Öğlen güneşi tam olması gereken yerdeydi ve Deniz bu öğlen güneşinde olunmaması gereken tek coğrafyada ve üstelik o coğrafyada da bulunulmaması gereken tek mekandaydı. Bir sahil kasabasında, bir okul bahçesinde…
Beynine giren güneş ışınlarını sanki eliyle tutmak istese tutabilirdi, cehennem böyle bir yer olmalıydı, orada o okul bahçesinde düşebilirdi. Ağzı kurumuş, başı dönmeye başlamıştı. Genellikle kahvaltı yapamayan midesi bu saatlerde kusmakla tehdit ederek uyarırdı. Birden mermerden yapılmış, okul müdürünün öğrencilere pazartesi ve cumaları berbat sıkıcı konuşmalar yaptığı çıkıntıya doğru zor attı kendini, bahçeye doğru değilde okul tarafına doğru, sınıf pencerelerine dönüktü yüzü. Buradan okulun yan cephesini o sayısız pencereler ile kocaman bir yolcu gemisine benzetti birden. Oturdu, ayaklarını uzatıp sırtını mermere uzatırken mermerin soğuk olma ihtimalini geçirdi aklından ama yanıldı. Kravatını aşağıya çekti biraz.
Birazdan onun gelebilme ihtimali, hafif sarsıntıyla beraber kuru ağzını iyice çekilmez hale getirdi. “Bir bardak Suvot iyi giderdi aslında.” dedi kendi kendine, yarı mırıltılı yarı içten. Sonra bir kahkaha attı. O sayısız entellektüel içki ortamlarının birinde Suvot ve Güniçimi’ni duyan, bir keresinde ben artık yeterince okudum küstahlığını yapabilen, bir müzisyen:
“Nereden buluyorsunuz bu kelimeleri Allah aşkına? Kendinizi Shakespeare falan mı sanıyorsunuz yeni kelimeler uydurup?”
Alakası yoktu beceriksiz aşık Shakespear’le, sadece tembellikten en sevdiği içkiye su votka yerine Suvot, gündüz sarhoş olmanın yerine de Güniçimi laflarını takıvermesi.
“Neden Güniçimi? Neden gündüzleri sarhoş olmaktan bu kadar zevk alıyorsunuz?”
Açığını yakalamış, arkasından soracağı soruyu önceden kurmuştu müzisyen.
“Siz…” demişti Deniz, “Siz geceleri korkularınızdan kaçmak için içersiniz, bense gündüz onlarla savaşmak için içerim.”
Bu cümle ağına düşürmek için yetmişti, yeni yetmeyi. Değmeyeceğini anlamak için, bir gece geçirmesine gerek olmayan kadınlardandı o.
Oysa en sevdiği zaman dilimiydi gündüz içmek ve sarhoş olmak. Belki de gündüzlere dayanamamasındaydı asıl neden. Sonra bir daha bu kadar içmeyeceğine dair kendine verdiği sayısız sözlerden birini verecekken vazgeçti, “Saçma.” dedi kendi kendine. İçki insanın bilinçaltının oynadığı oyunsa bu oyunlardan hiç sıkılmıyordu. Hem Baudelaire’in “Sarhoş olun.” derken sıraladığı üç öğütten sadece bir tanesiyle ‘erdem’ le sarhoş olamamıştı hiç. Deniz de diğer ikisini seçmişti her zaman. Gözlerini iyice kısarak güneşe bakmayı denedi ama boşunaydı. Birazdan bu halini görecek olanların ne düşüneceğini tahmin etmeye çalıştı, sonra hafiften gülümsedi. Bu gülümseme umursamama gülümsemesiydi,ç ok sık yapardı yalnızken ve birilerini dinlerken.
Onun gelebilme ihtimalini nereden çıkardığını düşündü, bu defa da sarsıntıyla beraber açlık hissi iyiden iyiye kudurdu. Bu midesinin son uyarısıydı, ama bu sıcakta ne yenebilirdi ki?
Birden okulun tören alanına açılan kapısından yani beklenen kapıdan beklenen kadın çıkıverdi. Üzerindeki beyaz önlüğü ve elindeki çay fincanıyla bir öğretmene, gözleriylede henüz kimsenin keşfetmediği bir adaya benziyordu, bu yüzden ona hep Ada diyordu içinden ama yüzüne karşı hiçbirzaman söyleyememişti. Dokunsalar ağlayacak, düşse bin parçaya ayrılacak gibiydi hep, hep tedirgindi.
Gözlerin ilk buluşması her zamanki gibi kısa ve net oldu, bahçeye çıkıp çıkmama konusunda tereddüt eder gibiydi, sonra kararlı bir şekilde adımlarını atmaya başladı. Deniz’in Ada’sına kavuşmasına on adım vardı. On eşsiz adım… Adım atmaya karar verdi Ada. “Bu adımlar henüz adı konulmamış bir latin dansı olmalı.” diye düşündü Deniz. Kalbi durmuştu, nefes alamıyordu, beşinci adımında midesi “Buraya kadar.” dedi Denizin, boğazına kadar gelen alkol ve asit karışımını son bir gayretle ve de Tanrı’ya küçük bir dua göndermekle geri çevirdi. Sayısız gündoğumlarını izlediği, genellikle sarhoş o uykusuz sabahlarda o eşşiz anı hep Tanrı’nın eliyle boyadığını o yüzden insanların gündoğumlarını kaçırmaması gerektiğini kaç kere söylemişti kalabalık gruplarda. Ya bu güzellik? Tanrı kesinlikle haksızlık etmişti diğer kadınlara, Ada’yı boyarken. Hayır güzellik bakanın gözlerinde değildi. Kalbi tekrar atmaya başladı Deniz’in. Tam karşısındaydı Ada. Gözleriyle ölümü sürgüne gönderebilecek, dudaklarıyla ölüyü diriltebilecek kadınlardandı o.
