Kararmış bulutlar dünyadaki tüm sessiz kalmışların sesi olmuş gürlüyordu. Soğuk esen rüzgar karşısında kopüşonumu kafama geçirip, ağır olan bavulumu otobüsün içinden çekiştirmeye devam ettim. Sonunda bavulumu indirebildiğimde kafamı kaldırıp çevremi hızla inceledim.
Otogarın kaldırımları sigara içip, telefonla konuşan ve aceleyle yürüyen insanlarla doluydu. Uzun bir yolculuğun molasında olan yolcular rahatlıkla fark edilebiliyordu. Banklara oturmuş, uyumaktan gözleri şişmiş veya yorgunlukla çevresini izleyen insanlar diğerleri kadar canlı görünmüyorlardı. İçlerinden bir kadın ilgimi çekti. Yanlarında oturan iki küçük oğlanın elinden tutmuştu. Düşük omuzları, kırış kırış pantolonu ve yarıya kadar inmiş göz kapakları ne kadar yorgun olduğunun kanıtıydı. Gözlerimiz bir anlığına buluştuğunda kafamı sağa çevirdim ve yavaşça kolumu kaldırıp saatime baktım. Saat beşti, hava zaten kapalı olduğu için ortalığın kararması çok uzun sürmezdi.
Derin bir nefes aldıktan sonra bavuluma asılıp yürümeye başladım. Soğuk havanın ellerimi çatlatmaya başladığını hissedebiliyordum. Bir elimle bavulumu çekmeye devam ederken, diğer elimi cebime sokarak yürümeye devam ettim. Nereye gideceğim hakkında en ufak bir fikrim olmamasına rağmen, yolculuğun başından beri guruldayan midemin isyan etmesi sonucunda bir markete girmeye karar verdim. Atıştırmalık bir şeyler almak benim için daha uygun olurdu. Ayrıntılı bir alışverişi kalacağım yer kesinleştiğinde yapacaktım.
Otogardan bir market bulabilme umuduyla çıkıp sağa sola bir süre bakındım. Görünürlerde bir market yoktu. O anda sol tarafımdan geçen, daha çok pijamalarıyla evden çıkmış gibi görünen kadının arkasından seslenmekten başka çarem yoktu.
Birkaç kez “Afedersiniz,” diye bağırmama rağmen beni duymazlıktan gelen kadınının yanına doğru koşup omzuna dokunduğumda, mecburen, rahatsız olduğunu belli eden bir tavırla bana doğru döndü.
“Afedersiniz, ben buralara yabancıyım da, en yakın marketi nerede bulabilirim diye soracaktım size.” Kadın bir süre beni inceledikten sonra şekilsiz kaşlarından birini kaldırıp cevapladı; “Şuradaki caddeyi geçtikten sonra sağa dönüp biraz ilerlersen karşına çıkacaktır.” Derken bir yandan da eliyle gideceğim yolu işaret ediyordu.
Kadının yanından teşekkür edip, tarif ettiği caddeye doğru yürümeye başlarken ne kadar garip bir tip olduğunu düşünüyordum. Altına giydiği soluk yeşil dar eşofmanı, üstüne öylesine geçirdiği kırmızı hırkasının yakalarının altına gömdüğü kızarmış yüzü, her bir kelimesiyle birlikte sigara kokusunun duyulduğu biçimsiz, rujlu dudakları ve çoktan dip boyası gelmiş sarı saçlarıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
Caddeyi bitirip, sağ taraftaki sokağa girdiğimde marketin tabelasını artık görebiliyordum. Sokağın zemini caddeye göre taşlı ve yağan yağmur nedeniyle çamurluydu. Bavulumu bin bir güçlükle sürüklemeye devam ederken, bunların yaşayacağım zorlukların binde biri dahi olmadığının farkındaydım. Eğer bu tür ufak sorunların dahi üstesinden gelemezsem hikayem pekte uzun soluklu olmazdı.
Yağmur eski hızını kaybetmiş, ince ince yağmaya başlamıştı. Kopüşonumu geçirmeme rağmen ıslanmış olan saçlarım, ben yürürken iki yanımdan sallanıyor, bazılarıysa ıslak alnıma yapışıyordu. Sonunda markete girdiğimde kopüşonumu açıp saçlarımı ellerimle düzelttikten sonra bavulumu elime alarak raflar arasında dolaşmaya başladım. Raflar arasında dolaşırken, bir yandan da düşünüyordum.
