Kuşların Selamında Bir Hüzün: Kurtuba
Kuşlar.
En güzel onlar anlatır özgürlükleri. En güzel onlar söyler sevda türkülerini. Kuşlar. Sonsuzluktan bir selam, sonsuzluğa bir selam gibi. Ardına düştüğü zaman Âdem kuşların, kendine uçar hani. Bir şehre yola çıkınca, kendi başkentine varır zamansız bir zaman ölçüsünde.
Heyhat!
Kuşlara uyduğum vakitler… Kuşların, beni kendilerine uydurduğu vakitler. “Onlara binmemiz için…” Yaratan’ın lûtfu ile bindiğimiz “daha nice” vasıtanın emre âmade misafirliğinde…
Yol. Yollar. Yolların vardığı yollar. Yolların vardığı yol.
Mevsim kış. Serinlik yok değil. Fakat coğrafyanın sıcaklığı, bildiğimiz kışlara benzemiyor. Çıktığımız yol, aşama gerektiriyor. Doğrudan, kolaydan gitmek yok! Her çıkılan yol gibi. Niyet ateşinde demlenen çayın kıvamı misalince hani. “yürü” diyenin, “dur” deyinceye kadar bahşettiği süre zarfında icra edilecek her nefesi yoldaş edinir gibi…
Kuşlara uyduk ya bir kere… Kanat çırpar, kanat açar, titreyen yüreği uçmakta teskin eder gibi. Önce bir havalimanı. Sefer saatinin azizliğinden, geceyi geçireceğim o havalimanı. Sonra dakikaların, gitme vaktine işaret ettiği lahzada “git” emrinin verilişi. Gidişimiz. Gelmeye gidişimiz. Gidenlerin ardından, bir bakmaya yürüyüşümüz. Uçağın havalanma vakti. Uçağın emri yüklenerek ve takdir içinde takdirde görevini yerine getirişi. Günlük gidip gelecek olan iş adamlarından çokça olduğu uçuşun, bana başka bir boyutta aksedişi. Sonra iniş için verilen kaptan anonsunun heyecanlandırışı. İniş. Fakat henüz seyahatin bitmeyişi. Bir tren ile selamlaşıp, zamana bir imza daha çakıp… Zamanı bir imzadan seyreder gibi… Zamanın içinde kaybolan zamanı, yeniden görür gibi. Bir kutlu ama mahzun şehre giriş. Bir kutlu ama mahzun şehrin “hoş geldin”i.
Dünya gözüyle hiç görmediğim ve bir daha da ne zaman görürüm diye düşünmediğim dahi… Gözlerimin o tanıdık izleri, o tanıdık nefesleri aradığı… Dar sokaklarında, sesleri duymaya başladığım şehir. Yavaş, sakin, heyecanlı, buruk ama yine de mutlu adımlarla yürüdüğüm taşlarında yazılı alın çizgileri. Ayak izlerinde kalan alın çizgileri hani… Alınlara yazılan ayak izleri…
Sonra gözüme takdir edilen bir bakış. Sırılsıklam ağlar gibi bir hilâl. “gör” emri ile “gör”ülen bir hilâl, öksüz bir çatıda. Güneşten aldığı teselli ile parlayan bir hilâl. Verdiğim selam, aldığı selam.
Heyecandan mı, iklimden mi, coğrafyadan bilmem; uyuşan ellerim… Omzumda ağırlaşan çantam. Açlığımı unutturan bir yürüyüş. Bir dosta kavuşur gibi… Bir selamın ağırlığından kurtulma çabasında bir tedirginlik gibi…
Ve bir sokak başı daha. Bir tabela: Catedral de Cordoba.
Harfler mahcup. Harfler sessiz. Harflerin çizili. Harfler derûni. Harfler eğreti.
Nev bahar düşler gibi harfler. Hazanlarında siner gibi.
“kaldır alnını” emri. “bak”.
“oku! Seni yaratan Allah’ın adıyla oku!”
Bu hasreti oku. Bu hüznü… Duvarlarına yazılan ateşleri. Yakılan gemileri. Dinmeyen mürekkebi…
“oku!” Ayasofya’yı soran hâldaşı oku. İki yetimin, sonsuzluğa hasretlerinde kardeş oldukları gibi selamlaşmalarını oku! “Doğu’nun da Batı’nın da Sahibi” olanın adı ile oku!
Bişnev! Dinle!
Güvercinleri dinle! Hey gidi Kurtuba! Yâ Mescid-i Kurtuba! Başı dik, içinde bir Vav kıvrımında yatsa da hüzünlü; yine de Elif misali başı dik!
Oku bu vaziyeti. Bu ceremeyi oku!
Katarlarda kanayan yürekleri! Emirleri oku mahkemelerde mahkum edilen; çocukları oku küreklere sürgün edilen! Beşeri değil, mahşeri taşıyan sancakları oku! Sana İstanbul’u soran, İstanbul’un da sorana selam ettiği o şehri oku! İstanbul ile Kurtuba arasında bir zemzem hasreti ile koşan ve boyutu çoktan mekanı ve zamanı aşan ruhani Ana iklimini oku!
“geldin mi hemşerim? Sen mi geldin? Nasıl Üsküdar’ın martıları? Konya’da serçeler de mahzun mu bizim gibi? Urfa’da balıklar zikirde mi hâlâ? Ankara’da Hacı Bayram duada mı bizim için de? Bursa’da yükselir mi Ulucamii’nin kubbesine tekbirler? Eskişehir’de Yunus ağlar mı gözyaşlarımıza? Tarsus, Hatay iyiler mi?” diyen güvercinleri dinle! “Medine’nin de teslimi olmasa, sönerim bir rüyada” diyen ızdırabı oku! Bu duygu izdihamını oku şeytan taşlar gibi…
Suları durulan bir şehrin, yüreği durulur mu gaybın saltanatında? Gayb da olmasa, çekilir mi bu gurbet?
Oku, ey muhterem! Okur gibi oku! Okumayı bilir gibi değil, okunmayı söyler gibi oku! Bu hasreti, bu hüznü… Bir zamanlar yüreğinde tekbirler yükselen, karınca karınca saf tutan kulların duasını oku! Bir vedayı oku sonra. Bir buluşma ümidiyle edilen vedayı… Vazgeçer gibi nice puttan, en Vazgeçilmeyen’e koşmayı…
Şiir gibi değil, hâl resmini çizer gibi şu mısraları oku:
“Bindik katranlanmış gemilere,
Allah; nefislerimizi, mallarımızı ve ailelerimizi cennet karşılığında bizden alır diye…
Bu uğurda bir şey istersek kolaylaşsın bize,
Hiç aldırmayız kanlarımızın akıp gittiğine,
Şayet kavuşursak kavuşulması yüce olan şeye…”
Tarık b. Ziyad (Endülüs Fatihi)
Durdu ve zaman sonra. Kurtuba’da durdu ruhum. Bir seyahat ki… Zamanın tam da kalbine oldu. Zaman kalbini ancak böyle açardı. Kalbim, zamanda büyüdü. Kalbim; Kurtuba’nın Cordoba’ya olan hüznünde kayboldu. Sonra bir daha hiç dönmedi yüreğim. Öylesine yürüdü…
Arslan Karadayı – 20 Temmuz 2014 Eskişehir 17:36 (İlk yayımlanma: 40’lar Kulübü Yayınevi – İslâm’ın 40 Sancağı)