Ne de güzel işlerdim bu konuyu, sanki tek bildiğim şey buymuş gibi. Anlatsam roman olur derler ya hani aslında ben çoktan yazdım. Nasıl gittiyse yazı kendi akışına bıraktım, o da bir şekilde yolunu buldu. Benim temam hep aynıydı. Attığım başlıklar hep seni anlatıyordu. Yazıyı nerede bıraksam da sana geliyordu evden kaçan yaramaz bir çocuk edasıyla. Bıraksam bütün kelimeleri hepsi birleşip seni anlatacaktı. Amacım da buydu zaten; konuyu her defasında bize getirmek. Bundandır hep içinde anlatım bozuklukları olan devrik cümlelerin olduğu diyarları anlattım hepsini göze alarak… Konu bize gelince çok da göze batmıyordu bu. Bazen de anlamı olmayan bir yığın kelime topluluğu. Başka ne olabilir ki?
İnsanın kafasında kendi kendine tasarladıkları nasıl olur da tutsaklık nedeni olabiliyor, nasıl insanı esir edebilirdi? Ediyordu işte. Hem de bazen tahmin edilmesi güç olan şeyler bunun bir nedeni oluyordu. Bundan kurtulmanın en iyi yolu buna alışmaktı. Bazen de özümsemek de en mantıklı seçim olabiliyor. Ve emin olmak gerekiyor yaşanmışlardan, hisler yalan söylemez. En çok da hisler doğru yerde olduğunu anlayınca tepki verir. Doğru yer belki de insanın eksik yanını tamamlanmış hissettiği yerdi. Aslında bir yapbozun iki parçası gibiydi aşk. Doğru parçalar birleştiği zaman, ancak o zaman anlamlı ve tek bir görüntü ortaya çıkıyor. Bunun için iki parçanın da iyi bilinmesi gerekiyor aslında.
Belki de bilmekten daha fazlası, sezme yetisi gerekiyor biraz da. Aslında aşk, karşılıklı konuşmanın ötesinde bir şey, aşk konuşmadan çok susmaları barındırıyor içinde. Aşk, hassasiyeti barındırır. Çoğu kez susmak zorunda kalıyor insan, konuşulmaz bir halde buluveriyor kendini. İşte bu suskunluktaki sessizliğin verdiği düşüncenin manasını çözebilmektir aslolan. Çünkü insan yalnızken düşünemiyor bunu, yapbozun bir parçası eksikken manzara anlaşılamayabiliyor çoğu zaman.
Mevsimsiz Sohbet’ten