Etraf karanlıktı, gecenin alacasının beni huzura erdirmek temennisiyle gökyüzünde yıldızlarla birlikte dans eden ay’ın bana göz kırpışını gözyaşlarımla birlikte izliyordum. İtiraf etmek istemesem de ben, benden başkasına kızgın değildim. Benden başkasını günah keçisi ilan etmez, benden başkasını dost ya da düşman bilmez, benden başkasını suçlu ilan etmezdim ben… Kalbimin dile getirişiyle dilimin söyleyemediği arasında bir araftaydım. Benim de herkesin hayatında olduğu kadar şarkı söyleyen bir hayatım, beni umursayan bir geleceğim ve yarının heyecanına besteler döşeyen bir bugünüm olabilirdi. Bütün bu olamamaların sorumlusu bendim. Bir insan, ancak ve ancak kendisinin tek düşmanı olabilirdi. Ağlıyordum ve çok üşüyordum. Ağlamak ısıtmaya yetecek gibi geliyordu, halbuki yağmurlar hiçbir zaman ısıtmazdı insanı; yağmurun nemi değdi mi bedenine, umursamaz hüzünler içerdi kader…
Sonunda dayanamayıp sesimle hıçkıra hıçkıra şarkılar söyledim gözlerime; kimse yoktu hıçkırıklarımı duyacak, bu yüzden hıçkıra hıçkıra ağladım hâlime; kendi yarattığım çaresiz eserime… Gündüzden kalma o sevgi dolu, o sıcak ve umut dolu kız yoktu. Aslında o bende bir yerlerdeydi çocukluğumdan beri, yıllardır onu saklamak gerçeğiyle yüzleşmek beni hep korkutuyordu. Onu benden alan, onu benden kaçıran, onu benden soyutlayıp bana ezalarla türlü yalnızlıkları ve gözyaşlarını reva gören benden başkası değildi. Bir insan, tek bir insan; birken aynı zamanda iki kişi olabilir miydi? Tokat atmalıydım kendime, saçımı çekmeliydim, ya da bazı bazı çok sevdiğim bazı zamanlar ise nefret ettiğim yüzüme güzel bir yumruk atmalıydım. Kendisine işkence çektiren, ruhunu türlü yoksulluklara sevk eden biri bedenine de cezaların en büyüğünü verebilmek potansiyeline sahipti. “Ben ne yapacağım?” diyerek düşündüğüm saniyelerde ve yine filmin başındayken sonunu görmek merakımdan aceleci hâlimden önümü göremeyecek bir hâldeyken gecenin karanlığında gözüm ona ilişti. Artık yalnızlığımı benimle paylaşan bir yalnız daha vardı. Hiç sesi çıkmıyordu; belki de hıçkırıklarımdan olsa gerek, onun sesini bastırıyordum. Arkası bana dönüktü, her zamanki gibi kısmetini arıyordu, benim gibi kaderine teslimiyet birinciliğini devralmıyordu o… Ben, çabuk pes edenler derneğinin başkanıydım. Üstelik pes edişimin suçluları hep başkaları olurdu, onları içeri atar, onlara hukukun dilsizliğinden istifade eder gibi en gereksiz en adaletsiz cezaları verirdim. Başkalarına iyi olayım derken en büyük kötülüğü kendime yaptığım yetmiyormuş gibi bir de suçsuzları ipe götürecek adaleti sırf kendi suçlarımı kapatmak uğruna harcıyordum. Beynimden geçenleri okuyabiliyor muydu, bir kitap gibi okuyabiliyor muydu beni? Karanlıkta gözleri iyi seçer miydi ki?
Ondan ne gibi bir farkım olduğunu düşünüyordum, üstelik bu anlarda aslında ne onun benden, ne de benim ondan; ikimizin de birbirimizden bir farkımız yoktu. Ben yalnız, o yalnız, ben suskun, ben çaresiz, ben kaçak; o, ebediyen hep bunları yaşayan bir aynaydı… Kendimi görmüştüm onda, kendi hıçkırıklarımı onda dinliyordum. Arkası bana hep dönüktü. Gözyaşlarımı görmek duygusal yanını harap edebilirdi belki. Onu da hassas yerinden vuran olmuş muydu?
