Herkesin ve her yaşın kendine göre imtihanı vardı. Bazısının sınavı çoktan seçmeli,bazısının ki ise klasikti.İlkinde olasılıksal olarak doğruyu bulabilecekken, ikincisinde cevabı bilmeli,bu da yetmez,imtihanı hazırlayanın arzu edeceği üslupla sunmalıydın yanıtları. İmtihanlar yaşa göre de farklılaşıyordu. Yaratan,gençlere imtiyaz sağlıyor, çan eğrisi, bütünleme gibi imkânlar sunuyordu. Hiç olmadı yaz okulu vardı. Olgunlukta ise,imtihanlar yaşanmışlıklar nispetinde ağırlaşıyor, çalışılmamış yerlerden de soru gelebiliyordu. Sağlık, evlat, iş, para, öznesi ne olursa olsun, kalınan sınavlar tekrar tekrar kişinin önüne konuluyordu. Ta ki hadiselerden alınması gereken alınana kadar. Ya seve seve, ya da seve seve. Hayatın tam da böyle bir mekanizması vardı.
Sınavlar böyle iken, gelelim öğrencilerin durumuna. Burada yaşın değil, fıtratın getirdiği bir ayrışma vardı.Teslimiyetçi insan, her olaya bir imtihan gözüyle bakıyordu.Olaylara ve kişilere takılmadan, yapan ve yaptıranın büyük Yaratıcı olduğundan emin, sağlam bir duruş sergiliyordu. Sanki tonlarca yük onun üzerine binmemişti. Dengesini asla kaybetmez, yolunu şaşırmazdı. Geçer puan alan kâğıt, bu kişilerde beraberinde değişimi getiriyor, neticede asıl amaç hâsıl oluyordu.
İkinci tür, isyankâr insandı. Kendini dünyanın merkezinde gören- her türlü hayvan, nebat ve benzeri yaşayanın kendi varlığına hizmet ettiğine inanan- insan. Rüzgâr çıksa, arkasından esmesi, yolunu kolaylaştırması gerektiğine inanırdı. Güneş açsa, canını ısıtmalıydı. O neyi, ne zaman isterse, o, o zaman olmalıydı. Ego zehirlenmesinin zuhur ettiği bünye, hadiselerle karşılaştığında ilk kez varlığından ulu başka bir varlığı hisseder, bu kez de isyan kelimeleri dudaklarından dökülürdü. “Yukarıdaki (?)onunla oyun oynuyor olmalıydı. Başka ne olsundu?”.Hâlbuki bir Çin atasözü “Ağaç ne kadar yüksek olursa olsun, yaprakları yine de yere dökülür” diyordu. Ders almayı bırak, imtihandan habersiz bu beşerin ruhu için yapılabilecek bir şey yoktu.
Arada bir tür daha vardı. Göze çarpan en önemli özelliği yaşadığı ruh dalgalanmalarıydı. Hadiselere bakış açısı, hadisenin boyutuna ve geliş aralığına göre sık sık değişiyordu.Bazen sağına dönüp meleklerini dinliyor, hadiselerden kuvvetlenerek çıkıyor, dertler ard arda geldikçe soluna dönüp, bilinçsizce Şeytana kulak asıyor, dünyanın gelmiş geçmiş en anlamsız ve faidesiz sorusunu sormaya başlıyordu. “Neden ben?”. Oysa yedi milyar insandan biriydi. Yaşadığı ülkede ise sadece yetmiş dört milyon insan ikamet ediyordu. Hayatına değecek kadar yakından tanıdıkları ise topu topu elli-yüz kişiydi. Örneklemi, istatistiksel olarak anlamlı sonuç vermeyecek kadar dardı. Kendisi seçilmiş değildi, ancak herkes kadar değerli, herkes kadar hadiselere açıktı…Ama yüreğini kaplayan karanlık, tünelin ucundaki ışığı görmesini engelliyor, alması gereken dersi geciktiriyordu.