, bu hissiyat başka, bu duygu tarifi zor. Ben nasıl anlaşılmak istiyorum biliyor musun, sinir uçlarına gelen bir uyarıcı gibi tıpkı. Yeri önemli değil, zamanı hiç farketmez. İstediğimi söyleyemediğim, canımın istediğini yapma gücünü bulamadığım anlarda tek istediğim dürtü bu işte. Farkedilmek, keşke bu kadar keskin olsa hayatıma giren insanlar karşısında. Bir sinirin ucunu uyarırcasına uyarsam içime akıttığım gözyaşlarımla, sadece beynimin duvarlarında yankılanan çığlıklarımla, aklımın kullanabildiği sözcüklerin sayısı kadar çok uyaranla farkedilebilsem keşke.
Ben duyarım herşeyi, görmesem de bilirim, söylemesen de derdini anlarım halinden. Baba olmak böyle bir şey oğlum, bu sana hiç nasip olmayacak olsa da, belki de işte tam buyüzden satırlarca anlatmak gelir içimden sana. Bildiğini gizlemek zorunda kalacağın zamanların, bilmediklerini öğrenmek için gireceğin durumların, sanki bir milyon tane denizciyi idare etmeye çalışan uzun yol kaptanlarının keskin öngörüsüne sahip olma zorunluluğu yaşatır insana. Sıkılmışken bir tek kendinden, bilmem kaç yaşına kadar anlam bulamadığın varlığından, zorunda olduğun için oradan oraya taşıdığın biçare bedeninden, aniden bir başka benlik yaratma kudreti taşıdığını farkettiğin an yıkılır dünya gözlerinin önünde kağıttan yapılmış bir düzen gibi. Yeryüzüne felaketini indirdiğinde, yukarıdan seyre dalan Tanrı gibi hissedersin kendini, zavallı bedeninden ziyade bir beden daha getirebildiğinde dünyaya. Hiç bitmeyecek bir masalı dinlemeye koyulursun sanki, öyle ki başladığında duyduğun isimler aklına gelmediği gibi, kim iyi kim kötü karmançorman olur zihninde. Tanrı, masal, gerçek, hayal ve dahi kader yitirirler anlamlarını tutarken ellerinde saatler öncesinde karının karnında dokunduğun canlı elleri. Umudu olur insanın, yeşeren fidanı, gözünün nuru, hayatının zavallıca yarattığı tek gerçeği. Bilmek, inanmak, duymak, haketmek, kabul etmek, sevmek, uğruna feda etmek, koklamak, sarılmak, özlemine dayanamamak o ilk 7 yaşlarında tattığın duyguların sarıvermesidir etrafını. Baba olmak yahu, çaresiz insanoğlunun hayatının tek çaresidir.
En çok karşılıklı attığımız zarları özlüyorum. Satrançtan vazgeçirip tavlaya ikna etmek seni ne kadar zor ise, üst üste attığın çiftler karşısında el vermemek ve tavlanın en çok da zarın kaderine bağlı olduğunu kabul etmek kadar zor inan. Bu günlerde kelimelerin altında yeni duygu büyüklükleri saklıyorum. Zorun altına çift atmak değil, çift sayı kadar üst üste nefes almayı koyuyorum mesela. 6’nın üst üste ya da yanyana düşmesinden ziyade, ciğerlerim için üfletilen o şişenin içerisindeki topların 6 ile çizili sınıra çıkıp çıkamayağını beklemek heyecanıma sebep. Kurumak mesela, katı sabunlarla yıkadığın ellerinin suya karşı, sabun içindeki yağa karşı korumaya alması kendini,eskiden bu iken anlamı, şimdi güneş yüzü görmeyen ne halde olduğunu bilmem kaç zamandır merak ettiğim ağzım ve burnum arasındaki derinin, çekerken burnumu acıtması canımı. Sızlamak önceleri saatlerce güneş altında yüzmekken seninle, can simidinden dışarı çıkarttığım ve inatla suya sokmadığım kollarımın kıpkırmızı kesilmesi iken, şimdi idrarım patlatacak kadar doldurduğumda idrar torbamı çıkaramadığımdan sesimi, ıslatmak yattığım yatağı, farkedilene kadar sızlaması kaba derilerimin çarşafla muşamba denen naylon arasında sıkıştığında. Pişman olmak, ellerini saçlarımda gezdirdiğimde dünyanın en mutlu adamı olduğum kızdan, ayrı kaldığım her bir gecenin güne dönmesiyken, şimdi ölüm denen kurtuluşa kadar göremeyeceğimi bildiğim zaman, o zamanı yaratan aceleciliğim, o masmavi suya gözlerimi kapatıp balıklama atladığım yeni dönem esaretim artık pişmanlık dediğim. Alnımda biriken damla damla değil tomar tomar ter, mavi renginin acımasız göze çarpışı her an, deniz olan bir memlekette yaşama mecburiyeti, deniz ne yapsın bu pişman yüreğe, su dediğin berrak su gibi, yüreğim kehribar mavi.