Gözlerimi etrafa çeviriyor, birkaç adım atıp evinin yolunu tutan karanlıkta gözyaşlarımı seçemeyen ve yalnız başıma bu soğukta oturduğum için bana deli gözüyle bakan insanların bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Gözümdeki netliği, o kahrolası aydınlığı yıldızlardan çalmıştım bir süreliğine. Çünkü bu defa gerçekten görmeliydim, görebilmeliydim; şu ânı ve şu ânın yarını çalan hain planlarını…
Bizim bir farkımız yoktu, biz iki çaresiz, iki yalnız, iki suskun, iki hayat yorgunuyduk. Ben sadece sesli isyanların bir insanın başına gelebilecek en feci gürültüsüydüm. Kendime bağırırdım hep aslında başkalarına bağırırken, kendimi izlerdim başka insanlarda, “ben böyle olsaydım, ben sahiden yaşamak denen saadete erebilseydim nasıl olurdum?” derdim. Sormak cesaretinde asardım şüphelerimi, sabaha çıkamadan şüphelerimin öldüğünü anlayan kader; bir kez daha kızardı bana.
Birdenbire bana dönüp baktı sandım. Hâlbuki hâlâ aynı yerindeydi, bana bakmıyordu ama hissediyordu arkasında olduğumu; ağlayan bir insan olduğumun ve ağlatan bir insan olduğumun elbet farkındaydı. Kendine ağlayıp kendini ağlatan bir insandım ben, gözyaşlarımdan gazete kupürlerinin ünlülere uzanan hayallerini yaratır gibiydim. Gözyaşlarımla ünlenip gözyaşlarımdan bir kova tuzlu su kaldırmak kurak yalnızlığıma iyi mi gelirdi sanki?
Aslında bana dönmedi, gözlerime bakmadı; yalnız, artık duyabiliyordum sesini.
“Aramızda bir fark olmadığını düşünüyorsun, öyle mi? Şu kediden ne farkım var diyorsun kendi kendine…”
Başımı bu kez sola çevirip spordan yeni dönen ve beni yalnızlığımla fark eden adamı görünce başımı bu kez sağa çevirip sessizce ağlamak yüksek lisansı hâlimi harekete geçirdim. Bunda çok başarılıydım. Yüksek lisansımı yapmıştım sessizce ağlamak konusunda; sadece yastığım anlardı ağladığımı, o da sadece neminden… Yağmur değmezdi ya elbet, dört duvarla çevrili odamın kupkuru hâline, olsa olsa sahibinin gözyaşlarıydı nemli günaydınlara onu gark eden…
“Aramızda bir fark yok gibi artık…”
Bu kez kedi, patileriyle çıktığı merdivenlerin kirine dokundu. Birden fark ettim, ben kirlerime dokunmak ve kirlerimi temizlemek yerine kirlerimden hep kaçardım. Hem onlardan iğrenir, hem de onları temizlemeye korkardım. Hayata sıfırdan başlamak bir’i aldatırmış gibi gelirdi bana. Ben sıfırı tüketmek hakkımı doğduğum gün kullanmıştım. 365 gün sonra bir yaşındaydım ve yeni bir hayatın bir’ine yazık etmek yok etmek demekti yarınları… Cahillik, korkaklık, geri kafalılık!
Adamakıllı sevmeyi bile beceremezdim bu yüzden; birinin yanlışı yüzünden bütün dünya yanlışlarla kaplı diye düşünür herkese not olarak sıfır verirdim. Bilmem ki sorunum sıfırla mı, yoksa birle miydi?
Belki de binde bir ihtimalle kendime kaçak düştüğüm günlerin anlaşılmak ihtimali beni en derinden yaralayandı.
“Sen de yalnızsın kedicik, bak, sen de kimsesizsin ve senin de geleceğin için gidecek bir yolun, bir maksadın ve olması için çabaladığın bir şeyin yok. Ben sen isem; sen de bensin, kabul edelim. Seninle aramızda bir fark var mı?”
Kahverengi tüylerinden yemyeşil çimlere uzanan bir siyahlık görüyordum, ama bu siyahlık benden ona doğru adeta bir duman gibi süzülüp gidiyordu. Nedense bana yaklaşmıyor, yine arkası dönük bir şekilde ama beni hissederek benimle konuşuyordu.
“Biliyor musun? Ben eskiden senden ve arkadaşlarından; diğer kedilerden korkardım. Artık korkmuyorum, çünkü sizinle aramızda bir fark yok, ben neysem; siz de o’sunuz.”
