“Yücelme” romanından bir pasaj. Sorgu odasında zanlı, cinayeti ayrıntılarıyla itiraf ediyor:
—-
“Anlat,” dedi Savcı
Özgür, anlatmaya da zaten hevesliydi. Hikâyeye başladı:
“Geçen pazartesi, şu an zanlı olarak aranan arkadaşım ile beraber, Haşimiye’deki Kazazlar çarşısında dolaşıyorduk. Gece 11 ve tüm esnaf kepenkleri kapatmıştı. Daha önceleri tanıştığımız ama fazla samimi olmadığımız, bizim takımdan –artık bunu nasıl anlıyorsanız– bir adamla karşılaştık. Bizde pek para bulunmaz, bulunsa dahi, onu da alkole ve ota yatırırız.”
“Uyuşturucu da mı kullanıyorsunuz?” diye sordu Savcı. Yeni bir suç delili bulmanın heyecanıyla…
“Uyuşturucu değil, uyarıcı. Esrar!” Sergüzeşt pozlarına girmişti.
“Ee, devam et bakalım.” Sesi alaycıydı Savcının.
“Karşılaştığımız adamın da parası, hatırı sayılır derecede var. Biz nerde gece, orda sabah yaşayan insanlar olduğumuz için, adamla takıldık, dost, arkadaş ayağı maksat…
Bizi evine davet etti ve açık bir tekel büfesinden üç şişe rakı, 6 şişe de bira aldı. Hepsini içebilecek miyiz? Diye sorunca da, isterseniz size iki kutu süt alayım, diye dalgasını geçti.
Evine girdik. Yıldız Meydanı’nın, Akçakale yoluna inen dar bir ara sokağındaki müstakil evdi burası. Adresi tam olarak hatırlamıyorum. Ancak, kapıdan çıkıp, sola yürüdüğümüz zaman, bir Özel Sağlık kurumu çıkıyor. Neyse, evine girdik ve kendisi mutfağa uğradı. Bize de oturma odasına geçmemizi söyledi. Gidip oturduk. Mutfakta bir süre tıkırtı sesleri geldi. Üç tane bira şişesini kapağı açılmış halde getirirken, iki rakı şişesini ise açılmadan indirdi televizyon masasının alt rafına. Bize dikin kafanıza dedi ve önümüze de birer çerez tabağı koydu. Muhabbet ederek birer birayı bitirdikten sonra, ikinci bira şişelerini de mutfaktan getirdi. Tabi, bir tane biranın bizi böyle mahmur edeceğinden nasıl şüphe edemedik, kafamızın hoş olmasından galiba… Gelen ikinci birayı da kafamıza diktik. Ondan sonra yaptığımız hiçbir sohbeti hatırlamıyorum. İyice uçmuştuk. Aklımda kalan tek şey, hiç bu kadar keyifli olmamıştık hayatımızda. Birbirimizi tepeleyecektik neredeyse. Ve ardından derin bir uykuya daldık. İşte, film orda koptu…
Arkadaşım, kızgın sacın üzerine basmış gibi, dehşet içinde öyle bağırdı ki, o derin uykudan nasıl uyandım, o sersem halimle nasıl panikledim, anlatamam. Bir kâbusun ortasına uyanmış gibiydim. İnsanın uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bir facia görünce nasıl sarsılır bir düşünün. Yüreğim ağzımın dışına çıktı.