Paylaştığımız onca güzel güne çengelli iğnelerle tutturulmuş bağrışmalarımız, dalaşmalarımız, boğuşmalarımız. Senin bizim oğlan hallerinden koca bir adama dönüverdiğin o muhteşem günler. Gözünün içine baktığım karımın benden başka olabilecek tek sahibi, buluştuğumuz aynı nokta sayısının en çok olduğu nefes alan canlı hali. Evladım! O gün, o masmavi havuzun kapkara çörekleneceği gün yüreğimize hiç doğmasaydı keşke. Ruhumu esir alan o kavurucu yaz sıcağı olmasaydı ne olurdu ki? Bu canı çıkacası dünya, kuruyacası güneş duruverecesi rüzgar, o sema, inlediğini duyan yapraklar, kana bulanan maviliği seyre dalan kuşlar olmasaydı ne olurdu ki? Takvim yaprakları atlasaydı ya bugünü, dünyanın herhangi bir yerinde canlıların vazgeçmek, yaşamamak hakkı olan günler olsaydı. Bir 24 saat herkesçe aynı mı yaşanır sanırsın, boş laf! Hayat herkese aynı olmadığı gibi, koca kainatın aynı güneş etrafında dönmesine aldırış etme sen, kimini üşütür kimini yakar bu meret, bakma sen! Ah dünya, yıkılası dünya! Doğmasaydı o gün bize güneş ne olurdu ki.
Aynı anda, farklı düşünceler etrafında dolaşıp aynı duyguda birleşen iki beden; baba ile evlat, yaradan ile kul, sema ile ufuk. Baba elinde tespih geçirirken aklından tüm bunlardan da fazlasını, gözü pencerenin camında, oğlan gelse de kaldırsa yatağımdan diye medet umar bakışlarında. Oğlan yanıbaşında babanın, aldığı soluğu sayacak kadar yakınında, mümkün olsa değmek için ruhuna gözlerini dikmiş bulutlu yüze bir soluk arar bakışında. Özlemli iki bedenin hasreti kavuşamamak yanyana yatarken iki ayrı yatakta. Yıllar öncesinde heyecanına yenik düşen evladın atması kendini masmavi sulara, kalıvermesi bedenin hareketsiz, başın soğuk mermer taşlara çarpmasının ardından. Oğlunu, masmavi suyun kızıllığını gözleri ile gören babanın kalbine sığdıramayışı nefesini, kalpten başlayarak devam eden kasılmanın yayılması beyinden tüm vücuduna, son hareketinin gözünden bir damla yaş ile beraber ağzından çıkan ‘Evladım!’ haykırışı olması. Kader ortaklığı yapmaya başlaması iki canın dört duvar arasında, hiç konuşmadan, saatlerce bağırışarak tartışmalarından çok daha iyi anlaşmaya başladıkları sessiz günlerin başlangıcı. Takvimin yapraklarının, doğan yeni güneşlerin, bir dolunaydan diğerine devreden gecelerin birbirini takip edercesine aynı oluşu. Rakı masasına başbaşa oturuşları gibi yatıvermeleri serum şişelerinin başlıklarının altında. Göz göze gelinen her anın kocaman bir hayat olması, hayat denen döngünün el ele tutmuşken tıpkı parkta oynamaya giderkenki gibi sönüvermesi gözlerinden. Şimdi tek dua, yeni hayata birlikte kalmak ayağa. Bu dünyada bıraktıkları yatalak bedenlerin kavuşması sema ile ufuk arasında.