Dil zihnin aynasıdır. Gottfried Leibniz ismindeki Alman matematikçi ve ayni zamanda felsefeci olan bu zatın görüşüne katılmamak elde mi? Ne düşünüyorsak ya da neyi nasıl düşünüyorsak o şekilde konuşuyoruz değil mi? İsmine daha aşina olduğumuz bir diğer matematikçi ve filozof olan Platon ise konuşmanın insanın aklını kullanma sanatı olduğunu söyler. Peki sadece zihnimizde olanlar mı dilimizden dökülür? Vicdanın yani kalbin dilimize etkisinden de bahsetsek yanlış olmaz sanırım. Çünkü biz, insanoğlu, bilimsel adımız ile homo sapiens sapiens “düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” sadece zihinsel olarak değil hissettiklerini de konuşan, dile döken varlıklarız. Peki hem zihnin hem de kalbin aynası olarak mı düşünmeliyiz dilimizi ya da dilimizin aynası olarak mı düşünmeliyiz zihnimizi ve kalbimizi?
Konuyu pozitif bilimler açısında incelediğimizde öncelikle bu konu ile ilgilenen bilim dalından başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Filoloji yani dil bilimi olarak adlandırılan bilim dalı; dillerin yapısını ve birbirleri ile ilişkilerini incelemektedir. Eski Yunancada philos (sevgi) ve logos (kelime) sözcüklerinin birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bilimsel olarak kelimelerin ağzımızdan şu algoratimada çıktığını söyleyebilirim. Ağzımızdan kısa aralıklarla nefes dışarıya verilmekte ve çıkan nefes üfleme ile dilimizde; tonlara, tınılara dönüşürek havada titreşim yaratmaktadır. Bu çıkan titreşimler karşımızdakinin kulak zarına gidip burayı etkileyerek beynimizde sinyallerin oluşmasını sağlamaktadır. Beynimiz bu sinyalleri yorumlayarak /işleyerek düşünceleri oluşturup, karşımızdaki kişinin ne söylediğini anlamamızı sağlamaktadır. Bu algoritmaya bilimin, Mevlana’nın şu sözlerinden yıllar sonra ulaşması ne kadar düşündürücü değil mi? “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” Öğrencilik yıllarımızı aklımıza getirelim. Öğretmenin ağzından çıkanlar yani çıkardığı titreşimler sıralarda oturan bizlere ayni şekilde gelmektedir ancak sinyalleri işlemedeki farklılığımız konuyu birimizin anlayıp birimizin anlayamamasına neden olmaktadır.
Yazının girişinde belirttiğim soruyu şimdi daha bilimsel olarak sormak istiyorum. Dil, düşünce şeklimize yön verir mi yoksa düşünce şeklimiz mi dilimize yön veriir? Baştan belirteyim bu yazıda sorduğum tüm sorular yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan ikilemi gibi oldu kabul ediyorum. Ancak sorgulamanın bu şekilde başladığını ve bunun da kendi iç yolculuğumuza faydası olduğunu düşünüyorum. Bilim insanları diler arasında bilişsel farklılık olduğunu belirtiyorlar ve yapılan çalışmalarda dillerin düşünsel yapıyı etkilediğini düşünüyorlar. Yapılan çalışmalarda en çok dikkatimi çeken iki noktayı paylaşmak istiyorum. Ruslar ve İngilizler arasında yapılan çalışmada mavinin çeşitli tonları her iki ırktan insanlara gösteriliyor ve cisimlerin renklerinin tanımlanması bekleniyor. İngilizler gösterilen cisimleri açık mavi, koyu mavi diye adlandırırken, Ruslar bu cisimleri kendi dillerinde olan iki ve daha fazla kelime ile anlatıyorlar ve rusların bu anlatım şekli açık ya da koyu şeklinde maviye sıfatlar koyarak değil apayrı iki kelime olan açık maviye “goluboy” koyu maviye ise “sniy” dedikleri görülüyor. Çalışmada; Rusların hayatları boyunca bu iki rengi ayırmayı öğrendikleri belirtiliyor. İnsanların renklere bakarken onların beyinleri incelendiğinde ise; nasıl renkleri yavaş yavaş açıktan koyuya doğru düşünürsünüz, açık ve koyu mavi için farklı kelimeler kullanan insanların beyni de renkleri de açıktan koyuya doğru giderken şaşırtıcı bir tepki verdiği görülüyor ve kategorisel olarak bir şey değişmiş gibi gözlemleniyor. İngilizce konuşan insanların beyinlerinde bu tür bir kategorisel ayırımın yapılmadığı, bu tepkiyi de vermediği çünkü kategorisel olarak değişen bir şeyin olmadığı görülüyor.