Atılmış olduğum maceram için beş-altı yıldır biriktirmiş olduğum tüm parayı yanıma almama rağmen, yeterli değildi. İki bin beş yüz lirayla ne kadar uzunlukta bir süre yetinmem gerektiğini bilmiyordum. Gerçek babamı bulmak için çıktığım bu yolculuk için önümde ne tür engeller olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim, yıllar önce hasır altı edilmiş sırların açığa çıkması gerektiğiydi.
“Affedersiniz hanım efendi geçebilir miyim acaba?” diyen bir erkek sesi duyduğumda daldığım düşüncelerden sıyrılarak kenara çekildim. Sonunda midemin isyanına son verebilmek için birkaç paket kuruvasan alıp marketten çıktığımda havanın iyice karardığını fark ettim.
İstanbuldayken kalabileceğim yerler hakkında bir araştırma yapmıştım ve planlarıma buna göre yön vermiştim. Orada otogardan çıkıp kalacağım yere nasıl gideceğimin pratiğini beynimde yüzlerce kez yapmış olsamda, buraya gelince her şey harita üzerinde göründüğünden daha farklı olduğunu görmüştüm.
Kuruvasanı paketinden çıkarıp yemeye başladığımda midemin isyan etmekte ne kadar haklı olduğunu fark ettim. Kopüşonumu yeniden kafama geçirip, bavulumu çekmeye başlarken bir yandan da telefonumu çantamdan çıkarmaya çalışıyordum. Gideceğim otelin konumunu telefonuma kayıtlıydı.
Çok kaliteli bir otel değildi. Sadece bir hafta kalabileceğiniz türden otellerdendi. Havuzu veya muhteşem bir açık büfesi de yoktu. Fotoğraflarda gördüğüm kadarıyla küçük bir odanın içinde bir yatak, küçük, gömme bir dolap ve yine küçük bir masadan başka bir şey yoktu. Bu tür bir oteli seçme sebebim, diğerlerine göre daha uygun bir ücrette olmasıydı. Güvende olmakta benim için çok önemliydi ve araştırmalarım sonucunda bu otelin güvenli olduğu kanısına varmıştım.
Şehir merkezinden biraz uzak, mütevazi olan otelime doğru yürümeye başlarken tekrar derin bir nefes aldım. Öncelikle oteliminde içinde bulunduğu mahalleye gidebileceğim bir otobüs bulmam gerekti. Param kısıtlı olduğu için taksiye binmek gibi bir düşünce aklımın ucundan dahi geçmiyordu.
Tekrar bavulumu caddeye doğru çekiştirmeye başladığımda hava iyice kararmış, yağmur stabil bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Sokakta pek fazla insan yoktu. Herkes yağan yağmur nedeniyle evlerine çekilmiş olmalıydı. İşten eve bu saatte dönenlerin arabaları caddeleri dolduruyordu.
O an babamı düşündüm. Hiçbir zaman eve erken saatlerde dönemeyen, kimi zaman gecelere kadar çalışan babamı. Her zaman bizi rahat ettirmek isterken kendini unutan babamı. Her şeye rağmen bir buzdolabı kadar soğuk biriydi babam. Sanki biri bir gün gelip duygularını söküp almış gibi. İçinde yaşadığı, kafasında ölçüp biçtiği hiçbir şeyi bizlere anlatmazdı. İyi gününde de, kötü gününde de yüzündeki stabil ifadeyi koruyabilirdi.
Hayatımın dönüm noktası olan o günde de bunu hatırlatmıştı bana. Öfkelendiğinde belirginleşen boynundaki damarları görebiliyordum. Bağırmaktan çatallaşmış sesi, kendini kaybetmiş bir şekilde savurduğu elleri ve tükürükler saçarak söylediği o cümle.
“Sen nankörün tekisin Sara!”
Evet, nankörün tekiydim. Hayatın bana attığı her tokatta umudumu yitirmeyip, bir gün mutlu olacağımı düşünecek kadar da aptaldım. Fakat bana bu öğretilmişti.
