-1-
Yorgunluktan yere yığıldığımda saat üçü çeyrek geçiyordu. Gözlerimi komodinin üstünde duran şeye çevirdim. İçine su doldurup kültablası olarak kullandığım yeşil çerez kabında rengi solmuş, ölüden hallice sigaralar yatıyordu. Öyle ki, zavallı hissetmeye zorlanmış gibiydi izmaritler. Bir kadın kadar seksi başlayan ömürleri, onlardan çekilen her nefesle birlikte ağır ağır yitiyor ve sonunda pörsümüş bir ihtiyarın dış görünüşüne bürünüyordu. Suyun içinde kaldıkça renkleri sararıyor, bazıları dağılıyor, bazıları bu asimilasyona direniyordu. Sivil diktaya boyun eğercesine kimliklerini kaybetmemeye özen gösteriyor “Siz beni bir de gençken görecektiniz.” diyorlardı. Yorgunluktan yere yığıldığımda üçü çeyrek geçiyordu. Yatakta yatan sevgilim iyi olup olmadığıma bakmak için eğildi.
“İyiyim hayatım, sadece yoruldum biraz.” dedim.
“Gel, yatalım. Uyuyalım. Bazen sadece abartıyoruz. Sürekli yapmak zorunda değiliz ki. Birbirimize tutkularımızı ve sevgilerimizi sadece bu şekilde göstermemize gerek yok.” diyerek elini uzattı. Tuttum ve doğruldum. Kendimi yatağa bıraktım. Çıplak vücuduna sarıldım. Her şeyden çok onunla uyumak istiyordum.
Gözlerimi saçlarına diktim. Masmavi bir gökyüzü düşledim, griye mahkum bu kasabada. Saçlarının yeryüzüne düşmekten koruduğu bir gökyüzü düşledim. Saçının her teli bir bulutu ve bir mavi tonunu tutuyordu boşlukta. O mavilikte süzülen bir güvercin olduğumu hayal ettim. Uzun zamandır aklımdan geçen en iyimser şeylerdi bunlar. Oysa ben güvercin olamayacak kadar çirkinim. Bu kasabada mavi bir gökyüzü son 80 yıldır hiç görülmedi ve hepimiz gri birer yaprağız. Hah, yine başladım işte. Ben hayaller kuramayan bir adamım. Hayaller bana göre değil, ben fazlasıyla gerçeğe bakıyorum. Bu bazen çok kötü. Aslında bu, bu kasabada yaşayan her bir sakinin sakin kalamamasının tek nedeni. Hiç birimiz hayal kuramıyoruz, çünkü mavi yok.
Aramızda mavi bir gökyüzü gören iki kişi var sadece. Birisi dedem, 85 yaşında. En iyimserimiz odur. Travmatik hayatı boyunca kaybetmediği tek umut, bir gün bu ağaçların tekrar maviye dokunacağıdır. Körelmiş gözlerine hapsettiği tek görüntü –nazlı eşi rahmetli Gülsena Hanım’ın yüzünü bile unutmuştu- son gördüğü mavi gökyüzüdür. Biz köyün küçüklerine yapmaya çalıştığı tek şey, resime ve boyalara olan azıcık yeteneğini kullanıp renkleri birbirine karıştırarak “gökyüzü mavisi” dediği rengi bulmaya çalışmaktır. O rengi tutturabilmek için senelerce uğraştı. Bir gün tuale yaptığı bir resimle hepimizi neredeyse mavi bir gökyüzüne alıştırmıştı. Bizim kasabamız ve hemen üstünde masmavi, bulutsuz bir gökyüzü… Herkes büyülenmiş gibi resmin karşısında durup saatlerce o görüntüyü izledi. Kasabanın mavi bir gökyüzü gören ikinci büyüğü Nermin teyze dâhil, herkes! İçimize yeniden umutlar serpmişti dedemin o resmi.
Tüm bunları düşünürken uyuyakalmışım. Uyandığımda hiçbir şey değişmemiş, sadece akrep ve yelkovan birazcık yer değiştirmişti.