Eğer hayatınız boyunca İngilizce dışında başka bir dil öğrenmeye çalıştıysanız görmüşsünüzdür ki çoğu dillerde her bir nesnenin cinsiyeti vardır ve bu cinsiyet ile anılırlar. Diğer bir çalışmada ise bu cinsiyet konusu ele alınıyor. Bir örnek vermek istersek; güneş Almanca da dişil ama İspanyolca da erkek, ay ise bunun tam tersi. Cinsiyet ayrımı insanların düşünme şeklini etkiliyor mu sorusuna cevap arayan çalışma gösteriyor ki Almanlar güneşi güzel ve şık yani daha feminen İspanyollar ise dayanıklı ve uzun yani daha maskülen olarak düşündükleri görülüyor.
Bilimsel çalışmalar, farklı diller konuşan insanların farklı şeylere dikkat ettiği sonucunu açığa çıkarmıştır. Ayrıca dilin, olayların muhakeme yapma yetimize yön verebileceği sonucunu da çıkarabiliriz. Bu sonucu çıkarmamdaki en önemli çalışmalardan birisi şu oldu. İngilizler ve İspanyollardan oluşan çalışma grubuna bir fotoğraf gösterilmiştir. Fotoğrafı zihninizde tahayyül edebilmeniz için şu şekilde tasvir edeceğim. Müzede olduğunuzu hayal edin, yan yana iki sütun -bistro tarzı- üzerinde vazolar var. Bir kişi, iki sütunün arasına girip vazolardan birinin fotoğrafını çekerken diğer vazonun bulunduğu stuna çarparak yere düşürüyor. Fotoğraf iki gruba gösterildiğinde; İngilizler ‘’O yaptı, vazoyu o kırdı.”, İspanyollar da “Vazo kırıldı” diyerek fotoğraf hakkında düşüncelerini dile getiriyorlar. İngilizce konuşanlar kimin yaptığını hatırlıyor, İspanyolca konuşanlar ise eylemin kaza olduğu durumlarda yapanı hatırlamıyor, yine de bunun bir kaza olduğunu daha iyi hatırlıyorlar. Eylemin arkasındaki niyeti daha iyi hatırlıyorlar. Yani iki insan aynı olayı seyredip aynı suça tanık olduğunda bile bu olayla ilgili farklı şeyler hatırlayabilirler çünkü zihin dile getirilenleri hatırlar ve dil, konuşma şeklimiz olaylara karar vermemizi etkiler.
Edebiyattan da örnek vermek isterim. İngiliz yazar George Orwell ‘in meşhur 1984 kitabında doğruluk bakanlığı isminde bir bakanlık vardır. Romanda şöyle der; dili kontrol edersen zihinleri de kontrol edersin. Dilin anlamına ne kadar hükmedersen zihnin anlamına da o kadar hükmedersin. Dili kontrol edersen düşünceyi kontrol edersin, düşünceyi kontrol edersen toplumu kontrol edersin. Romanda okyanusya halkına kabul ettirilmeye çalışılan dikkatimi çeken sloganlar vardı; “Savaş barıştır, barış savaş.” “Sevgi nefrettir” “Kölelik özgürlüktür.” “Cehalet mutluluktur.” (Ne yalan söyleyeyim bazen cehaletin mutluluk olduğunu düşünmüyor değilim. Cehaletin getirdiği her şeyi yapabilme gücüne inanmayı bilimsel adı Dunning Cruger halk arasında “cahil cesareti” olarak adlandırdığımız kavram. Burada bu satırları salt okumuşluğun cehaleti yenebileceğini düşünen sığ biri tarafından yazılmadığını belirtmek isterim. Bu konu tamamen başka bir yazının ana konusu olacak kadar derin ve bir o kadar da kafa yorucu.) Sloganlardan yol çıkarsak artık Okyanusya halkının yeni bir sözlüğü vardır ve çıkan tüm yayınlar bu sözlüğe göre çıkması gerekmektedir. Kitabı okumayan var ise daha çok konuyu anlatıp kitap okuma zevkinden mahrum bırakmak istemem. Kitabı okuyacak kadar zamanınız yoksa da yönetmenliğini yapan ve ayni zamanda içerisinde oyuncu olarak yer alan Rutkay Aziz’in, kitap ile yine ayni 1984 adlı tiyatro oyununu izlemenizi tavsiye ederim.
