İlkel çağların vahşetini taşıyan ruhumuzu medeniyet kırbacıyla hizaya sokmaya çalışan naciz şuurun bize dış etkenlerle dayattığı hayatı yaşamaya calışan aciz insanlarız.
Hayatımızın maddesel karşılığının ederini zamanla ölçmeye çalışıyor ve de ona anlam adı altında tohumlar ekiyoruz.
Sonra kendi anı kuyumuzdan çektiğimiz sularla büyüttüğümüz anlam bahçemizin ürünlerine bakıp yaptığımız hasatların yıllık blançolarını değerlendiriyoruz.
aslında genel bir değersizliğin ve evrendeki kütlemizin bilimsel karşılıklarının küçüklüğü karşısında hissetiğimiz ezikliğin farkına vardığımızda ne anlamsal bir değer nede zaman adı altında bi kavram kalıyor ortada.
İnsanlık tarihinin bize öğrettiği kavramların arasında sıkışıyor .
varlığımızı yine bizim veya başka insanların beyninden çıkmış araçlarla karşılaştırıp değerlendiriyoruz.
Sorgulamadan yaşanan hayatların kendişine inandırılmış bakış açılarının karşısında tir tir tireyerek izlediği hayatlara bakınca yalnızlık denen kavramın aslında bütün şuurun ta kendisi oldunu daha net kavratıyor insana.
Ancak buradaki asıl sorun bu yalnızlığın farkında olarak yaşama devam etmek.
kendi yalnızlığının ortasında buna bahaneler bulabilme cehaletini gösterebilmek mi acaba mutluluk.
Yoksa farkında olduğun zihinsel faaliyetlerin sana yalnızlığının ve hiçliğinin gerçekliğini iradenle aşabileceğini dikte etmesinde mi?
Soruyorum köşe başlarındaki hayratlarda dünyaya iz bırakmış olanlar.gerçekten şuur varlıklarınıda bu dünyada yaşatabileceklerinimi sandılar.
İnanç sistemlerinin sınav diye tabir ettiği dünya gezegeni üzerindeki yaşamsal değerlerin tahtaya yazılmış biçimi hiçlikse
Sınavda sorulacak sorunun cevabını vermeye cesareti varmıdır şuurun
Ya da her şey den öteye o sınav kağıdına adını soyadını yazmaya cesaretin var mı?