Bu grilikten herkes sıkılmış durumda, kasabadan dışarı bir haber gitmesini istiyor. Devletten medet umanlarımız, henüz gerçekleşen seçimlerde iktidarı eline alan Ütopik Seçimler Partisi’nden çok şey bekliyor. Zannediyorum parti binasının yüksekliğinden ve gökyüzüne yakınlığından olsa gerek, buradaki nerdeyse herkes taze başbakanımızın Tanrı’yla bile konuşabileceğini düşünüyor. Öyle ya, biz o kadar yüce bir binanın yüce bir koltuğunda otursak biz de öyle konuşabilirdik Tanrı’yla! Bunda zannediyorum bahsi geçen partinin Tanrı’ya mekânsal yakınlığı ile birlikte seçim politikaları da etkili oldu. Ancak ben ve benim gibi gençler bu safsatalara inanmıyoruz. Bir siyasi partinin Tanrı’yla nasıl bir iletişimi olabilir ki yahu?
Lacivert paketli Hristov sigaramdan bir dal daha çıkardım. Yakıp bir nefes çektim. Bu arada Derin’im uykusundan uyandı. Çenesinden öptüm onu. Sol elini hafifçe kaldırıp işaret parmağı ile orta parmağını hafifçe birbirinden ayırdı, sigaramı parmaklarının arasına emanet ettim. İki nefes arka arkaya çekip Hristov’umu bana geri verdi. İki kez öksürdü.
“Ne güzel bir gün değil mi?” dedi gülümseyip.
“Evet, gökyüzü yine gri ve kuşlar ne yöne gideceğini iyi biliyor,” dedim. Bunu söylerken pencereden dışarıyı izliyordum. Hitchcock’un Kuşlar filmi kadar kesin bir görüntü, yüzlerce kuş burayı beğenmemişçesine kalkışa geçiyor: ağaçlardan, çatılardan ve yüksekçe görünen her şeyin üstünden havalanan Kuşair’in sayın yolcuları, 495 sefer sayılı uçuşumuz boyunca kuzey yarım kürenin birçok farklı noktasında mavi gökyüzünü görebilir ve kendinize konaklayıp umut arıtabileceğiniz onlarca şehir, köy kasaba ve mesire yeri bulabilirsiniz. Seyahatimiz süresince kemerlerinizin takılı olmasını önerir “ben kuşum kardeşim, ne kemeri” diyenlerinizi ise uyarmanızı rica eder, iyi uçuşlar dileriz. Uçuş yüksekliğimizin yaklaşık on bin fit ve seyahat süremiz tamamen sizin kuş beyninize göre belirlenecektir.
Kuşlar, gitmek en çok onlara yakışıyordu.
Derin dalıp gittiğimi fark etmiş olacak ki alaycı ses tonunu takındı:
“Ne oldu, iktidarın bizi bu durumdan kurtaracağının hayalini mi kuruyorsun?”
“Evet, sanırım.”
Kalktım, çıplaklığımdan utanırcasına bir hızla giyindim. Derin’in beni izlediğini sırtımda gözüm varmışçasına görebiliyordum. Ondan utanmamalıydım ama çıplaklığımdan utanabilirdim sanırım. Belki de ondan da utanmamam gerekliydi. Herkes çıplak kalırdı, bilmiyorum. Çalışma masamın üstünde duran kağıtları derleyip toparladım, sayfaların sırasını gözden geçirdim. Her şey yerli yerindeydi: kasaba halkının imzaları, dilekçeler ve diğer her şey. Hepsini sarı ve büyükçe zarfın içine koydum. Zarfın ağzını kapattım, elime aldığım tükenmez kalemle zarfın üstüne büyük büyük harfleri yerli yerince serdim. Başbakanımızın (sayın) adı ve soyadı ve parti genel merkezinin adresi. Her şey hazırdı. Zarfı kolumun altına alıp evden çıktım.
Yolda gördüğüm herkesle selamlaştım. Zarfı onlara gösterip gülümsedim. Postaneye vardım, zarfı görevliye teslim ettim. Acil olacak evet, önemli değil, veririm ücreti neyse. Tamam, buyrun. Ne kadar zamanda gider?
