Bazen her şey apaçık, gün gibi ortadayken akıbeti belirsiz, arkasına erişemediğimiz kapılara oynamak gelir içimizden. Başından kelli sonu bariz tiyatroların kurgusunu değiştirmeyi deneriz. İşler lehimize gitmediğinde halihazırda yürürlükte olan oyunu tabulaştırıp gıyabında verebileceğimiz kuvvetle muhtemel negatif doğrultudaki kararları etkisiz kılma yoluna gideriz. Bunun mukadderat üzerinde pek bir tesiri olmadığı gibi; ziyadesiyle bekleme sırasına aldığımız ‘eza’nın da çıplak portresini çizme yolunda attığımız çekingen bir adımdır.
Örselediğimiz, kenara ittiğimiz, halı altına süpürdüğümüz, hasır altı ettiğimiz, zihnimizin ücra dehlizlerinde kral odası ayırdığımız bu utanç verilerine karşı revize edilmiş tutumumuz ne yönde olmalı sorusuna cevap vermeli ve bunu yaparken bize hayatımız boyunca bir doğruyu götürmek için üç yanlış yapma hakkımızın olduğu yönünde empoze edilen hastalıklı düşünce ürününün gerçekte öyle olmadığını baz almalıyız. Uzunca bir zaman yıpranma ve yıpratma girişimleri ile harmanlanmış yapımız bizi kaim olan, yarım kalmış meselelere çekecektir. Önceki yazılarda da ısrarla belirttiğim gibi unutmak hiçbir zaman çözüm değil. Unuttuğumuz takdirde deneyimlediğimiz iyi-kötü vaka külliyatını tekrar tecrübe etme olasılığımız yükselişe geçiyor. Hatırlayacak ve ders alacağız çünkü bu hayat aynı teranelerin defalarca tekrarlanışını oturup izlemek için oldukça kısa.
Nice yanıltıcı tesir altında heba olan hayallerimize karşı ağıt niteliğinde duraklamalar adayıp kendimize beyhude işkenceler yapmak kazançlı bir eylem değil, mantığa mugayir. Bir zamanlar hadsiz değer verdikleriniz, zaman içinde hatrınıza gelmesinden imtina ettiğiniz postmodern hortlaklara da evrilebilir. Fakat zamanında bir düşünürün dediği gibi; “Farenin en çok korktuğu şey kedidir, aslan değil.”