Ne kadar düşersen düş, ayağa kalk. Asla pes etme.
Jimnastik hayatıma çok şey katmıştı aslında. Bana çok şey öğretmişti. En çokta pes etmemeyi. Çocukluğumdan bu yana başarının o kadarda kolay olmadığı aşılanmıştı zihnime. Defalarca kez düşmüş ve yeniden ayağa kalkmıştım. Defalarca kez denemiş ve sonunda başarının verdiği o hazzı tatmıştım. Tabii her şey bu kadar kolay olmamıştı. Başarıyı bir cümleyle açıklamak ne kadar kolaysa, ulaşmak da o kadar zordu. Jimnastiğin bana öğrettiği diğer önemli şey ise, ilk denemede başarılı olamayacağınızdı. Bende çıktığım bu yolda attığım ilk adımlarda pek başarılı olamayacaktım belki, ama yüz üstü yere kapaklansam bile zafere biraz daha yaklaşmış olacaktım.
Yağmurun ardında bıraktığı boğucu kokuyu derin derin içime çekerken kendimi daha motive olmuş hissediyordum. Hava artık tamamıyla kararmıştı ve ben hala kalacağım otele gidebilmek için bir otobüs durağı arıyordum. Kuruvasanımı bitirip bir otobüs durağı bulabildiğimde yavaşça durağa yaklaştım. Tıpkı benim gibi otobüs bekleyen sadece yaşlı bir adam vardı. Soğuktan kaşe paltosunun yakalarını kaldırmış, paltosuna sıkı sıkı sarılmıştı. Durağa yaklaştığımda önce bana sonra bavuluma bir bakış attı. Yabancı olduğum her halimden anlaşılıyor olmalıydı ki, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Sesi oldukça çatallıydı. Bir süre adamı inceledikten sonra ona cevap verip vermeme konusunda kararsız kaldım. Fakat zararsız birine benziyordu. Ona gideceğim otelin adını söylediğimde yüzünü hafifçe buruşturup; “Oraya giden otobüs çoktan geçmiştir kızım,” dedi. “Tekrar buraya gelmesi uzun sürer.”
Derin bir nefes verirken ne yapacağımı düşündüm. Oraya yürüyebilir miydim? Şehir merkezinde değildi, fakat yürüyemeyeceğim uzaklıkta da değildi. Peşimden sürüklemek zorunda olduğum bavulum olmasaydı rahatlıkla yürüyebilirdim. O sırada benim sessiz kaldığımı gören adam; “Bir taksi çağırırsan hemen gidersin.” diye bir fikir sundu. Ben taksiye binmekten özenle kaçınırken ilk günden taksiye binersem pekte iyi olmazdı. “Sağol amca, ben yürüyeceğim sanırım.” diye mırıldanıp adamın yanından ayrılırken internette yaptığım harita gezinmelerini hatırladım. Otogardan çıkınca otele nasıl gideceğimin pratiğini onlarca kez yapmıştım. Ne kadar otobüsle gideceğimi düşünsemde, her olasılığı göz önünde bulundurmuştum.
İçimden kendimi tebrik ederek yürümeye başladığımda bavulum gittikçe daha da ağırlaşıyor gibiydi. Her dakikada taşımam daha da güçleşiyordu. Zorlukla asılarak caddenin aşağısına doğru yürürken sokakları karıştırmaktan korkuyordum. Ben internetteki haritalarda gezinirken güneş batmamıştı, fakat şu an akşam olmuştu ve her şey gündüz gözüktüğünden daha da farklıydı. Bir süre sokak lambalarının aydınlattığı yollarda yürüdükten sonra önümde uzanan bana sonsuz gibi görünen sokağa baktım. Ya şimdi ya da biraz daha yürüdükten sonra sağa sapmalıydım. Korktuğumun başıma gelmemesini umarak sağdaki dar sokağa saptım. Biraz daha ilerledikten sonra içimde korku ve endişe tohumları belirmeye başlamıştı. Ya yanlış sokağa girdiysen diye bağıran içimdeki dürtüleri susturup yürümeye devam ettim.