Kasaba büyüklerinin hep içinde oturduğu sıcak kahvehaneye gittim. Kapıyı açtığım an demliğin sıcaklığı ve kapalı alanın mayıştırıcı etkisi yüzümü okşadı. Gülümsedim. Herkes bir umutla gözlerimin içine baktı. İki gündür ertelediğim bu ulvi görevi yerine getirdiğimi belirtircesine başımı hafifçe yukarı aşağı oynattım. Her şey istedikleri gibiydi. Bir masaya oturdum, okey oynayan dört ihtiyarı izledim. Hepsi ıslanmış ve ezilmiş birer izmarit gibi yorgun ve üzgündü. Siz onları bir de gençken görecektiniz. O eller kimlerin suratına yumruk diye inmiş, o gözler hangi kitapların ağırlığı altında ezilmiş, o dirsekler hangi sıralarda çürütülmüştü. Siz onları bir de gençken görecektiniz. Ben bile görememiştim ama, kimlerin ciğerlerini yakmışlardı kim bilir?! Kimlere zehir olmuşlardır tıpkı bir sigara gibi, kim bilir?
-2-
Başbakanın genel sekreteri ve yardımcısı Hilmi Bey, masasına yığılmış dosyaları ve zarfları inceliyordu. Bizzat başbakana gönderilmiş bir zarf dikkatini çekti. Zarfın üzerinde bir erkek ismi ve bir adres de yazıyordu; gönderen kısmında. Zarfı açıp içindekini dikkatle okumaya başladı. Durum ona çok farklı ve ilgi çekici gelmiş olsa gerek, hızlıca okudu dilekçeyi, imzaları ve yanlarında bulunan adları kontrol etti. Hepsi gerçek ve birbirinin farklı yazı tiplerine sahip birer vatandaştı. Ama bu nasıl olabilirdi ki? Seksen yıldır bir gün bile mavi bir gökyüzü görememiş kasaba! Hem de bu ülkede… Olacak iş değil.
Koşar adım efendisinin odasına girdi.
“Efendim, ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir durum söz konusu.”
“Buyur Hilmi, anlat.”
Hilmi Bey, elindeki zarfı ve kağıtları başbakanın masasına koyup geri çekildi ve durumu anlattı.
“Nasıl, ciddi misin?” başbakan Hilmi Bey’den daha da fazla şaşırmış görünüyordu.
“Evet efendim, ciddiyim. Kasabanın varlığı ve tam da belirtilen konumda olduğu biliniyor. Ayrıca araştırdım, imzaların hepsi gerçek kişilerin. Hepsi bizim vatandaşımız ve durum gerçek gibi görünüyor. Bu insanlar bu kadar saçma bir yalan söyleyemezler. Şaka olamayacak kadar trajik bir durum söz konusu.”
Başbakan koltuğuna yaslanıp başını kaldırdı ve tavanı inceledi. Tekrar Hilmi’ye gözünü dikti.
“Beni yalnız bırak Hilmi, Tanrı’mla konuşup onlar için yardım dilemem gerek.”
“Emredersiniz efendim, emredersiniz.”
Hilmi odadan aceleyle çıkıp kapıyı kapattı. Başbakan tekrar yukarıya bakmaya başladı. Giriş ve hal hatır sorma kısmını kısa tutttuğu konuşması boyunca Tanrı’ya Ölü Sigaralar Kasabası’ndan bahsetti. Tanrı kasabayı hatırladığını ve o kasaba için ne yapılması gerektiğini başbakana bir bir anlattı. Tanrı’nın çözüm yolu başbakana oldukça mantıklı geldi. Eğer mavi istiyorlarsa mavi görmeliydiler.
Derken bir telefon trafiği ve hızlıca görülmesi gereken işler. On beş gün içerisinde her şey hazır olmalıydı.