Bilimsellik ve edebiyat gibi iki soyut kavramdan çıkıp isterseniz somut kavramlara gündelik hayatımıza bir bakalım. Dil nasıl etkiliyor hayatımızı? İlk aklıma gelen örneklerden biri şudur ki; eskiden zam yapılırdı aldığımız ürünlere benzine ya da herhangi bir para ile aldığımız metaya ve televiyonlarda hatırlarsanız zam yapıldı diye haberler çıkardı peki şimdi de herşeye zam gelmiyor mu? Tabi ki enflasyonu olan bizim gibi ülkelerinde zam kaçınılmaz ancak konu adının değişmesi. Artık yapılan zam değil fiyat güncellemesi oluyor. Ülkerin ekonomileri artık küçülmüyor eksi büyüyor. Cezalar verilmiyor insanlara, rehabilite ediliyorlar artık. Amerika’da, izafi olarak küçük suçları işlemiş kişileri cezaevi değil rehabilitasyon merkezi olarak adlandırdıkları merkezlerine gönderildiklerini de biliyoruz. Bunun gibi örnekleri çoğaltıp devam edebiliriz.
Tasavvufi açıdan konuya baktığımızda, dil konusuna, “zikir” başlığı altında girmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Zikir nedir peki? Zikir, sözlükte, “Anma, söyleme, sözünü etme.” olarak geçmektedir. Tasavvuf ilminde ise, Allah’ı belirli kelimeler veya cümlelerle anmak anlamına gelmektedir. Zikri beynin uyuşturulması ve yaratıcılığın önüne geçilmesi olarak yorumlandığı düşünülen bir hareket olduğunu biliyorum ancak ben burada konuyu bu taraftan değil Yunus Emre gibi tasavvuf düşünürlerinin zikirlerinden bahsederek yürütmeyi düşünüyorum. Yunus Emre dedik ve örnekleri daha da çoğaltabiliriz ancak eksik bir husus kalmaması açısından hayat hikayesini daha net bildiğim ve hayatından örnekler verebileceğim Yunus Emre’den devam etmek istiyorum.
Yunus Emre’nin kesin olmamakla birlikte 1250 yıllarında yaşadığı düşünülmektedir. Bazı kaynaklarda eğitim almadığına dair bilgiler mevcut olsa da şiirlerindeki Farsça ve Arapça yı kusursuz bir şekilde kullandığı göz önünde bulundurulduğunda iyi bir eğitim aldıktan sonra Tapduk Emre dergahına başladığı bilinmektedir. Dil bilimci değilim ancak ben ikinci görüşe inanıyorum. Yunus Emre şiirlerinde, önce zikir ile nefsini terbiye etmeye başladığını söyler. Hocasının kendisine “zikir çağırmaktır çağırmaz isen gelirler mi?” dediği söylenmektedir. Dil -ağzımızdan çıkan sözler- aklın ve kalbin aynası olarak tanımlandırılmaktadır ve zikirler ile Allah’ın (Yaratıcının) bir ve tek olduğu adete kalbe ve zihne işlenmek istenmektedir. Bir haksızlık ya da kötülükle karşılaşıldığında bile iç sesiniz kötü kelimeleri, nefreti dışa vurmanızı istese de buna karşı koyarak herşeyin Allahtan – yaratan- dan geldiğini düşündürülerekten ağızdan kötü söz çıkması istenmemektedir. Bu şekilde nefsimizin terbiye olacağını ve tasavvufun özü olan iyi bir insan yani insani kamile ulaşılması düşünülmektedir. Buradaki iç sesinizi nefisiniz olarak düşündüğünüzde ego kibir bencillik gibi duygulardan arınmanın öncelikle dilden başladığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Düşüncelerimizin ifade aracı olarak kullandığımız dil, hem pozitif bilimler hem de tasavuffi açıdan önemli bir yere sahipttir. Sonuçta ağzımızdan çıkan sözler, beynimizden geçip dillendirdiğimiz düşüncelerimiz kadar yaşıyoruz hayatımızı. Dil bilimcilerin çalışmalarında belirttiği gibi kullandığımız dil düşünce şeklimizi belirlemede önemli bir rol alıyor. Hayatımızı nasıl dillendirirsek öyle yaşadığımızı / yaşayacağımızı düşünüyorum. Bunun bir polyanacılık olmadığını da belirtmek isterim ayrıca, çünkü salt polyanacılık sadece bir çerceveden görmemizi sağlıyor hayatımızı. Hayatı tüm perspektifleriyle görmeyi ancak dilimizi, kalbimizi, düşüncelerimizi kullanarak olabildiğince güzel ve pozitif açıdan bakabilmeyi düşlediğim bir dünyada yaşamak dileğiyle.