Sarı saçları günün doğan ilk güneşi gibi pırıltılıydı. Gözlerinde rüzgarla cenk ederek yorulan bir okyanusun dinginliği vardı. Sureti tımarhane duvarlara gibi çığlık doluyken elleri cezaevi duvarları kadar çatlaktı. Bedeni bir çınar ağacı kadar yorgun yaşı ise bir gün kadardı.
– Anne acıktık biz
Mesai zili çalmıştı. Eski model Arçelik marka buzdolabını açtığında yanmayan buzdolabı ışığı yüzünden karanlık olması nedeniyle ilk bakışta zeytin kabını görememişti. Sonrasında gözü alışınca yemek tepsisine zeytini peyniri ve bitmek üzere olan yağ kasesini koydu. Çayı son nefesini verdi verecek olan küçük tüpe yerleştirirken içeriden seslere kulak kabarttı
– Biyaz daha çeviy az daha çeviy tamam tamam oldu. Hee yooo Doniteylo
Uzun bir sırığa bağlanmış olan anteni çeviriyordu en büyük oğlu küçük oğlu da Ninja Kaplumbağalar’ı izleyebiliyordu hafif karıncalı 37 ekran tüplü Telefunken marka televizyonlarında. Bir buçuk kaşık çayla demlenmek üzere fokurdayan çaydanlıktan buharlar çıkıyordu. Dünden kalan ekmekleri ince ince dilimlerle kesip tepsiye koydu ardından da iki bardak çatal kaşık. Büyük oğlu mutfağa geldi sofra bezini alıp içeriye geçip yere serdi. Küçük kardeşi gözlerini çizgi filmden ayırmayarak dizlerinin üstüne çöktü ve bezi örttü ayaklarına. Sağ elinde sol bacağı olmayan bir Donatello oyuncağı vardı onu da yanına koydu. Annesi tepsiyi koydu yere ama küçük oğlu hiç fark etmedi odaklandığı televizyona sebep. Ayaktayken baktı küçük oğluna karıncalı televizyonda oynayan çizgi filmi izlerken ne kadar da mutluydu. Hep öyle mutlu olmasını diledi mutfağa yönelirken. Çaya baktı demlenmişti. Tüpün altını kapatıp içeriye geçti büyük oğlu da kardeşinin yanına aynı şekilde oturmuştu. Çayları koyarken küçük oğlu gözlerini ayırmadan
– Bana şoğuk şu koyma anne şıcak içicem ben de ağbim gibi
Gobi çölü kadar kuru olan dudaklarına tebbessüm baha etkisi yaratmıştı kadına. Küçük oğlunun dediği gibi yaptı soğuk su koymadan yaptı çayı ve önüne koydu. Büyük oğlu bir dilim ekmeği kardeşinin önüne koydu annesine kafasını çevirip
– Sen yemeyecek misin anne?
– Sizin yiyin ben sonra yiyeceğim oğlum
Deyip büyük oğlunun kestane renkli saçlarını okşadı. Annelik böyle bir şeydi işte evlatlarını doyursun da kendisi ekmek kırıntılarıyla bile doyardı.