Kedinin miyavlamasıyla yerimden sıçradım birden. Kedi bir kez daha miyavlayarak adeta bana caka satar gibi, “hani korkmuyordun?” diye sordu.
“Sen böyle ani sesler çıkarırsan korkarım tabii”
“Cesaret nedir bilir misin? Hayatın ani çırpınışlarında, hayatın boğulmasına ramak kala ölmek pahasına dahi olsa hayatı kurtarabilmektir. Sen kendini kurtarmak derdindesin; hayatı değil… Halbuki senin hayata değil; hayatın sana ihtiyacı var, insanların sana ihtiyaçları var, çiçeklerin, böceklerin, bir zamanlar korktuğun bizlerin… Hatta bir şey söyleyeyim mi? Şu kahverengi tüylerimin sana şu an çok ihtiyacı var. Beni okşamana, yalnızlığımı yalnız olmadığını fark ederek iyileştirmene ihtiyacım var. Aramızda hiçbir fark olmadığını düşünüyorsun; sen insansın, insan… Adamakıllı yemekler yiyebiliyor, şarkı söyleyebiliyor, en mühimi sıcak bir ev ortamının sıcak ailesiyle sıcak bir hayat sürebiliyorsun. Biz, sokak kedileri… Evcilleştirilmiş yalnızlığımızla bir gün biri acırsa hâlimize, “seni seviyorum” diyemediğimiz insanların sırnaşık sevgi gösterişleriyle yetinmeye çalışıyoruz. Sana nankör olduğunu söyleyen oldu mu hiç hayatın boyunca?”
“Neden bana arkan dönük bir şekilde konuşuyorsun?”
“Arkam dönük ama seni görebiliyorum. Burnunun ucunda solup giden bir hayatı ve bu hayatın sana en acilinden ihtiyacı olduğunu göremiyorsun. Üstelik kedilerden hiçbir farkın olmadığını düşünüyorsun. Miyav çaresizliğini bilir misin? Sesimiz titreyerek ve en sessizinden miyavlarsak ya acıkmışızdır; ya da en mühimi sevgiye açızdır… Sen, acıksan “acıktım” diyebiliyorsun, sevgi istesen birine “beni sev” demek samimiyetini gösterebiliyorsun. Sen ile ben bir miyiz sence?”
“Bugün çok yara aldım. Bak, sen de yaralanmışsın, sarmışlar… Demek ki seninle bir farkımız yok. Gerçi benim yaram ruh yarası; ruhumun şifa bulmaz özürlerini her defasında diliyorum kendimden, suçlu olduğumu bilerek yaşıyorum hep bunu. Hiç kimsenin bir kötülüğü dokunmuyor bana, benden başka… Ben bugün, kalbimin en ortasında büyük bir delik daha açıldığını hissettim. Yıldızlar, ay ve gökyüzünün karanlık gülümseyişi bile derman olamadı…”
“Sen, sen olmayı bilmiyorsun ki… Kendisi gibi olmayan biri, bir kediyle tabii ki de kıyaslar kendini.”
“İşte benimle konuşabiliyorsun! Birbirimizi miyavlar olmadan anlayabiliyoruz, öyleyse neden diğer insanlara karşı da derdini doğrudan anlatmıyorsun?!”
“Beni, miyavlar olmadan sırf beni; yalın hâlimle yalnızca beni kimler duyabilir biliyor musun?”
“Kimler?”