‘Nerde lan o o… çocuğu, an… a… direk dikecem lan onun, lan k… çocuğu!’ diye küfrederek, evin bir o yanına, bir bu yanına koşturdu. Saat sabahın beşiydi. Mutfaktan büyük bir bıçak kapıp, elime verdi ve ‘Kapıya dikil, kaçarsa salla kendisine’ dedi. Evi didik didik etti ve sonunda ‘Gel lan’ diye bağırdı. Gittiğim zaman depo olarak kullanılan bir küçük odanın içinde, eski bir kanepenin altına saklanmış olan adamı, yakasından tutarak kendine doğru çektiğini gördüm. Anladığım kadarıyla, evden çıkmaya hazırlanıyormuş ve arkadaşımın can havliyle bağırdığını duyunca, dışarı kaçmaya cesaret edemeyip, küçük odaya saklanmış. Ancak nafile; gözü dönmüş arkadaşım, evi iyice aradı ve buldu. Kollarını boynuna geçirip, sürükleyerek çıkardı kanepenin altından. Sonra da bana ‘tut şu piçi’ diye bağırdı. Dediğini yaptım ve elimdeki bıçağı, o’nun boşta olan eline verip, adamın kollarına arkadan sarılarak etkisiz hale getirdim. Ne arkadaşımın başına gelen şey hakkında, ne de o ayyaş kafayla benim neyle uğraştığım ve arkadaşımın şu an ne yapmaya çalıştığı hakkında bir fikrim vardı. O an her şey benim iradem dışında oluyordu. Kafam ise bulanıktı. Dehşet karşısında tüm kontrol, bir canavara dönüşmüş olan arkadaşıma kalmıştı. Elindeki bıçağı, bir aslanın ceylana indirdiği pençe gibi, bir şahmerdanın çelik boruya indirdiği darbe gibi adamın gözüne geçirdi. Adamın nasıl feryat ile çığlık attığı hala kulağımda çınlıyor. Bir meslek lisesinde 400 tane okul masasının kaynak cüruflarını spiral ile taşlarken, bir de bu adamın bağırışlarını duyarken, kulağımdan içeri derinden bir ses işitirim. Derken ikinci bıçak darbesini de diğer gözüne soktu. O esnadan sonra ben koptum, hadiseyle tüm bağlantımı koparmaya karar verdim. Gözümü ve kulağımı kapatarak, yan odaya kaçtım. Arkadaşımın, büyük bir intikam şehvetiyle, kurbanının cesedine indirdiği keskin bıçak şakırtılarını hala duyar gibiyim. Üşenmedim saydım, Tam 70 kere o bıçağın sesi geldi. Abartmıyorum, tam yüz yetmiş kere cesede bıçağın saplandığını kulaklarımla işittim. Derken ses kesildi. Arkadaşım, korku filmlerinde ceset yiyen zombiler, vampirler gibi her yeri, ağzı, yüzü, kolları, bacakları, her tarafı, kandan tanınmayacak derecede kızıla boyanmıştı. Yürüyüşleri vakur ve sağlam olmasa, hıncını alamayıp, kendini de parçalamış sanacaktım. Kustum, tiksindim, ürperdim. Sanki bir sırtlan bana musallat olmuş da, etimi diri, canlı halde ısırarak yiyordu.
Boynuma atılıp ağlamaya başladı. Ben ise duyduğum dehşetin etkisiyle buz kesilmiş, değil konuşmak, ııh bile diyemiyordum. Dilimle değil de, zihnimle ‘neredeyim?’ demeye başladım. Bunun aslında bir kâbus olduğunu ve birazdan uyanacağımı ve her şeyin bir düşten ibaret olduğunu varsaydım. Ama hakikat bir şamar gibi yüzüme çarpıyordu. Arkadaşım Yakup, ağlıyordu; ama parçaladığı cesede değil, kendisine yapılana ağlıyordu. Gömleğimi parçalayıp, yüzündeki kanı sildim. Bu gözlerde, işlediği cinayetten en ufak bir pişmanlık, korku ve telaş duyulmuyordu. Hatta bir öfke vardı. İşte o zaman Yakup’tan gerçekten korktum. Bu insanoğlunun, vahşette ne kadar doruk noktasına çıkabileceğini kanıtlıyordu. O gözlerdeki öfkede, o adam tekrar dirilse, tekrar parçalayacak, yine dirilse, yine parçalayacak bir hınç, bir intikam tsunamisi dalgalanıyordu. Acaba, kurbanının kanını içti mi? diye düşündüm. Olabilirdi aslında, etini de bir güzel ızgara yapmak için acaba bir köşeye ayırmış mıydı? Evet, o esnada bunları düşündüm. Hayır, sarhoş da olsam, o kadar da aptal olmam mümkün değildi. Kendinizi benim yerime koyun bakalım, sağlıklı bir şey düşünebilir misiniz? Siz olsanız, “kus lan bakalım, midenden ne kadar kan çıkacak, hele o dolaba sakladığın eti göster bakalım, yağlı mı yağsız mı, zırh mı yoksa sadece ciğer mi ayırdın” demez miydiniz? Gidip odaya bakınca, gördüğüm manzara yüreğimin içine bir kasırga gibi sökün etti. Aman Allah’ım, tam sekiz parçaya ayrılmış bir ceset! Bunu yapan insan olamazdı. Geriye dönüp, artık işin gerçeğini öğrenme zamanı gelmişti. Soru dolu bakışlarımı kendisine çevirince, anlatmaya başladı.