– Oğlum hadi ama ye ekmeğini kahvaltını yap
Küçük oğlu önünde ki bayat ekmekten biraz kopartıp çaya bandırdı. Ekmeği bir anda ağzına götürünce dudağı yandı. Ekmeği üfleyerek ağzına attı. Şıredır’ın tüm kötülüklerine rağmen yılmadan kazanan Donatello ve arkadaşlarının keyifli pizza yemesiyle birlikte ufak oğlu da onlara katılarak keyifle sıcak çayını üç dilim ekmekle bitirdi. Sofradan kalktıktan sonra elinde bulunan kimisi bozuk kimisi kırık oyuncaklarının başına geçti. Büyük çocuk ise birinci sınıfa gidemediğinden dolayı annesinden öğrendiği kadarıyla geçmiş günlerden kalan gazeteleri okumaya çalışıyordu. Kadın mutfakta çaydanlıkta kalan sıcak suyla olan bulaşıkları yıkıyordu. Bir yandan da akşama yapabileceği yemekleri düşünüyordu. Fazla düşünmesine gerek kalmadı iki avuç nohut vardı bir kase de komşusundan pirinç alsa yarım pakette arpa şehriyesinden çorba kaynatsa bu akşamı kurtarırlardı nasılsa yarın eşi maaşını alacak eve birkaç erzak girecekti. Kapı eşiğinden çocuklarına baktı küçük oğlu kanepenin üstünde oyuncaklarıyla oynarken büyük oğlu yere serdiği ve tuttuğu takım olan Fenerbahçe’nin haberlerini okumaya çalışıyordu. Planladığı yemekleri yapmak için erkenden mutfağa yöneldi. İlk olarak çorbayı yapmaya başladı. Salçasını suyunu arpa şehriyesini de hallettikten sonra pişmeye bıraktı ağır ağır yanan ufak tüpünün üstüne. Çok derin olmayan bir kase aldı tutamacı kırık olan mutfak dolabından. Başörtüsünü düzeltti büyük oğluna komşuya gidip hemen geleceğini söyledi ve tam kapıyı açtı ki telaşla nefes nefese kalmış komşusuyla burun buruna geldi. Bir yandan şaşkın bir yandan korkulu şekilde
– Hayırdır Nezahat ne oldu bu ne hal?
Kadının soluk alış verişi daha da çok hızlandı. Bir an kalp krizi geçirecek diye düşündü. Kapının eşinde nefesi git gide hızlanan kadın sol gözünden bir damla yaş düşmesiyle konuşmaya başladı.
– Ma… Maden…
– Ne olmuş madene?
– Maa… Maden çökmüş Gülnihal!
Komşusunun bu cümlesinden sonra kadının dünyası da grizu patlamasıyla çökmüştü. Elinde ki kase eşiğe çarparak paramparça oldu ve büyük oğlu sese doğru gelmişti. Kadın çığlık atmamak için elini ağzına kapatmış gözleri magma kırmızısı halini almıştı ve yaşlar yanaklarından lav niyetinde akıyordu. Büyük oğlu annesine bakıyordu. Ne olduğunu kestiremese de annesine
– Ne oldu anne?
Diye sordu. Bazı soruların cevabı çok zor verilirdi. Bu da o sorulardan biriydi. Komşusu kapıdan içeriye girdi. Kadına sen git anlamında kafasını hareket ettirdi ve kadın siyah terliklerini giyip koşarak maden ocağının bulunduğu yere gitti arkasında komşusuna bıraktığı çocuklarıyla ve cevabını veremediği soruyla.
Maden ocağının bulunduğu yer mahşer alanı gibiydi. Feryatlar figanlar göz yaşları Kelime-i Tevhitler… Soma hiç bu denli ağlamamıştı. Toz bulutunun bile yeni yeni havalandığı yer de kendilerini kurtaran yüzleri siyahlı tüm işçileri gezdi kadın. Lakin kocası yoktu. En sonunda dayanamayıp, göçük altından kurtulan işçilerden birine kocasını sordu
– Ahmet
dedi boğazından koca bir kayayı yutkunduktan sonra devam etti
– Ahmet o nerede? İçeride mi?
Adam siyahlaşmış yüzünü yere doğru eğdi. Belki de en az yara alan işçilerden biriydi ama Ahmet’in de en yakın arkadaşlarından biriydi. Kadın onu tanımıyordu. Ama adam kadını tanıyordu. Kadının yüzüne bakamadı kömür karasıyla siyahlanmış yüzüyle. Arkasını döndü ve
– Ahmet içeride
Diyerek hızlı adımlarla uzaklaştı. Biraz daha gittikten sonra yere düştü ve bayıldı adam. Hemen sağlık görevlileri başına geldi sedyeye koyup ambulansa götürdüler.
