Dipsiz bir kuyu. Belki de bu dünya dipsiz bir kuyudur. Dipsiz kuyu olur mu ki? Saat 05.13. “Allah Bir”dir diyor müezzin. Yayıldığım sandalyemden doğrularak tasdikliyorum cümlesini. Bir köpek uluması çınlıyor kulaklarımda. Her sabah ezanıyla havlayan köpeklerin neyi anlatmaya çalıştıklarını merak ediyorum. Bize hep köpeklerin sabah ezanı ile kaçışan cinleri gördüklerini, bu yüzden havladıklarını anlatırlardı. Ve daha birçok şey. Anlatılanların doğruluğu yahut yanlışlığı bir yana neden sadece sabah ezanında havladıklarını hala anlamış değilim. Yoksa diğer vakitlerde havlıyorlar da ben mi duyamıyorum? Saatin tik taklarını algılamaya başladığıma göre sanırım uyumalıyım artık. Uyumayı istemiyorum. Uyumayı hiç istemiyorum. Keşke uykuya hiç ihtiyacım olmasa. Uyuduğum anlar kendimle çok uğraşıyorum. Kendimle uğraşmak istemiyorum. Kendimle uğraşmaktan vazgeçsem diyorum artık. Kendimle uğraşmak derken kendi derdime gömülüp dışarıya kör olmaktan bahsediyorum. Fakat artık görmeye başlıyorum.
Kör olduğum anlarda yalnızım. Herkesle birlikteyim ama yine de yalnızım. Böyle anlarda kendimi zorlasam da anımsayamadığım bir anımın izleri meşgul ediyor zihnimi. Yeryüzü ve gökyüzünün tam ortasında yer alan bir toz zerresi oluyorum. Vakti geçen ibadetlerimin özrü kabahatimden büyük. İçiminde içinde bir yerler acıyor. Hayat boş geçiyormuş gibi geliyor fakat hayat boş geçti diyemiyorum. Söz konusu hayatım hala geçmedi. Ben hala yaşıyorum ve hayat geçmiyor değil sadece bazen duruyor gibi. Duruyor. Böyle anlarda dipsiz bir sessizliğe gömülüyorum. Daha önce hiç geçmediğim, sessiz, sakin ve sonu gözükmeyen çok ışıklı bir caddede yürümek istiyorum. Yürüdükçe açılacakmış gibi gözlerim. Ve yürüdükçe aydınlanacakmış gibi hislerim. Yürüyorum, yürüyorum, yürüyorum. Kendimi,bir marketin oyuncak reyonunda buluyorum. İnceliyorum her birini. Yaşıma rağmen oyuncaklarla hala oynuyor olmamı yadırgamıyorum. İnsanlar yadırgıyor ama umursamıyorum. Sarışın 3 4 yaşlarında bir oğlan çocuğuna takılıyor gözlerim. Eline aldığı arabayı inceliyor. -O arabayı beğendin mi? –Hı,hı. -Bak ama bu da var bu güzel değil mi? (Traktörü gösteriyorum) – Evet ama ben bunu istiyorum. –Öyle mi? Ama bak bu da güzelmiş! (Polis arabasını gösteriyorum) –Evet ama ben bunu sevdim, bunu alacağım. Gülümsüyorum. Al tabi, sevdiğini al. Neden bu kadar müdahale etme ihtiyacı hissettiğimi soruyorum kendime. Bilmem. Belki de konuşmak için bahanelerdir. Arkamı döndüğümde sarışın oğlan çocuğunun başka arabaları izlediğini ve sevdiğini söylediği arabanın elinde olmadığını görüyorum. –Bunlar da güzelmiş, diye yine dahil oluyorum.-Hı,hı diyor yine. İsmi Kuzey’miş. Abisi yaklaşıyor yanımıza onun da adı Güney. Yaşlarının küçük olması adları konulurken diziden esinlendiği izlenimini veriyor. Belki de değil. Ama sarışın olması bu ihtimali destekliyor. İki kardeşi bir süre inceliyorum. Abisinin, kardeşiyle ilgilenmemi kıskanmış olabileceği geçiyor aklımdan. Neyse diyorum ve devam ediyorum reyon reyon gezinmeye. Bu arada oyuncaklar çok pahalı. Onun yerine dili sürçen arkadaşımın süpermen yumurta dediği sürpriz yumurta alıyorum kendime. İçinden çıkacak oyuncağı merak ediyorum. Dil sürçmesi demişken Freud geliyor gene aklıma. Bir de şu meşhur sözü:
“Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.”
Böyle işte. Saat 06.41. Kuşlar cıvıldıyor. Işığı kapatıp perdeyi açıyorum. Bulutlar gri. Ama kuşlar cıvıldıyor. İnsanlar uyuyor ama kuşlar cıvıldıyor. Ve kuşlar hep bir ağızdan cıvıldıyor: Hayat güzel diyorlar. Hayat gerçekten güzel. Görülecek ve yaşanılacak çok şey var daha. Hayat ölmeyi isteyecek kadar çirkin ama yaşanmaya değecek kadar güzel diyorlar. Bunu kuşlar mı diyor bilmiyorum ama ben onlardan duyuyorum. Siz kimden duyuyorsunuz?