“Pardon.” dedi Deniz.
Bu altı harf kimden çıktı, nasıl çıktı, Orada hemencecik nasıl kayboluverdi, o anda düşünülecek şeyler değildi. Cevap süresi gecikti, gecikti, o kadar gecikti ki, Yavuz Sultan Selim’in Sina Çölü’nü geçtiği anda Ağa bölüklerinin neler hissettiğini bile düşündü Deniz. Sonrada o şiir aklına geldi, kendisi gibi hayata geç kalmış zavallı bir arkadaşının şiiri;
‘kimseler bilmese de
ben bilirim
robinsonun adasına
yağan karı
en çokta buna üşürüm’
Robinson’un adasına kar yağdırdığı için mi, kendisi gibi hiç bir şey olamamış olmasından mı bilinmez, o zavallı arkadaşını çok severdi ama şimdi neden o, Ada? Midesinden sonra şimdide beyni önce çöle sonrada o adaya götürüyordu Deniz’i.
“Evet ?” dedi Ada. Bir tanrıçaya yakışacak sadelikteydi cevap. Şaşırmış gibiydi. Muhtemelen bir merhabalaşma ya da karşılıklı gülümseme ile geçiştirilebilecek bir durumdu onlarınki. Bu pardon da nerden çıktı der gibi bakıyordu gözleri, ama ısrarla on birinci adım gelmiyordu. Deniz, Fenerine kavuşmuştu, gel zamanıydı ama git zamanı gelmeden bu anın tadını çıkarmalıydı. Birden çayından bir yudum aldı, vakit vermek istercesine Ada.
“Oturur musunuz?” dedi Deniz. Ada’nın kafası iyiden iyiye karışmış gibiydi, bu defa cevap gecikmedi;
“Nasıl yani?”
“Burada benimle iki dakika oturur musunuz?”
Cevap daha ani ve keskin oldu bu defa da. Gözleri hiç yardımcı olmuyordu yüz ifadesi hafiften sertleşmişti. Bu halinden korkulmalıydı. Fırtına koptu kopacaktı.
“Siz iyi misiniz?”
Sahiline ilk adımı atmış kaşifine bakar gibiydi.
“Sadece oturur musunuz dedim.” diye tamamen vakit kazanmaya yönelik anlamsız bir o kadar da gereksiz cümle çıktı Deniz’in ağzından. İki tarafta bunun farkındaydı. Geriye döndü, bu defa kapıya doğru on adım atmak üzereydi, ama vazgeçti.
On birinci adımla on ikinci adımı birleştirip mermerin diğer yarısına oturuverdi ve çayına davrandı tekrar. Bu artık kesinleşmişti vakit bağışlıyordu.
Deniz sigara paketini uzatıp “Sigara?” diye sordu.
Kafa hareketiyle reddedilen sigaraya ek olarak, harflerle ve tonlamayla hiç oynamadan ikinci “Siz iyi misiniz?” sorusu çıktı, hiç bir sıfatın yakışmadığı dudaklarından.
“Evet, iyiyim.” dedi Deniz.
Sigara çoktan yarıya inmişti, artık tamamen kuru olan ağzında duman anlamsız dolaşıp yoluna devam etmekteydi.
“Ne yapıyorsunuz? Okuldayız… öğren…”
“Onlar da içiyorlar.” diyebildi zorla. Bu anı kutlamalıydı ama nasıl, adak mı adamalıydı o an tanrıçasına? Konuşmak anlamsız olacaktı, zaten birbirlerine bakmıyorlardı bile. Denize kalsa burada sonsuza dek oturabilirdi, sigarası hiç bu kadar hızlı kısalmamıştı, bir daha yakacaktı cebine davrandı.
Okul zilinin çalması bir rüyayı bozan saat netliğindeydi,binadan uğultular dağılmaya çoktan başlamıştı.Birazdan korsanlar üzerlerine doğru geleceklerdi.
Ada kendini feda ederek korsanlara doğru yürümek için, doğrulup, kapısına doğru yürümeye başladı birden. Geriye hiç bakmadı. Çay fincanı bitmiş olduğunu ilan etmek istercesine sağ elinden sarkıyor, saçları Romalı heykeltraşların en güzel mermerlerden oyduğu, kendi heykeline modellik yapar gibi dalgalanıyordu.
“Ben kaşifim.” diye bağırdı Deniz arkasından. Sonra mırıldanarak “Ben kaşifim… Kaşifim ben… Ben…” diyebildi.
Öğlen güneşi tam olması gereken yerdeydi ve Deniz bu öğlen güneşinde olunmaması gereken tek coğrafyada ve üstelik o coğrafyada da bulunulmaması gereken tek mekandaydı. Bir sahil kasabasında, bir okul bahçesinde…
Beynine giren güneş ışınlarını sanki eliyle tutmak istese tutabilirdi, orada o okul bahçesinde düşebilirdi. Ağzı kurumuş, başı dönmeye başlamıştı. Cehennem böyle bir yer olmalıydı.
25-27 Mart Turgutreis Bodrum