“Sürü, dünyaya egemendir ve özgür olanı dışlayan bir tavırla hareket eder. Mutlaka bir çobana ihtiyaçları vardır.” Nietzsche, Zerdüşt’ün ağzından sürü ahlakı ile ilgili düşüncelerini bu şekilde anlatır ve devam eder “Sürü birbirini anlar ve ittifak oluşturur, değer yaratıp yıkamaz, önlerine konulan ezber anlam ve tanımlarca yaşarlar.” Psikolojik durum olarak adlandırılan sürü psikolojisinin günümüzde daha çok sürü ahlakı olarak yaşandığını naçizane olarak belirtmekte bir sakınca görmüyorum. Nedir peki sürü psikolojisi/ahlakı? Felsefecilerin ve bilim insanlarının, toplum davranışlarını çözme sürecinde karşılaştıkları bu durumun hayatımıza yansıması nasıl olmaktadır? Biz bir sürüye ait olmak zorunda mıyız? Tüm bu soruları sormak için ve cevapları konusunda akıl yürütebilmemiz için kendi benliğimizin de bazı aşamalardan geçmiş olması gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle, yazı başlığının neden “Bando Arabası Etkisi” olduğu ile başlayalım. Bu terimin kökü, 1848 yılı Amerikan seçimlerinde Dan Rice isimli bir palyoçunun aklına gelen bir fikirden ortaya çıkmıştır. Bando arabası ve coşkulu müziklerle turlara çıkan bu palyaço “bandoya katıl” sloganıyla insanların dikkatini çekmeyi başarmış ve seçimlerde başarılı sonuçlar elde etmiştir. Bundan etkilenen eski ABD başkan adayları da seçim kampanyaları sırasında trenle ülkeyi baştan sona dolaşmaya başlamışlardır. Adayın gezeceği tren süslenir, varılacak kasabanın istasyonuna girerken uzun uzun düdük öttürülür, durunca da aday bir vagonun üstüne çıkıp nutuk atarmış. Adayı taşıyan trenin en arka vagonunda adayla beraber ülkeyi gezen bir bando takımı bulunur ve bu bando kente girerken yüksek sesle müzik icra edermiş. Siyasete ilgisiz olan seçmenler, işte bu bandonun hatırına trenin peşine takılıp, adayın konuşmasını dinlerlermiş. Aradan 171 yıl geçmiş olmasına rağmen bu yöntemin hala çekiciliğinin olması ve günümüzde de seçim otobüsleri üzerinde atılan nutuklar ve bu nutuklardan sonra/önce verilen konserlerin de propaganda aracı olarak görülmesinin yegane sebebinin bu etki olduğunu söylesek yanlış düşünmüş olmayız sanırım.
Bir sürüye ait olmak zorunda mıyız? Bir defa daha okuyunca aslında, çok acımasız bir soru gibi geliyor kulaklarımıza. Yazının başından itibaren sürü kelimesini okuduğumuzda kaç kişiyiz acaba hayvanları tahayyül eden? İlk aklımıza hangi tür geldi? Aslında insan olarak biz de eşrefi mahlukat değil miyiz? Bizi en şerefli yapan nedir diğer canlılar arasında diye başlayan sorular gelebilir aklımıza. İşte yukarıda da belirttiğim üzere, kendi iç serüvenimizin neresinde olduğumuza, nereye gitmek istediğimize bağlı olarak cevapların değişken olduğunu düşünüyorum. Bu sorular/cevaplar ve iç serüven konusu tamamen başlı başına başka bir yazının ana mevzusu olabilir.