Kadın bekliyordu. Saat 23.00 civarında, ölü sayısının 17, yaralı sayısının ise 11 olmuştu. Kadın hepsine tek tek baktı ama kocası yine yoktu. Televizyonlar bakanlar neredeyse tüm Türkiye oradaydı ama kadının ve diğer kadınların kocaları yoktu meydanda.
Kadın ağlamaktan bitap düşmüş gözleriyle bekliyordu. Sabaha karşı 03.20’da ölü sayısı 166, yaralı sayısı ise 80 olmuştu. Dermanı kalmayan ayaklarına inat hepsine tek tek baktı kadın.
Aklının bir yarısı evde diğer yarısı 800 metre aşağıda olan kocasındaydı ama yine de bekliyordu. Bir gün geçti. saat 10.30 civarında, ölü sayısının 205’e yükseldi. Kadının bir elinde ufak oğlu diğer elinde büyük oğluyla tek tek baktı hepsine.
Oğullarıyla bekliyordu kadın. Bir gün daha geçmişti akşam saatlerine doğru ölü sayısı 283’e yükselmişti. Çocuklarını bir ağacın orada ellerinde çorba taslarıyla bırakıp tek tek baktı kadın ama yoktu.
Ve iki gün daha bekledi kadın sadece bardak bardak suyla. Ölü sayısı 301’e çıkmıştı ve kadın en sonunda kömür karalı yüzüne nur inmiş kocasının cansız bedenine sarılmıştı. Sıkı sıkı sarılmıştı. Kadın, kocasının yüzünü göz yaşlarıyla yıkamıştı. Ayırmaya çalıştılar onu kocasından bağırdı çağırdı ayrılmadı. Bırakmak istemiyordu onu. Ve birden her yer karardı. Uyandığından kolunda serumla hastanedeydi. Kocasının ismini bağırdı yattığı yataktan ama beyaz önlüklü bir doktor gelmişti aslında kömür karası yüzüyle kocasını beklemişti. Ne kadar beklese de bir daha asla gelmedi kocası.
Yıllar geçti. Kadının kocası gelmiyordu belki ama kadın neredeyse her gün kocasına gidiyordu. Onu yalnız bırakmıyordu. Olaylardan sonra birkaç ay devlet büyükleri yardım etmişti. Erzak yakacak giyecek tarzında. Ama zamanla onu da bıraktılar. Sadece gösteriydi ve bitti perde kapandı. Darısı diğer gösterilerin başına. Ölenler için kader demişti devlet. Meslekleri yüzünden demişti. Yaşayanlar daha çok ölmüştü bu sözlerden sonra. Soma davası devam ediyordu. Ama devlet katilleri dışarıya bırakmıştı. Daha çok canlar alması için. Uzadıkça uzuyordu dava. Kocasını her gün yüzlerce metre aşağıya indiğini biliyordu. Şimdi de her gün işteymiş gibi geliyordu kadına. Çünkü ha mezarlık ha maden ikisi de toprağın altındaydı. Tek farkı vardı kocası değil de kadın gidiyordu kocasının yanına hepsi bu.
Devletin desteğiyle, büyük oğlu okula başlamıştı. Küçük oğluna ise, devlet yeni oyuncaklar almıştı. Hatta Ninja Kaplumbağalar bile vardı. Yeni Donatello yanında Rafael, Mikalenjelo ve Leonardo’ da vardı. Gözü gibi bakıyordu küçük çocuk onlara. Yalnız eski sol bacağı kopuk Donatello’yu atmamıştı saklıyordu. Okumaya başlamıştı yekten ağabeyi öğretmişti. Yaşı da ufak olmasına rağmen çabuk kavramıştı. Aynı ağabeyi gibi eski gazeteleri yere serip okumaya çalışırdı. Ninja Kaplumbağalar bittikten sonra hemen gazete okurdu. Ağabeyi okuldaydı. Annesi de mutfaktaydı. Gazeteyi serdi. Yüksek sesle heceleyerek okumaya başladı.
– O ka-dar ço-ook kaz-dı-lar ki cee-nn-ne-tee düş-tü-ler.
#somayıunutmadık
FERİŞTAH(Sayfa 98)