-Bu namussuz bana tecavüz etmiş. Biramıza ilaç atmış… Hah, mutfağa bakalım.
Gidip mutfağı iyice karıştırdık. Lavabonun altındaki çatal bıçak çekmecesinin içinde Velorin antidepresanlarını bulduk. Bu 30 mg ilacı daha önce uykusuzluk çektiğim zaman kullanmıştım. Bir tane attın mı, iki duble rakıdan daha da sallandırıyor adamı. Kapsülüne baktık, 12 tanesi boştu. Muhtemelen, her birimizinkine 6 tane atmış olmalı. Yakup’a döndüm:
‘Nasıl anladın, sana tecavüz ettiğini,’ deyince, bir hışımla bana bağırdı:
‘Gel seni bi s…yim, nasıl olduğunu görürsün.’
Feci şekilde korktum. Daha ağzımı açamadım. Çünkü karşımda bir ejderha duruyordu. Her an koca ağzını açıp, kafamı kökünden yutabilirdi. Aptal bir soru sorduğumun da farkına varmıştım.
‘Şimdi ne yapacağız’ diye sordum.
“Gel,” dedi. Evi iyice aradık ve avluda bir çuval gördük. Aceleyle cesedin parçalarını çuvala doldurduk. Sonra gardıropları arayıp, adamın elbiselerini çıkardık. İkimiz de sırayla banyoya girdik ve sonra yeni elbiseleri giydikten sonra, kanlı elbiseleri avluda yaktık.
‘Beni bekle’ dedi ve dışarı çıktı. 20 dakika sonra bir motosiklet ile geldi. Aklım başıma yeni gelmişti, uyarmakta gecikmedim. Hava aydınlanmış, ceset çuvalıyla dışarı çıkmak, intihar olurdu bizim için. ‘Geceyi bekleyelim’, dedik ve o gün hiç evden dışarı çıkmadık. Saat 22.00 civarı, herkes kabuğuna çekilirken, çuvalı beraber taşıyarak, ön tarafa kendisi, arkaya ben, ortamıza da cesedi koyarak, boş araziye dolu yola çıktık. Ceset o kadar ağırlık yapıyordu ki, tümseklerle dolu arazide, motosiklet sarsılıyordu. Neredeyse düşecektik. Karanlıkta, bir ara yere bir şeyin düştüğünü sandıysam da, artık bir dakika bile kaybedecek zamanımız yoktu, o heyecan, stres ve panik atmosferde… GAP Arena’nın güney cephesinde, yeni yapılan otoyolun da karşısına geçip, yüksek çalılıkların arasında durduk ve ceset çuvalını indirdik. Ağaçların arasındaki çırçır böceklerinin çıkardığı ses haricinde hiçbir şey işitilmiyordu. Cesedi gömecektik, ancak bir şeyi unuttuğumuzu fark ettik. Toprağı kazacak bir kazma ve kürek… Arkadaşım, benim motora atlamamı, bir yerden kazma bulmamı istedi. Atlayıp mobilete, Kamberiye’de yeni yapılmakta olan bir inşaata yaklaştım. Sessizce girdim, kum ve çimentoların bulunduğu yerde bir kazma ve küreği çaldım. Çıkan tıkırtıları işiten bekçi, “kim var orda, hoop ne yapıyon lan” diye bağırdıysa da, motosiklete atlayıp kaçtım. Vardım tekrar cesedin yanına. Kazmayı arkadaşıma verdim, küreği de ben aldım. Yirmi dakika kazmak için çabaladık. Sonunda gömdük. Öyle bir rahatladık ki, sanki ceset ile birlikte, tüm suçumuzu, stresimizi de gömmüştük. O anki ruh haliyle şuna inanmıştık; bu cesedi buraya gömdüğümüz için asla cinayet işlediğimizden kimse şüphelenmeyecekti. Ancak arazideki kopuk kolu gördüğüm zaman, hiçbir cinayetin mükemmel olamayacağına bir kez daha kanaat getirdim.”
Yücelme, Ahmet İnce, Raskol’un Baltası Yayınevi, 304 sayfa