Biz kendi bando arabamıza geri dönelim. Sürü psikolojisi demek, salt insanların çoğu doğru olduğunu düşünüyor diye bir şeyin doğru olduğuna inanmak demektir. Aslında ne kadar zahmetsiz ve bir o kadar da kolay bir yaşama tarzı değil mi? Hiç efor sarf etmeden sadece çevremizdeki çoğu insan ne yapıyorsa onu yapmak zor olmasa gerek. Fransız düşünür Facundo Cabral’ın dediği gibi “Sadece çimen yemeliyiz, bunca inek yanılıyor olamaz.” Fransız düşünür, çoğunluğu takip etme ile ilgili ironisini ortaya koymakta ve sadece çoğunluğun yapmış olduğu aksiyonu diğer insanların da yapıyor olmasını eleştirmektedir. Sürü psikolojisinde yanlış anlaşılan bir konunun üstünde duruyor Fransız düşünür ve çoğunluğun yaptığı eylemlerin yanlış olmayabileceğini ancak çoğunluk adını verdiğimiz zümreye göre doğru olan bir aksiyonun diğer bir birey için doğru olmayabileceğini belirtiyor. Özellikle sosyal medyada maruz kaldığımız girişim tam da bu değil mi? Herkesin beğendiği bir videoyu herkesin izlemesi bekleniyor ve izlemeyenin ise sanki bu dünyadan değilmiş gibi bakılıyor. Bu durumun toplumsal olarak eskiden kalma alışkanlığımız olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyanın olmadığı, tek kanallı dönemde hayatımızda hüküm sürdüğü zamanlarda bir gece önce ekrana gelen diziler konuşulurdu. Her ne kadar herkesin TV izleme zorunluluğu olmasa da bir süre sonra herkesin yaptığı eylemi yapma eğilimi gösteriyoruz ister istemez. Popüler olan, daha önceleri TV de dizi izlemekti şimdi fenomen bir videoyu ya da platformlardaki en çok izlenilen dizi ya da filmleri izlemek oldu sanırım.
Son senelerdeki amatörce karaladığım yazılarımı toparlamaya başladım ve düzenlediğim yazılarımı internet ortamında paylaştıktan sonra ilk gelen tepkiler neden yazdığıma dair oldu. Artık insanların sözlü olarak kendilerini ifade ettiklerini youtube ya da başka bir mecraya video ya da podcast şeklinde düşüncelerini paylaştıklarını ve yazı yazmanın geçmiş yüzyılda kaldığına dair yorumlar aldım çevremden. Ancak çevremin bilmediği şuydu ki, ben bu soruları, küçük yazılarımı düzenlemeden önce kendime sorduğumdu. Neden herkesin yaptığı gibi diğer mecraları kullanmıyordum da sadece içimden geldiği gibi yazmayı tercih ediyordum? İşte bu yazının konusu bu düşüncelerimden çıkmaya başladı. Daha sonra işin bilimsel boyutunu araştırmaya başladığımda karşıma çıkan ilk cümle şu oldu. 1841 yılında basıldığını öğrendiğim “Extraordinary Popular Delusions and Madness of Crowds (Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı)” kitabında yazar Charles Mackay şöyle diyordu: “İnsanlar, hep söylenildiği gibi sürü halinde düşünür, sürü halinde çıldırır, ancak akıllanmaları tek tek ve yavaş yavaş olur.” Herkesin farklı yetilere sahip olduğu ve çoğunluğun düşüncelerinin her zaman standart beden gibi üstümüze oturmadığı fikri ağır bastı ve herkesin yaptığı gibi sesli ya da görüntülü bir şekilde kendimi ifade etmek yerine yazı ile ifade etmenin kendimce daha doğru olduğunu düşündüm. Yetilerimi daha rasyonel kullanarak ilerliyorum da diyebilirim.
