Bir vakitler cam kenarındaki saksıya yumurtasını bırakan bir kumru konmuştu pencere pervazına. Kumrular aşkla kurulan yuvaları tanırmış ama çocukları hesaba katamadılar işte. Ben çocuk merakımla burnumu dayayıp cama, bütün gün perde arkasından görünmüyorum sanarak kumruları izlemiştim. Kumruları seviyordum. Onlara bir çeşit aşkla ve heyecanla bakmayı öğrenmiştim. Her canlı mucizesiyle doğardı ve ben mucizeleri seviyordum. Bir sabah uyandığımda yoktular. Öğlen de gelmediler akşam da ve sonraki gün de… Çok ağladım ve kendimi suçladım. Onları korkutup kaçırmıştım. O gün hissettiğim suçluluk duygusuyla karışık acı ve kaybetmişlik hissini duyuyorum bugün. Biri kalbimin pervazına kondu ve ben çocuk kalbimle sevdim. Burnumu burnuna dayayıp öylece dalıverdim. Sonsuza kadar sürecek sandım fakat bir sabah uyandığımda yoktu ve sonraki günlerde de…Düşünüyorum da belki o kadar sevdim ki ve öyle aşkla baktım ki korkuttum. Çünkü her kalbin taşıyamayacağı ağırlıktadır aşk. Şimdi içimde pişmanlıkla karışık ve o günden çok daha güçlü bir acı var. Böyle sevmeseydim bu denli acıtmazdı gönlümden havalanan kumrunun kanatları… Yine de öğrendim ki insan her şeye alışır ve her şeyden vazgeçebilir ancak kendisinden vazgeçemez. Ben kendim olmaktan vazgeçmeyeceğim. Varsın kumrular kanatlansın başka öykülere. Gözümüzden yaş akacak diye yağan yağmurdan vazgeçecek değiliz ya. Hem ne demiş Nikos Kazancakis :“..Ben çoktandır dünyaya at yada öküz olarak gelmediğimi anlamış bulunuyorum.Yalnız hayvanlar yemek yemek için yaşar. Yukarıdaki bölümlemeden çıkmak için,gece gündüz işler icat ediyor, bir düşünce uğruna yüreğimi tehlikeye atıyor,atasözlerini ters çeviriyor ve şöyle diyorum : ‘Gelecek olan on,eldeki beşten iyidir!’ …”