Sağımda ve solumda olmak üzere uzanan ikişer ve üçer katlı evlerin içinde barındırdıklarını düşünmek beni korkutuyordu. Hiçbiri mutlu bir çekirdek ailenin şu mütevazi evlerine benzemiyordu. Daha çok ne yaptıklarını belli olmayan serserilerin zamanını geçirdikleri yerleri andırıyorlardı.
Kendimi düşündüklerimin birer vesvese olduğuna inandırıp yürümeye devam ettiğimde sokağın bitip, daha geniş bir sokağa bağlandığını fark ettim. Oysa internetteki görüntülerde böyle bir yere rastladığımı hatırlamıyordum. Biraz daha yürüdükten sonra caddeyi bulacağımı umarak adımlarımı hızlandırdım. Geniş olan sokağa girip, zeminin toprak ve taşla olduğunu farkettiğimde hayal kırıklığına uğradım. Bavulumu elime alırken önümde uzanan sokağı gözlerimi kısarak inceledim. Buraya bir sokak lambası konulmamıştı ve bu sokağın sonunu görmemi engelliyordu.
Tam o sırada ensemde ürperme hissetmemle arkamdaki sesi duymam bir oldu. Fısıltıyı andıran bu ses tüylerimin diken diken olmasına yetmişti. Arkama dönüp bir süre bomboş sokağı izledikten sonra korkumu bastıramaz hale gelmiştim. Sert esen rüzgarın sesi bile beni korkutuyordu. Bu bomboş sokakta bağırsam sesimi duyan olur muydu? Birisi yardımıma koşar mıydı?
Bavulumu sımsıkı kavrayarak koşmaya başladım. Önümde sonsuzluğa uzanan karanlık sokağın sonunda ne olduğunu bilmezken koşmaya devam ettim. Arkamda ne olduğunu bilmiyordum, belkide hiçbir şey yoktu. Fakat bu bomboş sokakta, dahası koskoca şehirde kendimi yalnız hissetmek beni delicesine korkutuyordu. Bir süre koştuktan sonra artık bavulumu taşıyamaz hale gelmiştim. Boğazım kurumuş, soğuk olan havaya rağmen terlemiş, soluk soluğa kalmıştım. Bavulumu yorgunlukla yere bırakıp üstüne oturduktan sonra aceleyle telefonumu çıkardım. Flaşı açar açmaz titreyen ellerimle ışığı sağa sola tutmaya başladım. Sol tarafta henüz bitmemiş yıkık dökük bir bina vardı. Sağ tarafta da tıpkı onun gibi birkaç yıkık dökük bina tüm korkunçluğuyla dikilmişti. Duvarları graffiti sanatından çok uzak karalamalarla doluydu. Binaların duvarsız olan birinci katlarındaysa içinde insan barındırdığını belli eden birtakım eşyalarla doluydu. Eski bir battaniye yıkık bir duvarın üstünden sarkıyordu. İçki şişeleri duvarların köşelerinde birikmişti.
Duyduğum köpek havlamalarıyla birlikte aceleyle kalkıp ışığı sokağın sonuna doğru tuttum. Sokağın caddeye açıldığını tahmin ettiğim bir açıklığa bağlı olduğunu zorlukla görebildiğimde bavulumu tekrar sıkı sıkı kavrayarak koşmaya başladım. Biraz önce duyduğum köpek havlamalarını artık daha net algılayabiliyordum. Ne kadar daha hızlı koşmaya çabalasamda bavulumun beni yavaşlatıyordu. Bavulumu taşıdığım sağ kolum isyan ediyor, eklemlerim ağrıyordu. Sol omzuma asılı duran sırt çantam dakikada bir omzumdan düşüyor ve koşmamı zorlaştırıyordu.
Telefonumu sol taraftaki inşaatın içine doğru tuttuğumda hemen arkasında bir inşaat daha olduğunu gördüm. Eğer ikinci inşaatın içinden geçip, biraz daha koşarsam caddeye daha hızlı bir şekilde ulaşabilirdim. Yönümü inşaata doğru değiştirip koşmaya devam ettiğimde hala köpek seslerini duyabiliyordum.