Bilimsel açıdan baktığımızda beynimizi kabaca üç kısma ayırabiliriz. (Okurken sıkmamak ve daha önemlisi yazarken terimler içerisinde kaybolmamak adına çok bilimsel bir lügatta yazmamayı tercih ediyorum.) Kafatasımızın ön tarafına yeni beyin, ortasına orta beyin, arka tarafına-omuriliğe yakın tarafına- da eski beyin adını veriyoruz. Eski beyin adından da anlaşılacağı gibi omurgalı olan bütün hayvanlarda mevcuttur ve oluşum sürecinde ilk sırada o geldiği için, ilk beyin olarak da anılmaktadır. Geçmişi 450 milyon yıl öncesine kadar dayandığı bilinmektedir. Eski beynin en önemli amacı hayatta kalmamızı sağlamaktır ve milyonlarca yıldır bu davranışında bir değişiklik görülmemiştir. Dolayısı ile karar verme süreçlerinde hayatta kalma/kalmama bağlantısını kurduğu için etkisi ciddi anlamda büyüktür. Yaptığımız seçimlerde, hareketlerimizde ve hayatımızı devam ettirdiğimiz her anda eski beynin aldığı kararlar büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle sürü psikolojisi içerisinde olmamızda eski beynin rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Herkesin hayatta kaldığı ve herkesin yaptığı eylemin yapılmasında herhangi bir yanlışlık görmez eski beynimiz. Beynin bir karar verirken şu iki yoldan birisini kullandığı aşikardır. Birincisi otomatik mod, ikincisi ise düşünme modu. Otomatik modu kullanan eski beyindir ve amacının da hayatta kalmamız olduğunu tekrardan hatırlayalım. Birçok kişinin yaptığı ve sonuç olarak memnun kaldığı bir eylemin yanlış olması olasılığını anlamasını bekleyemeyiz değil mi eski beynimizden? Eylem yapıldı, bitti ve memnun kalındı yani biz de yaparsak güven içerisinde eylemi bitirebileceğiz yani o zaman bu eylemi yapabiliriz. Somut olarak örnek vermem gerekirse, hepimizin çok kullandığı müzik programlarında tarzımıza göre önerilen parçaların kaç kez dinlendiğini görebiliyoruz değil mi? Ve birçoğumuzun da eski beyninin şu şekilde çalıştığını söyleyebilirim. Ne kadar çok kişi beğenmiş ise şarkı o kadar iyidir ve ben de dinlemeliyim. Ayni şekilde film dizi uygulamalarında da karşımıza çıkmaktadır bu durum. “En iyiler” listesi (içerisinde olunan haftada ya da ayda en çok izlenen film/ dizi) belirleniyor ve filmin listede olması izlenmesi gerektiğine inandırıyor eski beynimizi. Otomatik modda bu şekilde karar veriyoruz.
Sürekli sosyal medya üzerinden gitmiş olduk bu yazımızda ancak yukarıda anlattığım durumu Matthew Salganik ismindeki sosyoloji profesörü 2006 yılında yapmış olduğu çalışmasında ele almış ve en çok indirilen müzikler listesi test grubundaki kişilere gösterildiğinde indirilme sayısının, test grubu üzerindeki etkisinin önemli olduğunu savunmuştur. Konuyu daha uzatmamak için bilimsel çalışmayı derinlemesine ele almıyorum ancak bu konu üzerinde en çok referans edilen Solomon Asch ismindeki bilim insanın isminin verildiği Asch deneyini de okumanızı tavsiye ediyorum.
Beynin iki şekilde karar verdiğini, otomatik mod ve düşünen mod olduğunu belirtmiştik. Nasıl karar verdiğimizi seçemediğimiz gibi hangisi ile karar vermemiz gerektiğini de beynimize söyleyemeyiz. Ancak bir kitapta geçen tanımlama beni çok etkilemişti. Otomatik moddaki beyni nefsani, düşünen beyni ise vicdani olarak adlandırmıştı. Tasavvufi açıdan baktığımızda, ne kadar nefsimize hâkim olabilirsek kendi içimizdeki yolculuğa daha çabuk başlayabileceğimiz ve kendi benliğimize daha çabuk ulaşabileceğimiz düşünülür. Nefsani beynin daha hızlı hareket ettiği aşikâr ve belki de nefsimizin daha çok hata yaptığı /yapabilme olasılığının bulunduğunu ve zekanın ise vicdani beyin ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Vicdani beynimiz yani yeni beynin daha çok düşünen, yeni bir şeyler üretmeye çalışan kısım olduğu ve zekayı kullanmaya daha çok ihtiyacı olduğu aşikâr, bu ihtiyaca istinaden zekamızın beynin bu kısmı ile ilgili olduğunu düşünmeme neden olmaktadır. Tasavvufi açıdan nefsimizi sürekli kontrol altında tutmamız gerekliliği söz konusudur. Beynimiz açısından da bunun geçerli olduğunu düşünüyorum.
Sürü psikolojisi yazımıza adını veren diğer ismi ile bando arabası etkisi, yıllardır psikolojinin, sosyolojinin ve hatta nörobiliminin araştırdığı ve halen üzerinde çalıştığı bir durum. Sürüyü takip etmenin tamamen kötü ya da akıl dışı bir iş olmadığını düşünüyorum. Yeter ki yaptığımızı kendi akıl süzgecimizden yani vicdani zekamızdan geçirmiş olalım.