İnanmak hayatımızın en temelinde olan bir gereksinimizdir. İnanç genelde çaresiz hissettiğimizde bizden daha güçlü olan ve bizlere yardım edebilecek bir yaratıcıya, umutla dolduğumuz zaman hayallerimize, bir insana, bir nesneye dair inancımızın yükseldiğini hissederiz. İnançsız olduğumuz zamanlarda neden bir boş bir çukurun içine düşmüş gibi hissederiz ? Ya da boş bir çukurun içine düştüğümüzde mi inançsızlaşırız ? Bu büyük bir çelişkidir aslında. Bir şeye dair inancımız kalmadığında hayaller kuramayıp yaşayamadıkça, bizden üstün olandan yardım isteyemedikçe yalnız hissedebiliriz, gelecekte hayatımızın daha iyi olacağına dair kendimizi avutamayabilir ya da düşüncelerin ardına saklanamayabiliriz çünkü inanç yalnızca ummak ile varlığını gösterir. Umut edersek bir şeyleri o zaman kendimizi yaşıyor gibi hissederiz. Umudumuz olmadıkça ne bize zor zamanda yardım edecek birisini isteriz ne de güzelliklerimizi arttıracak bir hayal dünyasını süsleyecek yaşamlarımızı. Umut inancın yarısıdır aslında. Sahip olduğumuz her şey aslında bu kavramdan doğar yeşerir ve yaşatır.
Anı yaşamak kavramını 21. yüzyılda yaşamış her insan duymuştur neredeyse. Anı yaşayarak hayatın daha keyifli olduğu, daha farkındalık düzeyinin arttığını kabul eder insanlar. Evet bir noktada haklılar ama yalnızca anı yaşamak insanı umuttan mahrum bırakacak bir noktadır. Anı yaşadığımızda arzularımızdan, hayallerimizden, umutlarımızdan vazgeçeriz. Kendinize anı yaşayacak zamanlar oluşturmanız elbetteki çok büyük bir yara sağlayacaktır ama yaşadığımız günlerin içerisine bu kavramı sokarken fazlalığı kaçacak olursak farkında olacağımız şey yalnızca o anda sahip olduğumuz duygular, düşünceler olacaktır. Bir örnek vermek gerekirse, bir ayı ile karşılaştığınızda öleceğinizi düşünmezseniz, yaşama umudunuzu zihninizde canlandıramazsanız muhtemelen yaşamınızın sonuna gelmişsiniz demektir. Bu elbetteki çok uç bir örnek ve hiçbir insan zihinsel ve içgüdüsel olarak bu seviyede olamaz ama umutlarımızı korumadığımız noktada birçok faydadan mahrum kalacağımızın kanıtıdır.