“Kendi sesini duyamayanlar; kendi sesini duymayanlar, kendi çığlığına kulağını tıkayanlar yani sen ve senin gibiler…”
Telefonum ısrarla çalıyordu. Konuşmak istemiyordum. Telefonda arayan kişiyle konuşmamak bir kediyle konuşmak ve gökyüzünün uslu sessizliğine içli bir yalnızlık bırakmak işime geliyordu. Hayatım boyunca ben hep işime geleni yapmıştım. Bana yararı dokunacak olanı değil… Sade ve sadece ânı kurtarmak galip geliyordu fikrimde; hep erteleyişlerim oluyordu hayatı… Iskaladığım hayatımın “Aman Can Yücel duymasın” korkusuyla yaşıyordum. “Iskalamayacaksın hayatı” derdi ya; ben ıskalıyordum işte. Sanki bir okeydi hayat, ıstakasını almış dem vurur gibi yarınlardan, bir de ukalaca kendimi, kendime layık olanları ıskalıyordum. Istakasından vuruyordum okeyin, bitmiyordum, hep bir taşla mağlup oluyordum. Belki hayata “Okey, tamam, sen haklısın; ben burnu uzamaz bir yalancıyım” demek cesaretini göstersem bütün oyunların galibi ben olacaktım. Hayatın bana ihtiyacı vardı; zaruri çığlıklarını duymamak için ağlamak ihtiyacını hissederdim. “Ben ne yapacağım?” sualleri dolaşırdı hep kafamda; cevap aslında çok basitti. “Sen sadece hayatı seveceksin ve gerisi zaten gelir…”
Evet, ben hayatı sevmeyen bir hayat tüccarıydım. Çalıyordum her salisesinden; saliselerini çalarken saniyelerine ölüm korkusunu yaşatıyor, dakikaların bir anlık mutluluklarını da bertaraf ediyordum. Saatler susmak mecburiyetinde kalıyorlardı, çünkü saliseleri çalıp, saniyelere ölüm korkusunu hissettiren bir hayat tüccarı, saatlere “zaman nanik yapmak aracıdır” inancını empoze ediyordu. Bazı zamanlar, zaman benimle alay ederdi; çoğu zaman ben onunla… Bir boşluğumda yakalamak fırsatı hep geçerdi eline, çünkü ben hep boş zamanlar sekreteriydim. Birçok mesleğim vardı, hepsini işime gelince yapardım. İşim bile işime gelince iş olurdu.
“Sustun kedicik…”
Yine yanıt yoktu. Hâlbuki hâlâ arkası dönük bir şekilde oradaydı, gecemin karanlık yüzünün tıraş olmuş hâli gibiydi. Bembeyaz bir aydınlık serpmişti gecemin yüzüne, bembeyaz kaçamak bakışlar bırakıyordu duvarlar ona… Acaba uyuyor muydu?
“Kedicik, sana söylüyorum. Sustun… Neden sustun, uyudun mu?”
Birdenbire miyavlayarak merdivenlerden indi, tüylerini kaşımaya başladı. Bitli bir yarın doğacaktı demek ki onun için; ondan mı etkilendim ne, ben de başımı kaşımak gereği duydum. Belki de bitli yarınlar ikimiz içindi; biz birdik ya hani…
“Kedicik, cevap versene. Sence de öyle mi?”
Ben soruları sıraladıkça o miyavlamaya devam ediyordu.
“Miyavların kadar taş düşsün başına, e mi! Susup miyavlayacak zamanı buldun. Heey… Neden konuşmuyorsun?”
Aniden fark ettim susuş nedenini. Ne demişti? Onu miyavları olmadan duyabilenler, “Kendi sesini duyamayanlar; kendi sesini duymayanlar, kendi çığlığına kulağını tıkayanlar yani sen ve senin gibiler…” Bu da demek oluyordu ki; suskunluğunun nedeni benim kendi sesime artık yabancı olmayışımdı. Bu yüzden susmuştu, çünkü ben kendime sağır değildim. Kendime kör müydüm? İki elimi havaya kaldırarak parmaklarımın kaç adet olduğunu saymak lüzumsuzluğunu gösterdim. Evet, kendime sağır değildim ama; delilerden esinlenmişliğim çoktu. Her insan bir parça deli değil miydi?
Parça dedim de, şu kediciğe bir parça ciğer atmak lazım. Ciğerim, iki gözüm kedicik; gecenin bu vakti sana bir porsiyon ciğer de söylenmez ki şimdi. Ama doymuşsundur sen, öyle değil mi? Görmeyen ve işitmeyen birine laf giydirmek onun farkındalığına farkındalık aşılamak ruhu doyurmaktır. Ruhun doymuştur, yarın da ciğerli günümüzün gülümseyiş yarını ilan edilir; bir parça ciğer, bir parça diğer derken bir de bakarız ben ile sen biz olmuşuz…
“Susmayacak mısın sen?”
Bu kez gözlerime dik dik bakan büyük bir kedicik duruyordu karşımda.
“Aaa… Miyavsız duyuyorum, demek ki…”
“Demek ki hâlâ kendine gelememişsin.”
“Nasıl yani, efendim?”
“Öp diyorum canım, öp hayatı; dile özrünü dilediğin, dileyebildiğin kadar; yarının sana hangi güllerden koparacağını bilemezsin…”
Dilara AKSOY