İnşaatın yıkık dökük duvarından içeri girebildiğimde hızla içinde bulunduğum odayı inceledim. Diğer inşaatlarda olduğu gibi burada da köşelerde içki şişeleri birikmişti. Yerler pizza kutuları ve cips paketleriyle doluydu. Diğer köşede yere kalın bir karton koyulmuştu. Üzerindeyse eriyip yırtılmış battaniyelerle sarılmış sigaralar vardı. Duvarlara küf ve pislik karışımı keskin bir koku sinmişti.
Bu zamana kadar yıkık dökük evler hep ilgimi çekmişti. Asıl ruhun, yaşanmışlığın verdiği büyüleyici havanın buralarda olduğunu düşünmüştüm. Şimdi yıkılmış olan duvarlar bu evde yaşanmış tüm olumlu, olumsuz olaylara şahit olmuştu. Daha önce burada yaşayan insanların kahkahaları, öfkeyle bağırışları kim bilir kaç kez yankılanmıştı bu duvarlarda. Şimdiye kadar yıkık bir bina gördüğümde düşündüklerim bunlarken, eğer buradan çıkabilirsem düşüneceklerim çok daha farklı olacaktı.
Yaşanmışlığın kokusu buram buram burnuma gelirken ikinci inşaata çıkan bir çıkış yolu aramaya başladım. Bir yandan da içeride birilerinin olmaması için içimden dualar ediyordum. Attığım her adımda ayağımın altındaki taşlar ezilerek sesler çıkarıyordu. Sonunda karşı caddenin titrek ışığıyla aydınlanmış bir çıkış gördüğümde yeniden hızlandım. Arkamda bir çıtırtı duyduğumda bunun taşlardan gelip gelmediğini anlamak için durup etrafı dinledim. Bir süre hiçbir ses duyamadığımda bir nebze olsun rahatlayıp yeniden harekete geçeceğim sırada tekrar aynı sesi duymamla telefonu inşaatın içine doğru tuttum.
Kalbimin daha önce hiç bu kadar hızlı attığını hatırlamazken kendimde tekrar koşacak enerjiyi bulamadım. Telefonu tutan parmaklarım titriyordu, boğazım öylesine kurumuştu ki yutkunamıyordum. Telefon flaşının aydınlatamadığı bir köşeden bana doğru yaklaşan bir silüet gördüğümde buraya neden girdiğimi sorguluyordum. Hemen harekete geçip bavulumla beraber koşmaya başladığımda, bacaklarım beni ele verdi. Tökezleyerek dizlerimin üzerine düşerken dizlerimin yüzüldüğünü hissedebiliyordum. Bir an telefonun ışığı kesildiğinde elimden düştüğünü anladım. Aceleyle elimle yeri yoklarken telefonun parçalanmaması umuyordum. Elim telefona değdiğinde aceleyle elime aldıktan sonra cebime sokuşturup, bana ne kadar yaklaştığını anlamak için arkamı döndüğümde hiçbir şey göremiyordum. Zorlukla ayağa kalktığımda bavulumu sıkıca kavradıktan sonra sekerek çıkışa doğru ilerledim. Fakat o benden daha hızlıydı, elinde taşımak zorunda olduğu hiçbir şey yoktu. Yinede sarsık adımlarla bana doğru ilerliyordu.
Sonunda çıkışa geldiğimde aceleyle dışarı çıkmak isterken inşaatın zeminin topraktan hatrı sayılır bir yükseklikte olduğunu farkettim. Fakat bunu sonradan farketmem bir işe yaramamıştı. Dengemi kaybederken yuvarlanarak düştüğümde alnımda hissettiğim keskin acıyla birlikte yüzümü buruşturdum. Sonunda durup oturur pozisyona geçtiğimde alnımdan şakağıma doğru akan sıcak sıvıyı hissettim.
Kafamı kaldırdığımda, onu gördüm. Sert esen rüzgar saçlarımı dağıtıp, ortalığı birbirine katarken tek duyduğum ses kalbimin gümbürtüsüydü. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Gözümden yanağıma doğru akan yaşları o zaman farkedebildim. Gözyaşları görüşümü bulanıklaştırmasına rağmen, onu görmemi engelleyemiyordu.
Kan çanağını andıran gözleri, bana odaklanmıştı.
2 comments
İçine çekti 🙂 başarılar.
Çok teşekkür ederim 🙂