-3-
Uyandım. Bir sabah daha ve gökyüzü yine griydi. Sevgilimin sıcak kollarının arasına girdim. Dinlendim ve yardım dileklerimizin kabul edilmeyeceğini düşündüm. On beş gündür hiç bir şey yoktu. Derken büyük gürültüler duymaya başladım. Derin uyandı. Neler olduğunu anlamazcasına pencereden dışarı baktık, onlarca araba kasabaya doğru yaklaşıyordu. Makam arabaları ve tırlar, Tanrı’m, sanırım bizi duydun.
Aceleyle giyindik. Kasabadaki herkeste aynı acele ve panik seziliyordu. Arabalar ve tırlar tam da kasaba meydanında durdu. Başbakan ve diğer herkes makam arabalarından indi.
“Size çözüm getirdim Ölü Sigaralar halkı,” dedi başbakan gürüldeyen sesiyle. Tırların kapakları açıldı.
Ne olduğunu anlamamıştım. Bize ne çözümü getirmişlerdi? Bir tırdan inse inse yiyecek veya içecek veya afet zamanlarında battaniye inerdi. Bize bir gökyüzü getirmiş olamazlardı ki! Hem de mavi bir gökyüzü… Gökyüzü tıra sığmazdı.
Kasaba halkından anlaşılmaz ve anlamaz sesler yükseldi.
Tepemizde bir helikopter uçmaya başladı bu arada. Bir helikopter daha geldi sonra. İki helikopterden birkaç adam indirildi ilk önce. Adamlar ağaçlara tutundu. Sonra helikopterden mavi ve kocaman bir branda açıldı, brandanın uçları aşağıya sallandırıldı. Helikopterden inip ağaçlara tutunan adamlar brandanın kenarlarını ağaçların tepesine sıkıca ve yüksekte kalacak şekilde bağladılar. Herkes aşağıdan onları izliyordu. Kasabanın yarısı mavi bir brandanın altındaydı artık.
Diğer iki helikopteri gördük ondan sonra. Kasabanın diğer uçlarında turlamaya başladılar. Birkaç adam da oradan indirildi ağaçlara. Onlar da aynı şeyi tekrarladılar. Tanrım, kandırılıyorduk!
Kısa bir süre sonra köy halkı mavi “gökyüzünün” altındaydı. Başbakan gülümseyerek etrafı izliyordu. İnsanların yüzlerine bakıyor, mutluluk ve tatmin kırıntısı arıyordu.
Tırlardan adamlar indi. Kutu kutu mavi boya indirdiler. Kasabadaki her şeyi maviye boyadılar. Her şeyi! Ağaçların gövdeleri, evlerin duvarları, çitler, traktörler, arabalar bile! Her şey maviydi.
Bizim isteğimiz bu değildi. Biz sahte bir mavi istemiyorduk. Sahte bir gökyüzü istemiyorduk. Biz Tanrı’dan gerçek bir gökyüzü dilemiştik. Tanrı’m, bizi kandırıyorlardı. Dedemin yanına gittim, ağlıyordu.
Kasabadaki herkes bağırmaya başladı. İnsanlar bunu istemediklerini başbakana söylemeye çalışıyorlardı. Başbakanın yüzü düştü ve hepimize tek tek baktı:
“Ben size mavi getirdim, size gökyüzü getirdim, kusursuz bir görüntü ve mavi getirdim! Sizin kasabanızı Tanrı işte bu yüzden cezalandırmış! Siz, zavallılar! Teşekkür etmeyi bilmiyorsunuz! Reziller!”
Başbakan hepimize arkasını döndü. Arabasına bindi sinirlice. Tüm tırların ve makam arabalarının kapıları aynı anda kapandı. Başbakan arabanın camını aralayıp başını çıkardı ve biz kasaba halkına baktı;
“Siz, Tanrı sizi bu yetinmezliğinizden cezalandıracak, biliyorum!”
Tüm arabalar ve tırlar aynı anda çalıştı. Hepsi gittiler.
Dedeme baktım, ağlıyordu.
“Dede, gökyüzünün mavisi böyle mi?” diye sordum başımı omzuna yaslayıp.
“Hayır oğlum,” dedi “bu üç ton daha koyu.”